Doğu Türkistan’daki Çin toplama kampı tutsağı Zumret Davut’un hatıraları

“‘Birazdan ilâçlama zamanı’ dediler ve koruyucu tulum giymiş kişiler ilâçlama makinesi ile herkesi arkasına önüne döndürerek kıyafeti üzerinden ilâç püskürttüler. Benim dün geldiğimi söyledikleri için ilâçlamadılar. Ben gelmeden önce herkes bulaşıcı cilt hastalığı kapmış. İlâç yaralarına değdiğinde çok acıyordu. Herkes bağrışıyordu.”

BAŞLANGICI 2013 yıllarına dayanan, Nisan 2017’den itibaren Çin’in devlet politikası hâline gelen toplama kampları, Doğu Türkistan’ın bütün köy, kasaba, kırsal alanları ve şehirlerinde kurulmuştur.

2020 yılının üçüncü çeyreğine kadar bin 200’e yakın toplama kampına, Çin’in sözde “meslekî eğitim” veya “yeniden eğitim” adı altında ilân ettiği resmî rakamlara göre en az sekiz milyon insan kapatılmıştır. Toplama kampları, Yahudi Soykırımı’ndan sonra en büyük insan hakları ihlâlleri ve insanlığa karşı suçların işlendiği, modern çağın en vahşi işkencelerinin yapıldığı, biyolojik ve tıbbî deney ve insan onurunu hiçe sayan uygulamaların sıradanlaştığı, insanların anadillerinin yasaklanarak Çince konuşmaya zorlandığı, kadınlara yönelik toplu tecavüz ve her türlü zulmün reva görüldüğü, insan organlarının çalındığı ve insanların doğrudan katledildiği ölüm merkezleridir.

Bu ölüm merkezlerinde tutulan beş kişiden ikisi kadındır. Bu kadınlar kamplara alındıktan sonra bütün hürriyetleri de ellerinden alınmıştır. Bazıları evlerinde bebeklerini emzirirken, bazıları evde çocuklarını beklerken, bazıları ise yurt dışından dönerken bu kamplara götürülmüşlerdir. Bazıları çocukları için, bazıları yaşlı anne babaları için kahrolurken, bazıları ise gençlik hayâllerini kurma fırsatını dahi bulamamaktadır. 70 yaşın üzerindeki nineler torunlarından ayrı kalırken, insanın dayanamayacağı kalabalık odalarda hor görülmektedirler. Aç ve susuz, üstelik kadın oldukları için savunmasız nice imanlı kız, insanların önünde tecavüze uğramaktadır.

Toplama kampından kurtulup özgürlüğüne kavuşan çok az sayıda insan yurtdışına çıkabilmiştir. Bu yazımda, onların koğuş hikâyelerinin sadece birkaç ânı sizinle paylaşacağım ki Zumret Davut, onlardan sadece bir tanesidir. Kamplarda ise milyonlarca kadın kurtarılmayı beklemektedir.

Çin’in Doğu Türkistan’da kurduğu toplama kamplarında tutuklu kalan Zumret Davut’un toplama kampındaki hikâyesini onun dilinden aktaracağım…

Zumret Davut’un toplama kampına alındığı tarih, 31 Mart 2018… Zumret Davut’un toplama kampında kaldığı süre ise 62 gün…

Zumret Davut, 16 Haziran 1982, Urumçi doğumlu. 2005 senesinde Urumçi’de ticaret yapan bir Pakistan vatandaşı ile evlendi. 31 Mart 2018’de polisler tarafından Urumçi’deki toplama kampına götürüldü. Ancak hiçbir gerekçe gösterilmedi.


Zumret Davut’un çile dolu 62 günü

“31 Mart 2018 Cumartesi günü… Çocuklarım evdeydi, kocam ise dışarı çıkmıştı. Emniyet müdürlüğü bizim eve çok yakındı. Birçok insan, ‘Karakola bir gelip gider misiniz?’ diye gelen telefondan sonra gitti ama hiç gelemedi. O gün bana da karakoldan telefon geldi. ‘Bir gelip gider misiniz?’ dediler. Ben de gittim. Beni yaklaşık yarım saat beklettikten sonra yeraltı sorgu odasına aldılar. Orada da beklememi söylediler. Yaklaşık bir saatlik beklemeden sonra, benim telefonumun arama geçmişi dökümünü alıp gelmişler. Benden listedeki numaraları sordular. Ezbere bilmediğimi, telefon rehberimde kayıtlı olduğunu söyledim.

Bir buçuk iki saat sonra benim banka hesap hareketimi getirmişler. Çin’in iç bölgesinden bir yabancı adına bana para gönderilmiş. Benim Urumçi’de ithalat ihracat şirketim vardı. Şirket benim üzerimdeydi. Bana ‘Muhammet’ adındaki bir Pakistanlıdan para geldiğini söylediler. Ben, ‘Belki bizim müşterimizdir ve ticarî ödeme yapmıştır. Ya da kocamın arkadaşıdır, kocama ödeyeceği parayı bana yollamıştır’ dedim. Onlar, ‘Sen bizimle işbirliği yapmadın, bize ters konuştun’ diye, üzerinde oturmakta olduğum işkence koltuğuna beni kilitlediler ve ‘Yalan söylersen daha sıkı bağlayacağız’ diye tehdit ettiler. ‘Eşimin arkadaşıdır, ona sorun’ dedim. Elindeki kâğıtlarla yüzüme iki kez vurdu ve ‘Sakallı biriymiş’ dedi. Ben, ‘Adamı tanımıyorum, sakalı beni alâkadar etmez. Eşim Pakistan’da iken benim hesabımı vermiştir, bunu sık yapar’ dedim.

“Başıma siyah çuval giydirip…”

İki polis daha geldi; ellerinde benim yurtdışına çıkış ve girişlerimle alâkalı belgeler vardı. Ben, daha önce yurtdışına çıkarken hep resmî seyahat acenteleri aracılığıyla gittiğimi, meselâ acenteler aracılığıyla Avrupa’ya, Japonya, Malezya, Tayland, Singapur gibi devletlere onların belirlediği tarihte gittiğimi ve belirledikleri tarihte döndüğümü, onun dışında tek başıma gittiğim bir yer olmadığını söyledim. ‘Pakistan’a gitmişsin’ dediler; kocamın Pakistanlı olduğunu, Çin Halk Cumhuriyeti’nden evlilik cüzdanı aldığımızı, yasal eşimi görmeye gittiğimi ve bunun suç olmadığını, üstelik 2009 senesinde gittiğimi, aradan 9 sene geçtiğini söyledim.

Gece saat 10’a kadar bana aynı soruları tekrar tekrar sordular. Su istedim, vermediler. Tuvalete çıkmak istedim, hücrenin içinde bir köşeyi gösterdiler. Koridordan geçen herkes görebilecek şekildeydi, üstelik kamera da vardı. Ben tuvaletimi yapamadım. Gece saat 11 gibi polisler dinlenmeye yukarı çıktılar, beni bağlı şekilde aç ve susuz bıraktılar.

Gece boyunca orada oturdum. Sabahleyin bir saat civarı uyuklamışım. Polisler beni uyandırdı ve sandalyeden çözüp elime kelepçe, ayağıma da pranga taktılar. Yukarı çıkardılar ve ‘Bekle’ dediler. Dışarıya mahpusları taşıma aracı geldi. Başıma siyah çuval giydirip beni itip yürümemi istediler. Beni arabaya koydular. Ben daha önce başına siyah çuval giydirilen mahpusları görmediğim için beni öldürmeye götürdüklerini düşündüm. Beni idam edecekler diye düşündüm. Korkudan başka hiçbir şey düşünemedim.

Araç bir saatten fazla gittikten sonra durdu ve beni indirdiler. Başımdaki çuvalı çıkarttılar. Gördüğüm yer, duvarları yüksek ve telle çevrilmiş askerî bir yer olduğu hissini verdi. Önümde polis üniforması, üzerine doktor önlüğü giymiş ve polis şapkası takmış iki kişi vardı. Askerî hastaneye getirilmiş olduğumu tahmin ettim. Hastane koridoruna girince elleri kelepçeli 16-17 yaşlarındaki genç kızlardan 60-70 yaşlarındaki yaşlı kadınlara dek çok sayıda insan gördüm. Her kadının yanında ikişer polis vardı. Bizi çeşitli deneylerle öldüreceklerini zannettim; özellikle yaşlı kadınlara bakınca içim çok acıdı. Sırayla her türlü kontrolden geçtik; parmak izimizi aldılar, kan örneği aldılar, bir şeyler okutup sesimizi kaydettiler, göz tanıma sisteminde gözümüzü kaydettiler, kadın hastalıkları kontrolü yaptılar. Kontrol akşam 7-8’e kadar devam etti.

İki gün boyunca hiçbir şey yememiştim. Başıma siyah çuvalı tekrar giydirdiler ve araca bindirdiler. Yine bir saate kadar yol gittik. Beni tutuklu kaldığım toplama kampına getirmişler. Beni ve ellerindeki dosyaları kamptaki polislere teslim ettiler. Beni bir bekleme salonu tarzındaki ofise getirdiler; içeride bir kadın ve iki erkek polis vardı. Bana kampta giyilecek formayı getirdiler ve üzerimdeki kıyafeti çıkartıp o formayı giymemi istediler. Nerede değiştireceğimi sordum, aynı yerde, onların önünde değiştireceğimi söylediler. Ben, ‘Bu iki erkeğin önünde nasıl değiştireceğim?’ dedim, onlarsa ‘Burası senin evin değil, şımarma, değiştir! Yoksa bunlar, üzerindeki kıyafeti yırtıp atarlar’ dediler.

Orada hiçbir şekilde en temel haklarımız dahi yoktu. Bana bakmamak için arkalarını dahi dönmediler. Orada kıyafetimi değiştirmek zorunda kaldım. Daha sonra beni pis kokulu bir koridordan geçirip bir odaya girmemi istediler. İçeride 28-30 kişi vardı. 42 numaralı hücreye getirmişlerdi. Odanın içi pis tuvalet kokuyordu ve karanlıktı. Ayağımı her kaldırdığımda birinin ayağına çarpıyordum. İki günlük açlık ve susuzluktan çok yorulmuştum. Kimin yanında nasıl yattığımı da hatırlamıyorum. Ağlayarak uyuyakalmışım.

Sabah uyandırdılar ve çok hızlı bir şekilde el ve yüzümüzü yıkadık. Baktım ki odada da hastanede gördüğüm gibi yaşlı kadınlardan 3-4’ü vardı. ‘Birazdan ilâçlama zamanı’ dediler ve koruyucu tulum giymiş kişiler ilâçlama makinesi ile herkesi arkasına önüne döndürerek kıyafeti üzerinden ilâç püskürttüler. Benim dün geldiğimi söyledikleri için ilâçlamadılar. Ben gelmeden önce herkes bulaşıcı cilt hastalığı kapmış. İlâç yaralarına değdiğinde çok acıyordu. Herkes bağrışıyordu.

Daha sonra benim ismim söylendi ve beni başka bir odaya götürdüler. Odada saç tıraş makineleri ve makaslar vardı. Benim saçımı kulağımın hizasında kestiler. Yerde bir sandık vardı ve kesilen uzun saçlarla doluydu. Hatta bembeyaz örülmüş saçlar da vardı.

Bize yemek diye, ayıklanmamış sebze üzerine sıcak su dökülmüş bir kâse “çorba” ve iki tane çok ufak ve sert buhar ekmeği verdiler. O yemeği yemezseniz aç kalacaksınız, yemeye kalkışsanız yiyemezsiniz!

68 yaşındaki yaşlı bir kadın vardı; hacca gitmek için Suudi Arabistan’daki kişilerle irtibat kurduğu için tutuklanmış. Bu yaşlı kadının diyabet hastalığı vardı ve düzenli olarak insülin alması gerekiyordu. Ama kampta insülin almaya müsaade edilmediği için kadın çok acı çekmiş, dudakları kuruluktan çatlamıştı. ‘Keşke karnım doyacak kadar yemek yiyebilseydim bu hastalık o kadar da zorlamazdı beni’ dedi. O konuşmanın üzerine ben kendi yemeğimi o kadına verdim.

Kendi yemeğini başkasına vermek de yasakmış. Benim yemeğimi başkasına verdiğimi kameradan gören gardiyanlar gelip beni altlarına alıp cop ile dövmeye başladılar. Acıya dayanamayıp ‘Ya Allah!’ demişim. Bunu duyan gardiyan beni daha da sert dövmeye başladı. ‘Kurtarsın seni benim elimden, göreyim! Böyle olduğunuzdan, bu yüzden sizi burada tutuyoruz’ dedi. İki kadına beni çekmesini söylediler ve beni sürükleyip köşeye yatırdılar. İki gün boyunca yerimden kalkamadım. Bu benim, gelip de ertesi gün yediğim dayaktı. Diz kapağı kemiğim yerinden çıkmış, bir gözüm morarmış ve şişlikten açılmaz hâldeydi.

Kampın içinde konuşmamıza da izin vermiyorlardı. Kadınlar gün içerisinde çıkıyor, daha sonra geri geliyorlardı. Ben de biraz iyileşince beni de çağırdılar ‘eğitime’ diye. ‘Sınıf’ adını verdikleri bir odaya götürdüler; sandalye dahi yoktu. Ellerimiz kelepçeli, dizimiz üzerine soğuk beton zeminde oturduk. Bize eğitim verecek kişi demir kafesin içerisinde bir masa ve sandalyede oturuyordu. Yeni gelenlere ‘Allah’a inanıyor musun?’ diye soruyorlarmış. Biz Müslüman olduğumuzdan, ‘Hayır, inanmıyoruz’ demiyorduk. Demediğimizde yine çok sert dövüyorlardı. Ben de cevap vermediğim için yine dövüldüm. Odaya döndüğümde o yaşlı kadın bana, ‘Kızım, Yaratıcımızı içimizde bilelim, dayak yemenin yerine sağlığımızı koruyup, hayatta kalıp, buradan çıktığımızda ibadetimizi ederiz. Ben de ilk geldiğimde ‘Allah’a inanmıyorum’ demediğim için dövülmüştüm’ dedi.


“Şi Jinping var mı?”

Bizim odalarımızı sürekli değiştiriyorlardı. Ben bizim ilçedeki kampta kaldığım için kamptaki birçok mağduru tanıyordum. Bir gün bizim mahalledeki cenaze yıkama ve kefenleme işlerini yapan bir dindar ablamızı bizim hücreye taşıdılar; aradan iki gün geçtikten sonra ‘Sorguya götürüyoruz’ diye aldılar ve yarı ölü şekilde geri getirdiler. Benim içim çok sızladı ve yanına yaklaşmaya çalıştım. O bana sadece, ‘Beni çırılçıplak soydular…’ cümlesini tekrarladı. İki gün sonra biraz iyileştiğinde, çırılçıplak soyulup, elleri yukarı asılıp zincir ve kemerlerle dövüldüğünü söyledi. Karnını açıp gösterdi, derileri delinmişti.

Bizi birinci, ikinci ve üçüncü derece şeklinde derecelendiriyorlar. ‘Birinci derece’ dedikleri, benim gibi ‘Dine inanmıyorum’ demeyen ya da dinî inancı güçlü kişilerdi. Bunlar ‘dinden zehirlenmiş kişiler’ olarak sınıflandırılıyordu. Bize hep kafamızdaki dinî inancımızı silip attığımızda ikinci ve üçüncü derecelere inebileceğimizi söylüyorlardı. Her dersten sonra bağırarak ‘Allah var mı?’ diye soruyorlardı, biz de ‘Yok!’ diye cevap vermek zorundaydık. Ardından ‘Şi Jinping var mı?’ diye soruyorlardı.

İki ay içinde beni bir daha sorguya götürdüler: ‘Sen kocanla tanıştığında sana dinî dersler anlattı mı? Seni ‘Başını ört’ diye zorladı mı? Yurt dışına çıktığınızda oradaki medreselerde okudun mu?’ diye sordular. Beni sorguya çektikleri hücrenin yanındaki hücrelerden erkeklerin acıdan bağırdığı sesler geliyordu.

Kampta kaldığım süre boyunca iki kere sorguya götürüldüm ve her seferinde yan hücrelerden gelen Uygur erkeklerin işkenceden bağırırkenki seslerini duydum.

65 yaşlarında bir yaşlı kadın vardı. Bir gün bayıldı, ayıltmaya çalıştık. İçten bir nefesten sonra yine bayıldı. Gardiyanlar o kadını götürdü, bir daha tekrar görmedim. Öldü mü, yaşıyor mu, bir bilgim yok. Ama bana kalırsa bizim yanımızdayken çoktan ölmüştü.

Kamptakilere puanlama sistemi getirmişlerdi. Her birimiz için 100 puan belirlenmişti. Ağlamadan, zorluk çıkarmadan onların dediklerini yaparsak tam puan alacağımızı ve bize ailemizle görüntülü görüşme fırsatı tanıyacaklarını söylüyorlardı. Ben kamptayken ailesiyle görüşebilene tanık olmadım.

Kamptayken bize her gün bilinmeyen ilâçları yediriyorlar, yuttuğumuzdan emin olmak için eldiven giyip ağzımızın içini elle kontrol ediyorlardı. İlâçtan sonra sessizleşiyor, sakinleşiyorduk. Aile fertlerimizi, çocuklarımızı dahi hatırlayamıyorduk. Elimiz kolumuz titriyordu. Hatta sinirlenemiyorduk bile! 

Kaldığım 62 gün içinde benden 3 kez kan aldılar. Her seferinde küçük olmayan 8-10 şişeyi dolduruyorlardı. Benim zaten kansızlık hastalığım vardı, kan alındıktan sonra kendimi hiçbir sefer iyi hissetmedim.

Kampta ne banyo yapmamıza imkân vardı, ne de değiştirecek çamaşırımız. Soğuk betonda oturmaktan hepimiz hastalanmıştık. Ben de onun etkisiyle, serbest bırakıldıktan sonraki altı aya kadar küçük abdestimi tutamadım.

Kampta geçirdiğim 62’nci gün beni çağırdılar. Geldiğimdeki elbiselerimi çıkartıp bana geri verdiler ve giymemi istediler. Sonra kafama siyah çuvalı tekrar giydirip arabaya koyup yola çıktılar. Beni nereye götürecekleri hakkında hiçbir şey demediler. İki saat kadar devam ettik. Buradan daha da ağır koşullardaki kampların olduğunu, şükretmemiz gerektiğini, uslu durmazsak oralara nakledeceklerini söyleyip duruyorlardı. Ben de, ‘Bu kez beni naklediyorlar’ diye düşündüm. 

Beni ilçe emniyet müdürlüğüne getirmişler, beklememi istediler. O sırada kocamı kapıdan geçerken gördüm ve beni bırakacaklarını düşünmeye başladım. Kocam ne Çince, ne Uygurca bilmemesine rağmen bir sürü belgeye imza attırdılar. Bana da kendi rızamla kampa girdiğime dair bir belgeye imza attırdılar. Kocama, ‘Eşimde dinî aşırıcılık düşüncesi olduğundan kampta eğitilmesi için kendim teslim ettim’ yazısına imza attırmışlar.

“Kocamın beni kurtarması, Pakistanlılar ile evlenen yaklaşık 40 kadının daha kurtarılmasına vesile oldu”

Beni tekrar yeraltı sorgu odasına aldılar ve dışarıda kampla alâkalı kesinlikle hiçbir şey söylemememi, eğer söylersem tekrar tutuklanacağımı, kampın güzel bir yer olduğunu söylememi tembih ettiler. Ben de kurtulabilmek için her şeye ‘Tamam’ dedim.

‘Biz seni deneme olarak serbest bıraktık, eğer ağzından kampta gerçekleşenlerle alâkalı herhangi bir lâf çıkarsa seni tekrar tutuklayacağız’ dediler. Hatta ben itiraz edersem, benim tüm akrabalarımı, benimle ilişkisi olan herkesi tutuklamakla tehdit ettiler. Kamptan çıktığımda insanlar bana soru sormak yerine, beni görünce benden kaçıyorlardı.

Benim serbest bırakılmama kocam sebep oldu. Pekin’e gidip Pakistan Konsolosluğu ile görüşmüş ve benim durumumu anlatmış. Durum Xinjiang istihbaratına iletilmiş ve ‘Tamam, geri gelsin, serbest bırakacağız’ demişler. Geri gelip beni soruşturduğunda kimse takmamış, sonra tekrar gitmiş Pekin’e. Bu sefer Pakistan Konsolosluğu da içeriye almamış. Sonra kocam uluslararası medya kuruluşlarını çağıracağını söyleyince hemen bırakılacağımın sözünü verip kocam için uçak bileti de almışlar. Ertesi gün beni bıraktılar. Kocamın beni kurtarması, Pakistanlılar ile evlenen yaklaşık 40 kadının daha kurtarılmasına vesile oldu. 

Ben kamptan kurtulmama rağmen bugüne değin geceleri uyuyamıyorum. Sadece sabah 6 ile 10 arası uyuyabiliyorum. Her uyuduğumda kendimi kamptaymış gibi hissediyorum. Ya da tekrar tutuklanmış, idam edilecekmişim gibi rüyalar görüyorum.

Ben yurtdışında konuştuğum için babam öldürüldü. Zulüm arttığında, ‘Yurtdışındakiler sessiz kalmışlar’ diye inliyorduk. Yurtdışına çıkmadan önce ben de kızıp üzülürdüm ‘Niçin yurtdışındaki Uygurlar sesini çıkarmıyorlar? Onlar çabalasaydı biz bugünlere kalmazdık!’ diye. Ama yurtdışına çıktıktan sonra kardeşlerimizin sessiz kalmadıklarını gördüm ve daha da üzüldüm. ‘Keşke memleketteki kardeşlerimiz yurtdışındakilerin sessiz kalmadıklarını görselerdi’ dedim.”