YAZIYA öncelikle bir medeniyet tarifi yaparak girelim. En basit
ve kısa tarifiyle medeniyet, “tüm insanlığın, dünyadaki ilk gününden bugününe
kadar her konuda ürettiği pozitif değerlerin bütünüdür”. Medeniyet masaya
gelince hep şu yanlış yapılır: Kimine göre medeniyet, kültürdür; kimine göre
sanattır, kimine göre düşüncedir/felsefedir. Hattâ kimine göre sadece
teknolojik gelişmedir.
Biz Türkler ve Türkmenler açısından ise medeniyet, tarih
içerisinde kurduğumuz devletlerin sayısıyla ölçülür. Bu anlamda, meselâ “Hun
Medeniyeti”, “Göktürk Medeniyeti”, “Selçuklu” ve “Osmanlı Medeniyeti” denir.
Ama bir kısım tarihçiler diyorlar ki, “Bu kategorizasyon doğru sayılmaz. Çünkü
aslolan, hepsine birden ‘Türk Medeniyeti’ demektir”. Doğrudur, lâkin
burada bir küçük kategori daha yapmak durumundayız: Asya’daki Türk toplumları
için genel olarak “Bozkırlılar” diyoruz. Bu tariften hareketle Bozkırlıları, “Batı
Türkleri ve Doğu Türkleri” ayrımını atlayarak “Ön (Proto) Türkler ve Oğuzlu
Türkler (Türkmenler)” olarak ikiye ayıralım istiyoruz.
Proto Bozkır tarihi açısından karanlık sayılan dönemlerde
kurulan imparatorluklar ve bağlı olarak medeniyetler, Proto Türklerin
sahipliğinde gelişti. Onlara “Proto Türk organizasyonları” demek mümkün.
Bunlardan en çok bilineni, tarihe Proto Saka Türklerinin kurduğu “İskit
Kağanlığı” olarak geçti.
Önce adresimizin belli olması açısından, “eski yurt”
olarak “bizim coğrafyalarımız” diyebileceğimiz Ural dağlarının Avrupa kısmı ile
Asya tarafını ihata edelim. İşte bu yurdun en batısında yani Kuzeydoğu Avrupa’da kurulan
İskitlerin Asya’ya doğru uzanan kısmı olan “Alpertunga Kağanlığı”,
dağılmasından sonra “Büyük Hun Devleti” adını aldı. Yani Mete Han’ın Kağanlığı…
Bir zaman sonra Asya Hun Devleti’nin devamı olarak “Avrupa Hunları” ve “Akhunlar/Eftalitler”
de Proto Türklerin organizasyonları durumunda tarih sahnesine çıktılar.
Hunlardan sonra, sıra Oğuzlulara yani bizimkilere geldi.
Oğuzlular, Hunların devlet serisinin arkasından kurulan Göktürk serisi
devletlerin sahibi oldular. Birinci Göktürk Devleti’ni kuran hanedan, “Börülü
Sülâlesi” idi. Bu aile, kutsal olarak kabul edilmişti. Ailenin içinden çıktığı
kutsal kabile ise “Aşana/Aşene/Aşina”, hattâ “Asena” adlarıyla bilinmekte. “İkinci
Göktürkler” diyebileceğimiz Kutluk Devleti, bu seriden yani “Aşanalar”
bağlamında devam etti. Kutluklardan sonra kurulan Uygur Devleti ise, Batı
Türklerinden sayılan ama orta şeritte mukim Oğuzluların değil, Doğu Türklerinin
devletiydi. Onlardan birkaç yüz sene sonra Oğuzlular, bir kez daha tarih
sahnesine çıktılar Selçuklular ile.
Fakat Selçuklular, Aşanaoğullarından değildi; Üçokların
Kınık kolundandı ve kutsal sayılmamaktaydı. Peki, Aşana kabilesinin kutsallığı
nereden geliyordu? Bu sorunun cevabı, Hazreti Nuh ve oğlu Yafes’e bağlanmakta.
Bu itibarla tarihçiler, Türkler için “Nuhoğulları” tâbirini kullanmakta.
Şimdi kaldığımız yerden medeniyet konusuna devam edelim!
Doğulu olmanın devamı, bazı ekstrem toplumlarda hâlâ yaşamakta. Buna en bâriz örnek Türkmenler…
Medeniyetin âmentüsü
Aslında medeniyet ne kültür, ne sanat, ne de teknolojidir.
Kurulan imparatorlukların sayısıyla bütünleşen bir küme de değildir. Bunların,
hepsini içinde barındırır. Fakat burada oluşturduğumuz “küme” de medeniyeti
tarifte yetersiz kalır. Bu tarifte çok önemli bir unsur, hattâ birkaç unsur
eksiktir. Medeniyet kümesinde varlığı şart olan “elemanlar” açısından sözünü
ettiğimiz bu eksiklik sebebiyle üstte oluşturduğumuz “küme”, medeniyetin tarifinde
çok küçük bir alan işgal eder. Bu nedenle ortaya çıkan müktesabata gerçek
anlamda “medeniyet” denmese gerektir; o külttür, kültürdür, belki harstır.
Üstteki medeniyet kümesinde nedir eksik olan unsurlar? “Medeniyet
insan işidir!” demeye getirdik ya, bu nedenle medeniyet kurucularının önce
insanı bina etmesi lâzım. “Rûhu ve bedeniyle insanı”... Bidâyette,
pozitif/müspet bir “insan mimarisi”, olmazsa olmaz birinci unsurdur medeniyetin
tanziminde. Sonra “insanların beraberliği” anlamında geometrik-simetrik bir
“toplum inşâsı” gerekir. Arkasından devlet ve imparatorluk gelir ki devlet ve
imparatorluk da temel olarak gerçek bir “medeniyet argümanı” sayılmaz. Lâkin
“müspet insan” ile “pozitif toplum” inşâ edenler, bu eserlerini insanlığa mâl
etmek için güce ihtiyaç duyacaklardır. Bu nedenle “insan ve toplum”un
arkasından, onların, bugünkü tarifle PR’ını/sunumunu yapan, eseri pazara
çıkartan ve pazarlayan güç odağı olarak devlet, hattâ imparatorluk enstrümanı
lâzım olur.
İmparatorluk, sadece PR ve pazarlama gücü için midir? Hayır!
Daha sonra hayata geçecek olan “medeniyet paradigması”nı oluşturmak ve geniş
coğrafyalara ve buralardaki işleyişi temin için de “maddî ve mânevî güce” sahip
olmanın yegâne yoludur imparatorluk. Bu yüzden başlangıçtan beri tüm
medeniyetlerin, birer imparatorluğun periferisinde şekillendiğini görüyoruz.
Meselâ Mısır Medeniyeti böyledir, Babil Medeniyeti, Roma Medeniyeti ve Türk
Medeniyeti de. Ve bu nedenle kavimlerin medeniyet yolculuğu insan ve toplumla
şekillenir, yürüyüşüne devlet kültürüyle başlar ve imparatorluk kültüyle
devam eder.
İnsan, toplum, millet ve devletiyle birlikte geniş
coğrafyalara yayılan “kült imparatorluklar”, elinde tuttuğu bu pozitif
cevherler sebebiyle özgün kültür, sanat, bilim ve teknoloji üretir. Ve ürettiklerinin
bereketine bağlı olarak hükmettiği coğrafyayı değiştirir, geliştirir.
Arkasından, ortaya koyduğu yüksek seviyeli ve seciyeli yapı, diğer insanî
unsurlar tarafından beğenilir ve taklit edilir. İşte o zaman, medeniyet işbaşı
yapmış demektir!
Düşüncesiz medeniyet yaşamaz!
Müsbet insan ve pozitif toplumun ortaya çıkarttığı
eğitimli ve donanımlı insan profili kültürlü bir beşerî yapıyı bina ettiğinde,
sanat ve bilimin eşiğine adım atmış olmakta. Artık orası için, “Medeniyet
kuluçkası oluşmaya başlamış” denilebilir. Böyle bir toplum, aynı zamanda uygarlığın
da giriş kapısına ulaşmış demektir.
“Bilim” denilince kadim devirlerde sadece “felsefe”
anlaşılırdı. Felsefe yani insanoğlunun ürettiği derin düşünce serüveni… Bu
nedenle medeniyetlerin temelinde felsefe veya derin düşüncenin yattığını
söylemek mümkün. Bu bakımdan, çabayla devasa imparatorluklar kurulur/olur ama
düşüncesiz ve düşünürsüz medeniyet olmaz. Malûm, bunun en bâriz örneği Cengizli
İmparatorluğu olarak yaşadı tarihte.
Düşüncenin ortaya çıkması ile birlikte, artık “medenî
insan” ve “uygar toplum” parseline geçme zamanı da gelmiş demektir. İşte bu
pratiğin ilk adı ve adımıdır bilim ve sanat! Eski filozoflar, ürettikleri
düşünceleri çeşitli bilim ve sanat dallarında ifade ederlerdi. Bu nedenle felsefeciler,
düşüncelerinin pratiği olarak matematik bilirlerdi mutlaka. Peşi sıra da ya tıp
dünyasının bir parçası olur, ya kimyanın, ya fiziğin ya da diğer bilim
dallarının üstadları olurlardı. Ve mimarinin, heykelin, resmin, müziğin,
tiyatronun…
Günümüzde bilim dalları, total olarak felsefenin içerisinde ifade edilmiyor. İnsanlar (ya da yüksek seviyeli insanlar) önce filozofide ustalaşıp sonra doktor, kimyager, fizikçi ya da ressam, müzisyen olmuyorlar. Bu mesleklerin eğitimini doğrudan doğruya alarak hayata dâhil oluyorlar. İşte bu nedenle zamanımızın medeniyetinin en eksik tarafı, felsefe olarak kendisini gösteriyor!
Ama artık felsefî düşünceyi de sosyoloji, psikoloji gibi
teorik bilimlerde temsil etme durumu hâsıl olmuş durumda. Bunların felsefî
bütünlüğü ifade etmekte yeterli olmadığını ise söylemeliyiz. Bu nedenle
“Zamanımızın temel eksiği nedir?” diye bir sual sorulursa, denir ki, “Felsefe
ve bağlı olarak filozof”…
Şayet bir medeniyetin “filozofu” eksik olursa, onun tarifine
kuşkuyla bakmak gerekir “Acaba medeniyet mi, değil mi?” diye. Tarihe göre,
medeniyetlerin temel insan profili olarak geçmişte hep filozoflar çıktı
karşımıza. Yani derin düşünce insanları… Lâkin günümüz Batı uygarlığında
felsefe fukaralığı hâd safhada ve işte bu nedenle o “mutlu medeniyet” ifadesi
sözlüklerde bulunmamakta, boşuna aramayın! Peki, medeniyet mutlu değilse eksik
olan nedir? Tek kelimeyle “insan”!
Bu anlamda, Doğu medeniyetinin Batı uygarlığından daha
üstün olduğunu söylemek mümkün. Hattâ Doğu medeniyeti, bir bakımdan “yüksek
düşünce medeniyeti” olarak kendisini göstermişti ve insan odaklıydı. Günümüz
Batı uygarlığı ise bırakın filozofiyi, bilime de değil, sadece teknolojiye
ağırlık vermiş durumda. Öyle ki, tapınma noktasında... Elbette
teknolojinin temelinde çeşitli bilimsel disiplinlerin yattığını da söylemek
durumundayız. Lâkin bu disiplinlerin de günümüzdeki nihâî amacı, teknolojiyi
daha da geliştirmekle ilgili. Onun için teknoloji hep önde görünüyor.
Oysa Doğu medeniyeti, insana büyük değer veren
özelliğiyle altı çizilesi bir paradigmanın sahibi. Bu nedenle Doğulu olmanın
devamı, bazı ekstrem toplumlarda hâlâ yaşamakta. Buna en bâriz örnek
Türkmenler…
Söz konusu toplum hâlâ medeniyetin kök hücresini
oluşturan, “güzel insan-sağlam toplum” yapısının sahibi olarak karşımıza çıkıyor.
Batı uygarlığı ise insan konusunda topal kalmış durumda. Hattâ o cihette
insanın hiç önemsenmediğini söyleyebiliriz. Buna bağlı olarak, “temelsiz toplumlar”
Batı uygarlığının çözümsüz problemi durumunda.
Batı uygarlığının temel sistematiği diyebileceğimiz kapitalizmin
“İnsan insanın kurdudur!” mottosu, aynı zamanda “kurtlaşmış insan”ın,
beşeriyetin ve aynı zamanda bizzat Batı uygarlığının kendisinin de kurdu
olduğunu göstermektedir, gösterecektir. Teknolojide zirveye ulaşmış olan
Batılıların bu teknolojik aparatlarını insanın aleyhine kullanmalarının temel dayanağı
budur. Yani “İnsan insanın kurdudur!” ana fikri...
Yine Batı uygarlığının eseri olan komünizm sistematiği de
kurtlaşmış insanın masum insan kuzusuna neler yapabileceğini göstermesi
açısından kötü bir örnek olarak yaşandı. 20’nci yüzyılı mutsuzluğa/umutsuzluğa
boyayıp insanlığı kan revan içinde bıraktı ve göçtü. Tıpkı aynı aklın eseri
olan ve yarattığı kan denizinde boğulan faşizm gibi…
“Göçtü, boğuldu” dedik de, aslında komünizm de, faşizm de
20’nci yüzyılla bitmiş değil. Artık her ikisi de kapitalizmin karnında temsil
edilmekte. Zaten aynı ananın rahminden doğmuştu; şu anda aynı rahim içinde
potansiyel ve her an doğmaya gebe!