“YOK başka yerin lûtfu ne yazdan, ne de kıştan/
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan” sözleriyle başlayan meşhur Münir
Nurettin şarkısının en çarpıcı yeri, şüphesiz “İstanbul’u sevmezse gönül, aşkı ne anlar” kısmıdır.
Aşka yaklaşmak, aşkı görmek, fark etmek bir yana; fakat aşkı
anlamak için önce İstanbul’u sevmek gerekiyor şaire göre.
Şairlerin mısralarda verdikleri hükümler, kimi zaman
şaşırtıcı gelebilir. Herkesin bildiğinden çok farklı, genel kabullerin üstüne
çıkacak, bazen aykırı durabilecek hükümlere bile rastlanabilir.
Buradaki İstanbul sevgisi ve aşk ilişkisi öyle sayılmaz.
Çoğumuz kabul ederiz: Şair güzel söylemiş…
“Kimdir o şair?” dersek, Yahya Kemâl olduğunu düşünenler
çıkacaktır. Hem de azımsanmayacak kadar…
İstanbul’un her semtine ayrı bir şiir yazan ve “İstanbul
şairi” unvanına lâyık görülen Yahya Kemâl’in akla gelmesi makuldür. Hâlbuki bu
şiir onun değil, Behçet Kemâl Çağlar’ın kaleminden çıkmıştır.
*
“Bayrakları
bayrak yapan, üstündeki kandır/ Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır”
mısralarının şairini de bazıları Mehmet Âkif Ersoy sanmaktadır. Rastladık da
oradan biliyorum.
Mithat Cemal Kuntay’a ait olduğunu kabul ettirmek kolay
olmadı.
Büyük ihtimâl, şiirin havası böyle düşündürüyor.
Mithat Cemal’i bilmedikleri, şair olarak ancak Mehmet Âkif’i
tanıdıkları için, “Bunu olsa olsa Mehmet
Âkif yazmıştır” diyenlerin mazur görülmesi gerekir.
*
İstiklâl Marşı’nı kimin yazdığını bilmeyen de var.
Trafik polisi parodisini hatırlayacak olursak, kastımız
anlaşılır.
Polisin durdurduğu araçta sigorta yok, sürücüde ehliyet yok,
aracın muayenesi geçmiş, araba dökülüyor…
İçinde düğünden dönen Kırşehirli çalgı takımı var.
Polis, hâllerine acıyınca, bir soru soracağını, bilirlerse
serbest bırakacağını söylüyor.
Herkesin bilebileceğine inandığı, kendince gayet kolay bir
soru soruyor: “İstiklâl Marşı’nı kim yazmıştır?”
Bizim kavruk çalgıcılar aralarında müzakere ediyorlar.
“Muharrem
Emmi yazmış olamaz. Hacı Taşan desen, o da değil… Bunu olsa olsa Neşet Usta
yazmıştır” diye cevabı veriyorlar.
(Herkes, bildiğiyle bakar dünyaya.)
Polis ne yapıyor?
“Bildiniz,
hadi güle güle” deyip salıyor onları.
Bazen polisler ceza yazmak istemez.
*
Ve bazen, en uzak ihtimâl doğru cevap olabilir.
Meselâ, “Ben de
müridinim işte Mevlâna” şiiri buna en güzel örneklerden biri olsa gerek.
“Sararken
alnımı yokluğun tacı
Gönülden
silindi neşeyle acı
Kalbe
muhabbette buldum ilâcı
Ben
de müridinim işte Mevlâna
Ebede
set çeken zulmeti deldim
Aşkı
içten duydum, arşa yükseldim
Kalbten
temizlendim, huzura geldim
Ben
de müridinim işte Mevlâna...”
Bu şiirin kime ait olduğu sorulsa, doğru cevabı evvelce
bilmeyenler tahmin yürütmeye kalktıklarında yaya kalacaklardır.
“Nazım Hikmet” cevabı, belki de onları şaşırtacaktır.
*
Bu türlü şaşırmak güzeldir. Allah şaşırtmasın.
Bu konuda en güzel örnek olacak bir başka şiir, Puşkin’in
Kur’ân ilhamıyla yazdığı olsa gerek.
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in “Kur’ân’a Öykünmeler” şiirini
Ataol Behramoğlu dilimize çevirmiş:
“Sabit
yeryüzü, sabit
Göklerse,
kubbe kubbe…
Sensin
ey yüce halik!
Hükmeden
her sebebe…
Deniz,
karayı boğmaz
Kara,
yutmaz denizi
Fırtınalar
içinde
Koruyan
sensin bizi!
Sensin,
sensin ey rahim
Kula
sultanlık veren...
Ve
nur saçan Kur’an’ı
Muhammed’e
gönderen
Duvarlar
parçalansn,
Kalksın
siyah perdeler!..
Gel
Kur’an! Yetiş bize
Ruhumuza
ışık ver!”
*
Puşkin’in buna benzer birkaç şiiri daha vardır. Bilen bilir,
bilmeyip de merak eden kolayca bulabilir.
*
“Nasreddin Hoca” deyince, hepimizin aklına fıkraları gelir.
Aynı anda yüzümüze bir gülümseme yerleşir.
Hocamızın bir fıkra anlatıcısı olmadığını, insanlara ders
verme gayretiyle davrandığını, kadı, müderris ve hoca olduğunu göz ardı etmenin
ne kadar yanlış olduğunu yazan aziz arkadaşım Şaban Abak’ın bu konuda
yazdıklarını tavsiye edeyim.
“Tarifi Bende/Bir İslâm Aydını Olarak Nasreddin Hoca” kitabı,
bu konuda kaleme alınmış önemli bir eserdir.
*
Etrafındakiler, diğer hocaları örnek göstererek, Nasreddin
Hoca’ya niçin kitap yazmadığını sorarlar.
Hoca der ki, “Onların
hâfızası zayıf. Bildiklerini unutmamak için kâğıda döküyorlar. Ben öyle değilim
ki, bütün bildiklerimi aklımda tutuyorum. Niye yazayım?”.
Hocamızın fıkralarını duymayan yoktur fakat şiirinden
bahsedecek olsak, bu da pek şaşırtıcı gelecektir.
Hâdise şöyle…
Çok sıcak bir havada Hocamız eşeğiyle
giderken, Akşehir gölüne yaklaştığı sırada, hayvan epeyce susadığı için koşmaya
başlar.
O kadar hızlı koşar ki Hoca az daha düşecektir.
O sırada önüne bir kurbağa çıkar, eşek ondan ürkerek geri
çekilince, Hoca şöyle söyler:
“Aferin
su kuşu
Hoş
ettin bu işi
Ürküterek
merkebi
Sevindirdin
dervişi.”
*
Kurbağaya “su kuşu” demek ne kadar şairane, görüyorsunuz.
*
Türk hikâyeciliğinin köşe taşlarından biri olan Mustafa
Kutlu, gençlik yıllarında şiir de yazmış ve yayınlamıştır.
“Hareket” dergisinde on dört şiiri çıktığı bilinmektedir.
Bendeniz, burada Mustafa Kutlu’nun 27 yıldır bitmeyen bir
şiirinden bahsetmek istiyorum.
Bir dönem Dergâh’ta çalıştım. Sevgili Mustafa Ağabey ve Hakkı
Yanık ile beraberce dergiyi hazırlar, kitaplarla uğraşırdık.
Bir gün Mustafa Ağabey, “Hakkı,
senin için bir şiir yazıyorum” dedi. Hepimiz meraklandık. “Okuyayım bak… İlk iki mısra şöyle”
diyerek sözün gerisini şu şekilde getirdi:
“Hakkı
Baba, Hakkı Baba
Nedir
üstündeki aba?”
Aradan yıllar geçti fakat o şiirin gerisi gelmedi.
Rastlarsanız kendisine sorun, belki bir iki mısra daha
eklemiştir.