KİŞİ, bilgisinin
tesiri altındadır. Bilgi ne kadar genişse hürriyet de o doğrultu büyük olur.
Mutlak doğruda, söz ve eylemden ziyâde öz ve keşif düzeyi öne çıkar.
Keşif
düzeyi, hakikati olduğu gibi görmeye bir rücûdur.
Birey
ve toplum iki farklı ölçekle analiz edilir: Toplumlar makro düzeyde sebep-sonuç
ilişkisiyle anlaşılırken, bireyler mikro ölçekte irade, tercih, gelişme ve
değişme gibi öze ait yansımalarla şekillenir.
İnsanların
kurum içi, sosyal hayat ve sivil toplum kuruluşlarındaki yansımaları
sebep-sonuçla (makro) açıklandığı için kişinin bireysel tercihleriyle bu durum hep
karıştırılır (mikro). “Hediyeleşiniz”
bir ölçü iken, “çıkar” çatışması ve “menfaat” bu ölçüyü kırar.
Bir
insan 3 farklı etkileşim alanı içerisindedir: Birincisi kendi iç dünyası
(kendisi), diğeri ikinci bir kişi ve üçüncüsü de çevre ile olan etkileşimdir.
Bireyin
kendi iç dünyası (dalgalanma/başkalaşım) ile olan etkileşiminin sadece “ruh hâli”
olarak nitelenmesi bir çöküştür. Oysa kişinin kendi iç dünyası ile iletişimi,
büyük bir kapının ardındaki hakikati görmenin ilk adımıdır. Çevre (toplum,
sosyal ortamlar) kişinin birinci ve en önemli etkileşimini hiçleştirmiştir.
Her
ne olursa olsun, birey esastır ve kişinin tercih odaklı durumu o kişinin etkili
olduğu her şeyin merkezine oturur.
Birey
odaklı bu tür olaylarda insanın önüne tercihte bulunabileceği seçenekler çıkar.
Tercih edeceği seçenekler ne kadar artarsa, ihtimâl de o kadar düşer. Ancak bu artan seçeneklerin insanın kararına
etkisi yoktur.
Yani
seçeneklerde sadece bakış miktarı değişir, bu da insanın iç dünyası ile
ilişkilidir. Bu ise nihâî olan karar açısından/için belirsizdir. Bu şekilde kişi,
hâricindeki evren ile ilgili “sorumluluktan” kaçamaz!
Bu
durum, bir sinema salonundaki koltuk sayısı ve insanın oturacağı koltukla
ilgilidir. Koltuk sayısı arttıkça bir insanın hangi koltuğa oturacağını tahmin
etmek, hâriçteki biri için güçleşir (belirsizlik). Fakat kişi bizzat biletine
bakıp hangi koltuğa oturacağını kesin olarak bulur ve oturur.
Bir
olay gerçekleştiğinde hâriçteki bir kişi “Şu ihtimâlle kesin olarak varlık gösterdi”
diyebilirken, kişinin kendisi için o olay kesinlik arz eder. Tercih bu kadar
kesinlikle sonuca götürür insanı. “Herkes
odununu kendi götürür”, tam da buraya uygundur! Olumlu durum ise tamamen
bir ihsandır.
Bir
insanın, diğer kişiler ve toplum ile olan ilişkilerini gelenek, görenek, inanç,
aile, çevre ve bilgi düzeyi belirler. Bu hususta yazılı metinlerin olması işi
kolaylaştırıyor.
Kişinin
herhangi bir konuda “doğru tercih” için referans noktası mühimdir. Kişi bu
noktada en büyük hatâyı, “istediğini” seçmekle yapar. Oysa “istenileni” tercih
etmesi, “odunsuz” gitmektir. İstediğini seçmede referans noktası kişinin
“kendisi” iken, istenileni seçmesinde referans noktası ise iç dünyasında
kuvvetle bağlı olduğu Yaradan’dır. Varlığın yokluğa tercihi budur!
İnsan
bireysel tercihlerinde verdiği kararının gerçekleştiğini, “kaderi”
(ölçüsü/tercihi) olduğunu görür. Gerçek ve bilimsel veri budur. Bu durum toprağa
ekilen tohum misâlidir. Tohum çürümeden filiz vermez, yumurta kokmadan civciv
çıkmaz.
Bu
durumu Rıza Tevfik güzel dile getirir: “Yokluk
ukûle rehzen, varlık nedir bilinmez! Bir şüphe var ki rûşen, bilinmekle hiç
silinmez.”
Yani: Varlığın sırrı nedir, bilinmiyor. Yokluk fikri ise,
zaten bütün akılların yolunu kesmiş, meşgul ediyor. Fakat yine de bilinmekle
silinmeyen bir şüphe mevcût ve parlıyor.
Devletin
uzun soluklu olmasında esas olan bireydir, toplum değil. Toplum bireylerin
sayısıyla ilgilidir. Sayı ise nicelik olup niteliğe galebe çalarsa, o zaman bu
durum Fransız yazar Rene Guenon ifadesiyle “çağın alâmeti” olur. Çözüm de Şeyh
Edebali’nin dizelerinde hayat bulur: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!”
Evrende
her şey O’nun yaratmakta olduğu varlıklardır. Ayasofya’nın kendisiyle olan
iletişiminde doğru tercih yapılarak yapı, “özüne” döndürülmüştür. Böyle bir
insan misâli, Ayasofya’dan ezan sesleri yükselerek Rabbi ile kopuk bağı
onarılmıştır. Varlık yokluğa tercih edilmiş, “istenilen” tercih
yapılmıştır.