Doğan Hoca’nın Cennet’e gitmesini çok istiyorum!

Doğan Hoca gibi veya onun önerdiği gibi yaşamak, bütün bir ülkenin iftihar ettiği bir insan olmak demek... Büyük bir toplumun ortak değeri olmak demek… “Hocam, Allah’ım benim ömrümden alsın da sana versin!” duâsına nail olmak demek… Çocuğuyla yaşadığı mutluluğun gözyaşlarıyla paylaşıldığı insan olmak demek… İnsanlara faydalı olmak üzere kaç kitap yazacağı, kaç seminer veya konferans vereceği, kaç programa çıkacağı konusunda Allah’ın verdiği ömrün 84 senesini plânlamak demek…

BİR baktım, arkadaşım Betül arıyor… Açtım. Kendisinin çok riskli bir rahatsızlığı olmasına rağmen, şaşkınlık içinde, ne diyeceğini bilemeyecek bir hâlde Doğan Hoca’nın vefat ettiğini söylüyor…

Duyar duymaz eli telefona gitmiş ve bilinçsiz bir şekilde beni aramış. Doğan Hoca ile yakın dostluğumuza, onun benim için anlamına, kendi rahatsızlığını unutup bilinçsizce telefonla beni arayacak kadar şahit olanlardan biri de arkadaşım Betül…

Dile kolay, 23 senelik bir dostluk…

O 23 sene yaşadıklarımızı dünya âlem bilse, hepsi kendi inançlarında Doğan Hoca’ya duâ eder, benim gibi onun Cennet’e gitmesi çok istenirdi.

Doğan Hoca kendi acılarının, başkalarının mutluluk ve huzur vesilesi, daha doğrusu eğitim ve iş hayatını da kapsayan hayat başarısı olması için bütün hayatını adadı. Hani denir ya, “Ben yandım, el yanmasın”, tam da o! Kazandıklarını seminerlerinde, kitaplarında daha iyisini verebilmek üzere kendini geliştirmeye, güncellemeye yine başkaları için harcadı. Ve bu, son nefesine kadar böyle devam etti.

Bir ara Cihangir’de oturuyordu. Zaman zaman İletişim Gönüllüleri olarak onun evinde buluşuyorduk. Hepimiz yaşadıklarımızı, öğrendiklerimizi paylaşıyor, Doğan Hoca’nın rehberliğinde kendimizi geliştiriyorduk. Engellilerin ve ailelerinin de Doğan Hoca’nın geliştirdiği yöntemlere, ürettiği bilgilere ihtiyacı olduğu düşüncesiyle kendilerinden engellilere ve ilgililere bir seminer vermesini talep ettim. Önce kendisinin bu konuda uzman olmadığını ve uzman birisinin böyle bir seminer vermesinin daha doğru olacağını söyledi. Maalesef o yıllarda bu sahada herhangi bir uzmanın olmadığını söyledik ve bu konuyla ilgili bilmek istediği ne varsa kendisine temin edebileceğimizi bildirdik. Hiç bir zaman baştan savma, geçiştirme gibi bir özelliği olmadığından, farklı engelli ve yakınlarını temsilen farklı kişilerle buluşmak istediğini söyledi. Tophane’deki Engelliler Merkezi’nde böyle bir grupla buluşturduk. Hocamız ihtiyacı gördü ve katkı verebileceğine ikna oldu. Bütün ciddiyetiyle kollarını sıvadı.

Grup olarak buluşmamızda toplantının sloganını üretmemiz gerektiğini söyledi. Bütün dünyanın engelli yaklaşımı hâline gelmesi gereken şu sloganı yine kendisi üretti: “Canda özür yok!”

Bu sloganı, medeniyetimizin kaynaklık ettiği, “Oğlum, canın büyüğü, küçüğü mü olur?” analığının sözüne dayandırdı. Çok iyi duyuramamış olmamıza rağmen İstanbul’un yanı sıra Türkiye’nin farklı illerinden katılan misafirlerin katılımıyla İstanbul’un güzide salonlarından Cemal Reşit Rey dolmuştu. İlk defa engelliler olarak değerli, güvenilir, doğal, sevilmeye lâyık olduğumuzla ilgili delilleri ve bilgileri öğrenmiş, aksi davranışların olduğu durumlarda neler yapabileceğimizle ilgili yöntemleri edinmiştik.

Bu vizyon ve yöntemler, genelde yok sayılan, anormal kabul edilen, genelde kendilerinden kaçılan ve hâliyle değersiz oldukları hissettirilen, bir iş yapabileceğine güvenilmeyen ve sevilmediğini hisseden engellilere ilâç oldu. Bu seminerleri Türkiye Beyazay Derneği projeleri vesilesiyle tekrar ettik. Sonuncusunu da Beyazay’ın Cevher Sohbetleri’nde verdi.


Kayseri’deki program esnasında yemekten sonra arkadaşlar benim doğum günüm için bir sürpriz yaptılar. Ben o günün doğum günüm olduğunu unutmuştum ve doğum günü kültürüm olmadığını fark eden Doğan Hoca, hayatımda ilk defa duyduğum şöyle bir soru sordu: “Lokman, ilk olarak sen, doğum gününün ne zaman farkına vardın?”

Soruyu anlayamamıştım. Açıklık getirdi: “Ben doğum günü diye bir şeyimin olduğunun farkına 23 yaşında vardım. Üniversitedeyken bizim sınıfta kızlar çoğunluktaydı ve durumları iyi olan ailelerin çocuklarıydı. Bir gün benim doğum günümü kutlamışlardı…”

Ne ilginçtir ki, benim de doğum günüm ilk defa 23 yaşımdayken ve üniversitedeyken kutlanmıştı. Belki birtakım vesilelerle değerli olduğumuzu hissediyorduk ama bu şekilde pek de hissetmemiştik. Elbette ailelerimiz bizim için her türlü fedakârlığı yaparlar, gerekirse hayatlarını da verirlerdi ama her nedense sevgilerini hissettirmezlerdi. Yapan fakat belli etmeyen veya belli edemeyen, dışa vuramayan, sanki pazarlayamayan özelliği sebebiyle toplumumuzu sevda derecesinde seviyorduk.

***

·       Doğan Hoca’nın hiçbir zaman yalan söylediğine veya hakikati hatır için dahi olsa eğip büktüğüne rastlamadım.

·       Eğer bir gerçeği keşfetmiş veya öğrenmiş ise ne ekonomik, ne mâkâmcı, ne de herhangi bir menfaat kaygısıyla o keşfettiği veya öğrendiği hakikate ters bir davranışta bulunmamıştır.

·       Kişisel bütünlüğüne yani özü, sözü ve davranışlarının birbiriyle uyumlu olmasına ters bir söz ve davranışına rastlamadım.

·       İnsanların kendilerinin bile farkında olmadığı iyi yönlerini kendilerine söylemiş, ancak inanmadığı veya muhatabının hak etmediği hiçbir iltifatı kendilerine söylememiştir. Kendisinden iyi ve güzel bir söz veya muamele gördüyseniz, temin ederim ki inandığı söz ve muamele o olduğu için söylemiş veya yapmıştır.

·       Sadece kendi toplumumuzun değil, bütün insanlığın iyiliğini, mutluluğunu, huzurunu ve doyumunu istemiş ve bunlar için çalışmıştır.

·       Hiç kimseyi yargılamamış, inancından, siyâsî görüşünden, hâsılı herhangi bir farklılığından dolayı kimseyi dışlamamış, aşağılamamış veya hor görmemiştir.

·       Farklı kesimlerin kendi görüş ve yaklaşımları doğrultusunda kendisini istismar etmelerine de müsaade etmemiştir.

Bunlar gibi sayısız özelliğini sayabilirim. Düşünebiliyor musunuz, benim mutlu bir insan olduğumu düşünüp mutlu olan ve mutluluk kahkahaları atmak için ortalama ayda bir kez telefonla arayan bir insanın bu özelliğine ne diyeceksiniz?

Ne vefa, ne de fedakârlık kelimesi bunu karşılayabiliyor. Bunun gibi nice iyi, hoş ve güzel özellik… Böyle bir insanın Cennet’te olması ne kadar güzel olur, değil mi?

İnşallah sizler de Cennet’e gidersiniz… Gittiğinizde de oralarda Doğan Hoca’yı gördüğünüzü düşünün. Ne kadar güzel ve hoş olurdu!

Doğan Hoca’nın vefatına milyonlarca insan çok üzüldü. Bu da bana başka bir ümit verdi. Bu insanlar onu yukarıda ifade ettiğim türden sayısız güzel ve hoş özellikleri sebebiyle sevdiler. Demek ki, iyiyi, güzeli insanlar seviyor. İyiyi, güzeli, doğruyu seven insanlar… Hele bir de bunları yaptığımızı düşünün… Hep böyle insanların bulunduğu bir Cennet… Böyle insanlar, gittikleri veya bulundukları her yeri cennete çevirirler Allah’ın izniyle…

Doğan Hoca gibi veya onun önerdiği gibi yaşamak, bütün bir ülkenin iftihar ettiği bir insan olmak demek... Büyük bir toplumun ortak değeri olmak demek… “Hocam, Allah’ım benim ömrümden alsın da sana versin!” duâsına nail olmak demek… Çocuğuyla yaşadığı mutluluğun gözyaşlarıyla paylaşıldığı insan olmak demek… İnsanlara faydalı olmak üzere kaç kitap yazacağı, kaç seminer veya konferans vereceği, kaç programa çıkacağı konusunda Allah’ın verdiği ömrün 84 senesini plânlamak demek… Böyle yaşamak hiç de zor değil! Sadece içimizdeki kötü duygulardan kurtulmak, kültürümüze bulaşıp ezberimiz hâline gelmiş yanlışlardan uzaklaşmak, hakkaniyet kaygısı içinde olmak yeter de artar bile.

Selâm olsun bunları yapabilenlere!

Selâm olsun yapmak için gayret edenlere!