
GÖZÜMÜZLE göremediğimiz,
kulağımızla duyamadığımız, kokusunu ve tadını alamadığımız, dokunup
hissedemediğimiz, laboratuvar sonuçları olmasa belki varlığını asla
bilemeyeceğimiz, en azından emin olmayacağımız bir virüs ortaya çıktı. Ve bize
doğru bildiklerimizin, düşündüğümüz kadar doğru olmadığını gösterdi.
Belki
yaşım, belki de hayata bakış perspektifim nedeniyle ilk çıktığı zaman çok fazla
önem vermemiştim bu haberlere. Herkes gibi komplo teorileri ürettim. Sonra
yayıldıkça yayıldı. Yaşadığım topraklara kadar geldi. Bu süreçte çabasını
herkesin takdir ettiği kişi kameraların karşısına geçip ilk vakayı
açıkladığında bir şeyler anladım, anlamaya başladım. Fakat asıl yüzleşmem, ilk
ölüm haberiyle oldu; sayılar gitgide artıp da bizim için sayıların önemli
olduğu günlere geldiğinde…
Doğruların
doğru, yanlışlarımızın yanlış olmadığını gösteren bir karantina sürecine
girdik. Birçok insandan farklı olarak evde kalmak bana korkutucu gelmiyordu,
hattâ içten içe mutlu ediyordu beni. Son bir iki senedir okul ve diğer meşgalelerin
getirdiği sorumluluklar nedeniyle çok fazla uzaklaşmıştım evden. Biraz evde
olmak, sakinleşmek iyi gelir diye düşündüm. Evde biriken işlerimi yapacaktım;
kütüphanemi, dolaplarımı düzenleyip aylardır bir köşede biriken kitaplarımı
okuyacaktım. Dışarıda görünmez kapan, insanları içine çekerken, ben/bizler evde
sakinleşecektim/k.
Bir
süre bu şekilde ilerledik, ailemizle vakit geçirmenin keyfine vardık. Sonra
işler çok fazla ciddîleşmeye başladı. İşten gelen babamızı öpemedik,
sarılamadık. Sokaktan gelen insana, eşyalara temkinli yaklaştık. Kardeş kardeşten,
anne kızından kaçtı. Camilerimiz kapandı. Sokakta oynayan çocukların sesini
değil, ekmekçilerin sesi duymaya başladık. Kimsenin bir iki ay evvelinde hayâl
dahi edemeyeceği bir durumun içinde bulduk kendimizi.
Sonra
sıkılmaya başladık. İşimizi, okulumuzu özledik. Her sabah belki istemeye
istemeye bindiğimiz o metro durağını, geçerken tahammül edemediğimiz Yenikapı
durağındaki akbil seslerini özledik. Ayakkabı giymeyi özledik. Sarılmayı
özledik en çok!
Bunları
özleyeceğimizi hiç tahmin etmezdik hâlbuki…
Bir
soru belirdi sonra zihinlerimizde: “Nereye kadar böyle devam edecek?” Bahane
sunduk: “Evde kalmak önemli değil, vakit bir türlü geçiyor. Asıl, belirsizlik
insanın canını sıkan…”
Yaz
için biletini aldığımız uçaklar, rezervasyon yaptırdığımız oteller vardı. Büyük
bir konferansa katılacaktık belki, belki de düğünümüz olacaktı o yaz… Mezuniyet
kıyafetimiz hazırdı, Ramazan’da hangi gün kim davet edilecek, ne zaman dışarıda
iftara gidilecek, Kadir Gecesi hangi camide idrak edilecek belliydi, plânlanmıştı…
Tüm
bu yaşananları bir kenara bırakalım ve hayatımıza bu görünmez kapanın hiç
girmediğini farz edelim… O zaman belli miydi gerçekten yapacaklarımız? Yaz plânlarımızın
iptal olmayacağından, mezuniyetimizin kusursuz gerçekleşeceğinden, iftar
sofralarımızın kocaman olacağından emin miydik? Hayır! Peki, ya bir hastalığa
yakalanıp ölmeyeceğimizden? En çok da bundan emin değildik!
Virüsün bizim doğrularımızı silip bize öğrettiği en büyük doğru buydu. Hâddimizi bildirdi. Karşımıza geçti ve “Zaten hiçbir şey bilmiyordun. Ne kadar plân yaparsan yap, O ‘Ol’ dedikten sonra ancak olur” diye yüzümüze çarptı doğruları. Şükrü öğretti sonra. Yukarıda saydığım özlemlerimize şükrü… Kanıksadıklarımıza… Çok küçük şeylere ne kadar muhtaç olduğumuzu, onlarsız ne kadar eksik hissettiğimizi, yarım kaldığımızı öğretti. Silkeledi bizi. Dünyaya kapılmış giderken dost meclislerine gitmemek için bahane uyduruyor, camilere uğramıyor, Sünnet olan sıla-i rahimden kaçıyorduk. Şimdi ise dostlarımız olmadan kurulan iftar sofralarımız, camisiz, cemaatsiz bir teravihimiz ve Ramazan’ımız, akrabalarımız olmadan bir bayramımız var. Doğrularımız yanlış, yanlışlarımız doğru…