Doğu medeniyetinde insan: Türkmen Medeniyeti

Günümüzde bilim dalları, total olarak felsefenin içerisinde ifade edilmiyor. İnsanlar (ya da yüksek seviyeli insanlar) önce filozofide ustalaşıp sonra doktor, kimyager, fizikçi ya da ressam, müzisyen olmuyorlar. Bu mesleklerin eğitimini doğrudan doğruya alarak hayata dâhil oluyorlar. İşte bu nedenle zamanımızın medeniyetinin en eksik tarafı, felsefe olarak kendisini gösteriyor!

YAZIYA öncelikle bir medeniyet tarifi yaparak girelim. En basit ve kısa tarifiyle medeniyet, “tüm insanlığın, dünyadaki ilk gününden bugününe kadar her konuda ürettiği pozitif değerlerin bütünüdür”. Medeniyet masaya gelince hep şu yanlış yapılır: Kimine göre medeniyet, kültürdür; kimine göre sanattır, kimine göre düşüncedir/felsefedir. Hattâ kimine göre sadece teknolojik gelişmedir.  

Biz Türkler ve Türkmenler açısından ise medeniyet, tarih içerisinde kurduğumuz devletlerin sayısıyla ölçülür. Bu anlamda, meselâ “Hun Medeniyeti”, “Göktürk Medeniyeti”, “Selçuklu” ve “Osmanlı Medeniyeti” denir. Ama bir kısım tarihçiler diyorlar ki, “Bu kategorizasyon doğru sayılmaz. Çünkü aslolan, hepsine birden ‘Türk Medeniyeti’ demektir”. Doğrudur, lâkin burada bir küçük kategori daha yapmak durumundayız: Asya’daki Türk toplumları için genel olarak “Bozkırlılar” diyoruz. Bu tariften hareketle Bozkırlıları, “Batı Türkleri ve Doğu Türkleri” ayrımını atlayarak “Ön (Proto) Türkler ve Oğuzlu Türkler (Türkmenler)” olarak ikiye ayıralım istiyoruz. 

Proto Bozkır tarihi açısından karanlık sayılan dönemlerde kurulan imparatorluklar ve bağlı olarak medeniyetler, Proto Türklerin sahipliğinde gelişti. Onlara “Proto Türk organizasyonları” demek mümkün. Bunlardan en çok bilineni, tarihe Proto Saka Türklerinin kurduğu “İskit Kağanlığı” olarak geçti. 

Önce adresimizin belli olması açısından, “eski yurt” olarak “bizim coğrafyalarımız” diyebileceğimiz Ural dağlarının Avrupa kısmı ile Asya tarafını ihata edelim. İşte bu yurdun en batısında yani Kuzeydoğu Avrupa’da kurulan İskitlerin Asya’ya doğru uzanan kısmı olan “Alpertunga Kağanlığı”, dağılmasından sonra “Büyük Hun Devleti” adını aldı. Yani Mete Han’ın Kağanlığı… Bir zaman sonra Asya Hun Devleti’nin devamı olarak “Avrupa Hunları” ve “Akhunlar/Eftalitler” de Proto Türklerin organizasyonları durumunda tarih sahnesine çıktılar.

Hunlardan sonra, sıra Oğuzlulara yani bizimkilere geldi. Oğuzlular, Hunların devlet serisinin arkasından kurulan Göktürk serisi devletlerin sahibi oldular. Birinci Göktürk Devleti’ni kuran hanedan, “Börülü Sülâlesi” idi. Bu aile, kutsal olarak kabul edilmişti. Ailenin içinden çıktığı kutsal kabile ise “Aşana/Aşene/Aşina”, hattâ “Asena” adlarıyla bilinmekte. “İkinci Göktürkler” diyebileceğimiz Kutluk Devleti, bu seriden yani “Aşanalar” bağlamında devam etti. Kutluklardan sonra kurulan Uygur Devleti ise, Batı Türklerinden sayılan ama orta şeritte mukim Oğuzluların değil, Doğu Türklerinin devletiydi. Onlardan birkaç yüz sene sonra Oğuzlular, bir kez daha tarih sahnesine çıktılar Selçuklular ile.

Fakat Selçuklular, Aşanaoğullarından değildi; Üçokların Kınık kolundandı ve kutsal sayılmamaktaydı. Peki, Aşana kabilesinin kutsallığı nereden geliyordu? Bu sorunun cevabı, Hazreti Nuh ve oğlu Yafes’e bağlanmakta. Bu itibarla tarihçiler, Türkler için “Nuhoğulları” tâbirini kullanmakta. 

Şimdi kaldığımız yerden medeniyet konusuna devam edelim!

Doğulu olmanın devamı, bazı ekstrem toplumlarda hâlâ yaşamakta. Buna en bâriz örnek Türkmenler… 

Medeniyetin âmentüsü

Aslında medeniyet ne kültür, ne sanat, ne de teknolojidir. Kurulan imparatorlukların sayısıyla bütünleşen bir küme de değildir. Bunların, hepsini içinde barındırır. Fakat burada oluşturduğumuz “küme” de medeniyeti tarifte yetersiz kalır. Bu tarifte çok önemli bir unsur, hattâ birkaç unsur eksiktir. Medeniyet kümesinde varlığı şart olan “elemanlar” açısından sözünü ettiğimiz bu eksiklik sebebiyle üstte oluşturduğumuz “küme”, medeniyetin tarifinde çok küçük bir alan işgal eder. Bu nedenle ortaya çıkan müktesabata gerçek anlamda “medeniyet” denmese gerektir; o külttür, kültürdür, belki harstır. 

Üstteki medeniyet kümesinde nedir eksik olan unsurlar? “Medeniyet insan işidir!” demeye getirdik ya, bu nedenle medeniyet kurucularının önce insanı bina etmesi lâzım. “Rûhu ve bedeniyle insanı”... Bidâyette, pozitif/müspet bir “insan mimarisi”, olmazsa olmaz birinci unsurdur medeniyetin tanziminde. Sonra “insanların beraberliği” anlamında geometrik-simetrik bir “toplum inşâsı” gerekir. Arkasından devlet ve imparatorluk gelir ki devlet ve imparatorluk da temel olarak gerçek bir “medeniyet argümanı” sayılmaz. Lâkin “müspet insan” ile “pozitif toplum” inşâ edenler, bu eserlerini insanlığa mâl etmek için güce ihtiyaç duyacaklardır. Bu nedenle “insan ve toplum”un arkasından, onların, bugünkü tarifle PR’ını/sunumunu yapan, eseri pazara çıkartan ve pazarlayan güç odağı olarak devlet, hattâ imparatorluk enstrümanı lâzım olur.

İmparatorluk, sadece PR ve pazarlama gücü için midir? Hayır! Daha sonra hayata geçecek olan “medeniyet paradigması”nı oluşturmak ve geniş coğrafyalara ve buralardaki işleyişi temin için de “maddî ve mânevî güce” sahip olmanın yegâne yoludur imparatorluk. Bu yüzden başlangıçtan beri tüm medeniyetlerin, birer imparatorluğun periferisinde şekillendiğini görüyoruz. Meselâ Mısır Medeniyeti böyledir, Babil Medeniyeti, Roma Medeniyeti ve Türk Medeniyeti de. Ve bu nedenle kavimlerin medeniyet yolculuğu insan ve toplumla şekillenir,  yürüyüşüne devlet kültürüyle başlar ve imparatorluk kültüyle devam eder. 

İnsan, toplum, millet ve devletiyle birlikte geniş coğrafyalara yayılan “kült imparatorluklar”, elinde tuttuğu bu pozitif cevherler sebebiyle özgün kültür, sanat, bilim ve teknoloji üretir. Ve ürettiklerinin bereketine bağlı olarak hükmettiği coğrafyayı değiştirir, geliştirir. Arkasından, ortaya koyduğu yüksek seviyeli ve seciyeli yapı, diğer insanî unsurlar tarafından beğenilir ve taklit edilir. İşte o zaman, medeniyet işbaşı yapmış demektir!

Düşüncesiz medeniyet yaşamaz!

Müsbet insan ve pozitif toplumun ortaya çıkarttığı eğitimli ve donanımlı insan profili kültürlü bir beşerî yapıyı bina ettiğinde, sanat ve bilimin eşiğine adım atmış olmakta. Artık orası için, “Medeniyet kuluçkası oluşmaya başlamış” denilebilir. Böyle bir toplum, aynı zamanda uygarlığın da giriş kapısına ulaşmış demektir. 

“Bilim” denilince kadim devirlerde sadece “felsefe” anlaşılırdı. Felsefe yani insanoğlunun ürettiği derin düşünce serüveni… Bu nedenle medeniyetlerin temelinde felsefe veya derin düşüncenin yattığını söylemek mümkün. Bu bakımdan, çabayla devasa imparatorluklar kurulur/olur ama düşüncesiz ve düşünürsüz medeniyet olmaz. Malûm, bunun en bâriz örneği Cengizli İmparatorluğu olarak yaşadı tarihte.  

Düşüncenin ortaya çıkması ile birlikte, artık “medenî insan” ve “uygar toplum” parseline geçme zamanı da gelmiş demektir. İşte bu pratiğin ilk adı ve adımıdır bilim ve sanat! Eski filozoflar, ürettikleri düşünceleri çeşitli bilim ve sanat dallarında ifade ederlerdi. Bu nedenle felsefeciler, düşüncelerinin pratiği olarak matematik bilirlerdi mutlaka. Peşi sıra da ya tıp dünyasının bir parçası olur, ya kimyanın, ya fiziğin ya da diğer bilim dallarının üstadları olurlardı. Ve mimarinin, heykelin, resmin, müziğin, tiyatronun…   

Günümüzde bilim dalları, total olarak felsefenin içerisinde ifade edilmiyor. İnsanlar (ya da yüksek seviyeli insanlar) önce filozofide ustalaşıp sonra doktor, kimyager, fizikçi ya da ressam, müzisyen olmuyorlar. Bu mesleklerin eğitimini doğrudan doğruya alarak hayata dâhil oluyorlar. İşte bu nedenle zamanımızın medeniyetinin en eksik tarafı, felsefe olarak kendisini gösteriyor!


Ama artık felsefî düşünceyi de sosyoloji, psikoloji gibi teorik bilimlerde temsil etme durumu hâsıl olmuş durumda. Bunların felsefî bütünlüğü ifade etmekte yeterli olmadığını ise söylemeliyiz. Bu nedenle “Zamanımızın temel eksiği nedir?” diye bir sual sorulursa, denir ki, “Felsefe ve bağlı olarak filozof”… 

Şayet bir medeniyetin “filozofu” eksik olursa, onun tarifine kuşkuyla bakmak gerekir “Acaba medeniyet mi, değil mi?” diye. Tarihe göre, medeniyetlerin temel insan profili olarak geçmişte hep filozoflar çıktı karşımıza. Yani derin düşünce insanları… Lâkin günümüz Batı uygarlığında felsefe fukaralığı hâd safhada ve işte bu nedenle o “mutlu medeniyet” ifadesi sözlüklerde bulunmamakta, boşuna aramayın! Peki, medeniyet mutlu değilse eksik olan nedir? Tek kelimeyle “insan”! 

Bu anlamda, Doğu medeniyetinin Batı uygarlığından daha üstün olduğunu söylemek mümkün. Hattâ Doğu medeniyeti, bir bakımdan “yüksek düşünce medeniyeti” olarak kendisini göstermişti ve insan odaklıydı. Günümüz Batı uygarlığı ise bırakın filozofiyi, bilime de değil, sadece teknolojiye ağırlık vermiş durumda. Öyle ki, tapınma noktasında...  Elbette teknolojinin temelinde çeşitli bilimsel disiplinlerin yattığını da söylemek durumundayız. Lâkin bu disiplinlerin de günümüzdeki nihâî amacı, teknolojiyi daha da geliştirmekle ilgili. Onun için teknoloji hep önde görünüyor. 

Oysa Doğu medeniyeti, insana büyük değer veren özelliğiyle altı çizilesi bir paradigmanın sahibi. Bu nedenle Doğulu olmanın devamı, bazı ekstrem toplumlarda hâlâ yaşamakta. Buna en bâriz örnek Türkmenler…

Söz konusu toplum hâlâ medeniyetin kök hücresini oluşturan, “güzel insan-sağlam toplum” yapısının sahibi olarak karşımıza çıkıyor. Batı uygarlığı ise insan konusunda topal kalmış durumda. Hattâ o cihette insanın hiç önemsenmediğini söyleyebiliriz. Buna bağlı olarak, “temelsiz toplumlar” Batı uygarlığının çözümsüz problemi durumunda. 

Batı uygarlığının temel sistematiği diyebileceğimiz kapitalizmin “İnsan insanın kurdudur!” mottosu, aynı zamanda “kurtlaşmış insan”ın, beşeriyetin ve aynı zamanda bizzat Batı uygarlığının kendisinin de kurdu olduğunu göstermektedir, gösterecektir. Teknolojide zirveye ulaşmış olan Batılıların bu teknolojik aparatlarını insanın aleyhine kullanmalarının temel dayanağı budur. Yani “İnsan insanın kurdudur!” ana fikri... 

Yine Batı uygarlığının eseri olan komünizm sistematiği de kurtlaşmış insanın masum insan kuzusuna neler yapabileceğini göstermesi açısından kötü bir örnek olarak yaşandı. 20’nci yüzyılı mutsuzluğa/umutsuzluğa boyayıp insanlığı kan revan içinde bıraktı ve göçtü. Tıpkı aynı aklın eseri olan ve yarattığı kan denizinde boğulan faşizm gibi…

“Göçtü, boğuldu” dedik de, aslında komünizm de, faşizm de 20’nci yüzyılla bitmiş değil. Artık her ikisi de kapitalizmin karnında temsil edilmekte. Zaten aynı ananın rahminden doğmuştu; şu anda aynı rahim içinde potansiyel ve her an doğmaya gebe!