Doç. Dr. Hasan Doğan: İslâm hukukunda savaş “meşrûiyet” bekler mi?

“Savaş dışındaki çatışmalar uluslararası hukuku değil, o devletin ceza hukukunu ilgilendirir. Örneğin PKK terör örgütüne karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli güvenlik birimlerinin verdiği mücadele bir savaş değil, iç çatışma olmaktadır ve dolayısıyla terör örgütü mensupları, Türk Ceza Kanunu’na muhataptırlar.” (“İslâm Hukukunda Savaş ve Meşruiyeti”, Doç. Dr. Hasan Doğan)

“Üstümüze kılıç çekilmedikçe, ülkemize, tebaama cefâ edilmedikçe, bizden kimseye zarar gelmez.” (Fatih Sultan Mehmet)

YEMEN üzerinden yaşanan Suudi Arabistan-İran gerilimi, Suriye üzerinden yaşanan ABD-Rusya-Türkiye-İran gerilimi, Keşmir üzerinden yaşanan Pakistan-Hindistan gerilimi, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz üzerinden yaşanan Türkiye-Yunanistan-Avrupa Birliği gerilimi listesi uzarken, Keşmir’den tutun Libya’ya, Yemen’e, Sudan’a, Suriye’ye, Filistin ve Kıbrıs’a kadar birçok yerde savaşlar, çatışmalar ve terör yaşanıyor.

Tüm bu saydığımız bölgelerin tamamında Türkiye, bir şekilde taraf ya da aktif rol almış durumda. Venezuela’ya açık darbe girişimi, Cemal Kaşıkçı’nın katledilmesi veya Mursi’nin mahkemede canlı yayında şehadeti gibi birçok gelişme, küresel sistemin alarm verdiğinin ispatı.

Dünyadaki tüm bu gerilimler, küresel güçlerin kendi çıkarları uğruna tamamen keyfî gerekçelerle savaş başlatmaları ve milyonlarca insanın ölüm ve açlığa mahkûm olmaları daha ne kadar kabul edilebilir?

Türkiye bu duruma rızâ göstermemiş, tarihini inkâr ve sınırına kadar gelmiş insanları da ölüme terk etmemiş, Anadolu rûhuna uygun olarak gönlünü açıp ekmeğini paylaşmıştır.

Türkiye, Suriye’de yaşanan savaşın insanî boyutunun yanı sıra kendisine kurulan tuzağı görmüş, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtlarında olduğu gibi küresel güçlerin bize rağmen kurdukları oyunu Suriye Millî Ordusu ile birlikte bozmak üzere 9 Ekim 2019 tarihinde ABD’ye rağmen Barış Pınarı Harekâtı’nı başlatmıştır.

Ne ABD’nin, ne de Avrupa’nın öngöremediği bir hızla genişleyen harekâtta, TSK’nın tecrübesi ve kapasitesi ile beraber Suriye Millî Ordusu’ndaki mücadeleci rûhla birlikte elde edilen başarıya tüm dünya şâhit olmuştur. Öyle ki, ABD Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, “Eğer anlaşma yapmasaydık, Türkiye zaten kısa zamanda tüm bölgeyi elde etmiş olacaktı” itirafında bulunmuştur.

ABD’de gündem kilitlenmiş, tüm ABD medyası ve Kongre üyeleri Türkiye’yi konuşmaya başlamış, dört bir koldan yağan şantaj, tehdit ve sair tepkilerle operasyonu durdurma çağrılarına kulak asmayan Devletimizin haklı tezlerinin kabul edilmesi noktasına gelinmiştir. Bu sebeple ABD Başkanı Donald Trump, tam yetkili geniş bir heyeti Ankara’ya göndermek zorunda kalmıştır.

Nihâyet makalemizi kaleme aldığımız günlerde “Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın zaferi” ve “Türkiye’nin askerî ve diplomatik başarısı” şeklinde yazılıp konuşulan mutabakat metni, ABD ile Türkiye arasında imzalanmıştır.

ABD’nin Türkiye’ye boyun eğdiği ve Rusya’nın diyalogda olduğu bir Suriye krizinde, Avrupa kendi kendine teröristler için bağırıp çağıran ama kimsenin dikkate almadığı bir konumdadır. Sonuçta Merkel, Macron ve Johnson, Türkiye’ye geleceklerini ve Sayın Erdoğan ile görüşmek istediklerini iletmiş, Türk dünyası liderlerinin Türkiye’ye destek mesajları ve Bakü’deki birlik görüntüsü ise hafızalarda yerini almıştır.

Tabiî bir de kimsenin umursamadığı “Arap Ligi” üyesi ülkelerin yöneticisi durumundaki kuklaların aldıkları kararlar var ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın beyanıyla bu kararları muhatap almadığını ilân etmiş, ülkemizin güçlü siyâsî liderliği, ordusuyla yekvücûd olmuş milletin gerektiğinde güç kullanmaktan kaçınmayacağı ve baskılara boyun eğmeyeceği dosta düşmana hatırlatılmıştır. Bu mesaj, elbette sadece “Arap Ligi” ya da AB’ye değil tüm dünyaya verilmiş, bu vesîleyle “Nasıl devlet olunur?” ve “Nasıl millet olunur?” sorularının cevabı da ortaya konulmuştur.

Tüm bunların olup bittiği zamanlarda, dünya beşten büyük ise -ki öyle-, küresel meşrûiyetin nasıl sağlanabileceğini sorguladığımız bir ortamda, “İslâm Hukukunda Savaş ve Meşrûiyeti” adlı bir kitaba rastladım. İsmine bakınca, kitap için “Zor zamanda çalışılmış bir konu” diye düşündüm. 2018 yılında basılan kitabın ismi kadar yazarı da ilginç bir isim: “Hasan Doğan”…

Belki akademik yönü pek bilinmeyen Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü ve Büyükelçi Doç. Dr. Hasan Doğan Bey’in dünya siyâsî tarihine geçmiş önemli bir siyâsî lider olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yıllarca en yakınında olması, kitaba ayrı bir değer katıyor.

Çünkü Türkiye gibi çok önemli bir ülkenin bölgesel ve küresel devletlerle ilişkileriyle birlikte birçok yerel ve bölgesel konuda verilen mücadelelere dair en mahrem devlet işlerine vâkıf olunacak bir görevde uzun zamandır bulunması ve böyle bir konuyu çalışmış olması, bir o kadar dikkat çekici!

Konu seçimi bir anlamda, jeostratejik bir merkez ülke olan Türkiye’nin yaşadığı olağanüstü olaylar ile bu yıllar boyunca devletin dümeninde bulunan siyâsî liderliğin ve devlet kadrolarının alınan kararlarda devletin ve milletin bekâsına yönelik çıkarlarını gözetmesinin yanı sıra bilinçaltında hangi inanç disiplini ile vicdan muhasebesinin yapıldığının da bir dışa vurumu sayılabilir.

Tabiî benimki bir yorum, ama öyle ya da böyle, Sayın Doğan’ın siyâsî, hukukî ve askerî meşrûiyetin yanı sıra İslâm dini açısından savaşın meşrûiyetini çalışmış olması, Türkiye’nin içinden geçtiği süreçler ve hassas görevi dikkate alınınca ilgi çekici olmaktan öte takdire değer bir detay!

Ayrıca Doğan kitabına, Mâide Sûresi’nin sekizinci âyetiyle, “Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun!” ifadesiyle başlayarak bir anlamda sonuç kısmını da işaret etmiş.

Türkler ve savaş ahlâkı

“İslâm Hukukunda Savaş ve Meşrûiyeti” adlı kitabı okuduğum günlerde, Suriye’nin kuzeyinde oluşturulması plânlanan güvenli bölge amacıyla “Barış Pınarı Harekâtı”nı başlatan Türkiye, ABD’yi dize getirerek 30 kilometre derinliğindeki “Güvenli Bölge” tezini kabul ettirmişti.

40 yıldır terörle mücadele ederek binlerce şehit veren ve dört milyona yakın Suriyeli kardeşimizi yıllardır misafir eden Türkiye, uluslararası hukuktan doğan meşrûiyetin yanında insanî, askerî ve siyâsî açıdan her türlü meşrûiyeti fazlasıyla elde bulundurmanın gereğiyle sahada olduğu gibi masada da kazanmayı bildi.

Dünya gündemi, Türkiye tarafından yapılmakta olan askerî harekât ile meşgûlken ve gündem askerî operasyonlara odaklanmışken, “asker millet” olarak bilinen Türklerin savaşmak için geçmişten bu yana hangi motivasyonla hareket ettiği hususunda ilginç bir tespitle karşılaştım:

“Yusuf Has Hacîb’in yazdığı, Türk kültür ve düşünce tarihinin en önemli kaynaklarından biri olan Kutadgu Bilig’in, ‘kişileri her iki dünyada da ‘kut’a/saadete eriştirmeye yarayan bilgileri’ konu edinen bir eser olması dolayısıyla mahiyet itibarıyla ‘Sun Tzu’nun Savaş Sanatı’ ya da ‘Machiavelli’nin Savaş Sanatı’ adlı savaş sanatlarıyla ilgili eserlerden farklı olduğu şüphesizdir.

Eserde işlerin, insan için en değerli hazîne olan bilgi ve anlayışla düzeltilememesi durumunda savaşın kaçınılmaz olduğuna dikkat çekilerek, ordu veya asker celbi, konak yeri ve sefer güzergâhının tespiti, muharebe şekilleri, harp zamanında orduların nasıl tanzim edileceği ve düşman ordusunu mağlûp etmek için başvurulacak çârelere de temas edildiği görülmektedir ki bu durum, Türk devlet ve toplum hayatının birçok cephesini aydınlatan Kutadgu Bilig’in, ‘Türk savaş sanatı’ hakkında da önemli bilgiler içerdiğini göstermektedir.

Türk devlet ve toplum düşüncesini en açık ve sade şekilde yansıtan Kutadgu Bilig, birçok konuda olduğu gibi savaş ve savaş sanatına dair konularda da Türklere özgü düşünce tarzını yansıtmaktadır. Bu bakımdan, her ne kadar teorik de olsa, ‘Türk savaş sanatı’nın ana hatlarını Kutadgu Bilig’den tespit etmek mümkündür. 

Eserde, savaşın ‘bilgisiz ve kötülere, anlamak istemeyen, adaletsizlik yapan düşmanlara karşı başvurulacak son çâre’ olduğu ifade edilmiş, savaşa ve savaş sanatına dair muhtelif konular hakkında bilgi verilmiştir. Bunlar arasında ihtiyatlılık, cesaret, cömertlik ve alçakgönüllülük, siyaset ve hile, ordunun tertip ve tanzimi, konak ve karargâh yerinin tespiti, istihbarat ve haber alma, strateji ve taktik, savaş sırasında ve sonrasında yapılması gerekenler ve yaralı, ölü ve gazilere muamele gibi konular yer almaktadır.” (Kutadgu Bilig’e Göre Türk Savaş Sanatı, Dr. Erkan Göksu)

Bugün dahi devlet hayatımızda geçerli olan birçok detayın belirtildiği bu eserin 1069’da tamamlandığı aktarılıyor çalışmada. O tarihten bu yana Türklerin dünya siyâsî tarihinde başardıkları ve hâlâ başarmaya devam ettiği hususlar temelsiz değil. “Asker millet” olmakla övünmemiz, Kutadgu Bilig’de anlatılan her iki dünya için saadeti arayan ve bilgeliğin peşinde olan bir millet olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Bu dünyada saadet, huzur ve barış için gerektiğinde savaşmaktan kaçınmayan ama savaşı tercih etmeyen bir millet olduğumuzu Yusuf Has Hacîb ifade etmiş. Yani Türkler, savaşmak için haklı sebepler olmadan askerliklerini hatırlamazlar. Türkler için savaş, kaba güç ve cesaretten öte, çok yönlü bir sanattır.

Savaşa bakış nasılsa, tarifi de öyle!

Buradan hareketle, aynı dönemlerde kaleme alınan bir başka eser de bize ışık tutuyor. 1072-1074 yılları arasında Kaşgarlı Mahmud tarafından kaleme alınan “Dîvan-ı Lügati’t-Türk” adlı eser ile aslında Türkçenin yetkinliği ve yeterliliği ortaya konulmak isteniyor. Yazar kitabında, bu durumu açıkça şöyle ifade etmiş:

“‘Türk dili ile Arap dilinin at başı beraber yürüdükleri bilinsin diye Halil’in Kitabü’l-Ayn’ında yaptığı gibi, kullanılmakta olan kelimelerle bırakılmış bulunan kelimeleri bu kitapta birlikte yazmak, ara sıra gönlüme doğar dururdu...’

Kaşgarlı Mahmud, Türkçenin İslâmiyet’ten dolayı Türklerin bulunduğu coğrafyada önem kazanmış olan Arapçadan geri kalmadığını göstermeye çalışmış, sözlüğünde yer verdiği lehçeler arasındaki farklılıklar, şiirler, atasözleri ve deyimlerle bu amacını gerçekleştirmiştir. Kaşgarlı Mahmud’un bu sözlüğü yazmasındaki diğer önemli bir neden de Araplara Türkçeyi öğretmektir.”

Bu çaba göstermektedir ki, Türkçe, o dönemde dahi emsâllerine göre son derece iddialı, yetkin ve gelişmeye müsait güçlü bir dildir.  

Her ne kadar eser bir “sözlük” olarak dilbilgisi amacıyla kaleme alınmış olsa da, eserin içeriğinde doğal olarak Türklerin o dönemki askerî, siyâsî, kültürel durum ve coğrafî yerleşim alanları hakkında detaylı bilgiler verilmiş, diğer yandan da askerî terimler, savaş kabiliyetleri ve karakteristik özellikler hakkında çok değerli bilgiler aktarılmıştır.

“Dîvan-ı Lügâti’t-Türk’te birçok bilim dalına ait terimler hakkında bazı çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmalardan bir kısmı da Dîvan’daki askerlik ve savaş sanatı ile ilgilidir. Dîvan’da savaşla ilgili kavramları asker, askerî unvan ve rütbe, karargâh, bayrak ve flâma, içtima, savaş ve savaş âletleri, esaret ve diğer bazı kavramlar şeklinde alt başlıklara ayırmak mümkündür.” (Divânu Lugâti’t-Türk’te Yer Alan Bazı Askeri Kavramlar, http://isamveri.org/pdfdrg/D00064/2017_1/2017_1_TUTARA_ERDOGANI.pdf)

Yukarıda ifade edildiği gibi, akademik çalışmalarda Türklerin savaş tarihi ve askerî terimleri hakkındaki bilgiler, Kaşgarlı Mahmud’un “Dîvan-ı Lügâti’t-Türk” adlı eserinde de kayıt altına alınmıştır. Yine aynı araştırmada Dîvan-ı Lügâti’t-Türk’ten daha eski olan Orhun Kitabeleri’nde, bugün dahi askerlikte kullanılan “çavuş” kelimesinin olduğu ifade ediliyor.

“Çavuş, ‘savaşta safları tanzim eden ve askeri zulüm yapmaktan uzak tutan kimse’ demektir. Türk devletlerinin çoğunda askerî (kumandan), idarî (sivil muhafız, haberci) ve diplomatik (elçi) bir unvan olan ‘çavuş’ tâbiri, Gök Türklerden itibaren Oğuzlar kanalı ile Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti’nde bile kullanılmaktadır. Çavuş tâbiri, Orhun Kitabeleri’nde de geçmektedir. (Dîvân-ı Lügâti’t-Türk’te Yer Alan Bazı Askerî Kavramlar)

Kaşgarlı Mahmud, “Dîvan-ı Lügâti’t-Türk” adlı eserinde Türkler için “Tanrı’nın seçtiği ordu” söylemini kullanmakta ve bu milleti “lider millet” olarak tarif etmektedir. Bu tür yakıştırmalar mitolojik, destansı, efsanevî ve gerçek üstü görülebilir, ancak günün şartlarında yazıya hâkim olan âlim ve bilge kişilerin bir millete yüklediği veya yüklemek istediği misyonu anlatan ve toplumu bu yönde motive eden anlatılar olarak da karşılanabilir.

“Divân-ı Lügâti’t-Türk’te Kaşgarlı Mahmud, Türkler ve Türkçe ile ilgili görüşlerini, ‘Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara ‘Türk’ adını verdi ve onları yeryüzüne ilbay kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; dünya milletlerinin idare yularını onların eline verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin şerrinden korudu. Okları dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur. Bir kimse kendi takımından ayrılıp da onlara sığınacak olursa, o takımın korkusundan kurtulur, bu adamla birlikte başkaları da sığınabilir’ diye ortaya koymaktadır.

Kaşgarlı Mahmud, Türklerin ordu millet olması hususunda zikrettiği kutsî hadiste, ‘Yüce Tanrı, ‘Benim bir ordum vardır, ona ‘Türk’ adını verdim, onları doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam, Türkleri o ulusun üzerine musallat kılarım’ ifadeleri yer almaktadır. Dîvan-ı Lügâti’t-Türk’te verilen bu bilgiler, tarihin ilk dönemlerinden beri Türklerin askerlik, savaş araç ve gereçleriyle yoğun olarak ilgilendiğini göstermektedir.” (Dîvan-ı Lügâti’t-Türk’te Yer Alan Bazı Askerî Kavramlar) 

Milletimiz kendisine atfedilen üstün hâl, tavır, ahlâk ve medeniyet tasavvurunu bugüne kadar güçlü bir şekilde yaşatmıştır. Bu noktadan geriye bakarsak bir Türk peygamberin varlığını ve doğrusu kim olduğunu, Türk milletinin Kaşgarlı Mahmud’un dediği gibi Tanrı tarafından seçilmiş bir millet olup olmadığını da net şekilde bilemesek de, bilinen şu ki, Türkler Allah’ın yolunu seçmişlerdir.

Erdem heybesinde yiğitlik hamuru

Tarihin derinliğinden aktarılan bilgilerde, Türklerin seçilmiş millet olduğu vurgusu, tanrısal bir kutsiyet atfedilmesi, yeryüzünde özel bir görev ve misyonu temsil ettiğine yönelik destansı anlatıları görünce, hatırıma Ahmet Turgut’un “Bozkırın Sırrı: Türk Peygamber” adlı romanı geldi. Ahmet Turgut, kitabında hâlen adı Tengri (Tanrı) dağları olan ve bugünkü siyâsî coğrafya dikkate alınırsa Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin merkezî kısımlarına yayılan geniş coğrafyada ve yaklaşık 1 milyon kilometrekarelik alanda yaşamaya devam eden Türklerin efsanevî tarihinden bahsetmektedir.

Yüzyıllar boyunca dünyanın çok geniş coğrafyalarına dağılan Türkler için Tanrı dağları, tarih boyunca özel bir anlam taşımıştır. Yaşadıkları dönemi ve bölgeyi anlatan kitabında Ahmet Turgut, Türklerin töre, örf, ahlâk ve âdetleri gibi yaşamsal davranışlarından yola çıkarak, açıkça bilinmeyen ama olması muhtemel bir peygamber aracılığıyla Allah’ı tanıdıkları yönünde çok güçlü izler bulunduğunu roman usûlüyle anlatır. Yani ispatlanamasa da Türklerin gelenek, görenek ve inanışlarına bakılırsa, bir elçi yani bir peygamber aracılığıyla ahlâkî ve toplumsal değerlerini geliştirildikleri anlatılır kitapta.

“Bozkırın Sırrı” kitabının önsöz kısmında şöyle diyor yazar:

“Soylarının Hazreti Nûh’un oğlu Yafes’ten geldiğine inanan Bozkır insanlarının öz lîsanında -kadim Sami dillerinde rastlanan- ‘Peygamber, Kadir, Hikmet, Cebrail, Nefs, Şeytan’ gibi dinî terimlerin birebir karşılıklarının bulunması, Kur’ân-ı Kerîm’e de şâhitlik eder niteliktedir. Çünkü Kutsal Kitap’ta, tüm peygamberlerin, halklarına onların dilleriyle yollandığı söyleniyor. Zaten ‘Hatemü’l-Enbiya’ olarak anılan Hazreti Muhammed de kendisinden önce yüz yirmi dört bin nebî yaşadığını rivayet etmiştir.”

Burada Yusuf Has Hacîb, Kaşgarlı Mahmud ya da Ahmet Turgut’tan bahsederek vurgulamak istediğim, Türklerin bu efsanelerde anlatılan ve tarif edilen bir millete yakışan serüvenleri yaşadığı hususunda kendilerini ispatladıklarıdır. Söyleyebiliriz ki, milletimiz, kendisine atfedilen üstün hâl, tavır, ahlâk ve medeniyet tasavvurunu bugüne kadar güçlü bir şekilde yaşatmıştır. Bu noktadan geriye bakarsak bir Türk peygamberin varlığını ve doğrusu kimin olduğu, Türk milletinin Kaşgarlı Mahmud’un dediği gibi Tanrı tarafından seçilmiş bir millet olup olmadığını da net şekilde bilemesek de, bilinen şu ki, Türkler Allah’ın yolunu seçmişlerdir. Türklerin bu tercihinin ve hak yol ile buluşmasının, kaderden öte güçlü bir mânâsı olduğunu düşünüyorum.

Tarih şâhit ki, Türkler, kurdukları tüm devletlerle, özellikle de Müslüman olduktan sonraki dönemlerde “Allah’ın yeryüzündeki kılıcı” olarak kendisinden bahsettirecek kadar uzun süre ve neredeyse bilinen dünyanın yarısına hükmetmiş ve daha geniş alanlara ise nüfûz etmiş bir millettir. Bugün devletimizin sınırları küçülmüş olabilir, önemli olan, aklımızın sınırlarının, hâfızamızın ve hitap ettiğimiz gönül coğrafyamızın sınırlarının geniş olmasıdır.

Millet ve devlet olarak zayıflama dönemlerimiz, daha çok düşmanlarımızın bize yönelik savaş ve mücadele yöntemlerinde içimizde ürettikleri fitneyi geliştirmiş olmalarıyla mümkün olmuştur. İstanbul’daki Fener Rum Patriği Gregorius’un 1821 yılında iş birliği içerisinde bulunduğu Rus Çarı Aleksandr’a gönderdiği mektupta, çok kısa ama net tespitlerle Türk toplumunun temel refleksleri belirtilmiş, Türk Devleti’ne ve milletine karşı zafer için yapılması gereken şeyin savaşmak değil, toplumun bu değerlerini yıpratmak olduğu madde madde formüle edilmiştir (http://hayatiinanc.com/wp-content/uploads/yuklemeler/PatrikGre.jpg). İşte “Sü (asker) uyur, düşman uyumaz” şeklindeki atasözümüzde anlatılan, tam da budur!

Askerlik, asla “uyumak” olarak ifade edilen zafiyetleri ve hatâları kabul etmediği gibi affetmez de... Bu sözle, “Düşmanı bilmeli ve düşmana karşı her zaman tetikte olunmalı, düşmanın geliştirebileceği tüm yeni tehdit ve tekniklerin ilerisinde yer almalı, hattâ düşmanının üzerindeki baskı ve üstünlük duygusu sürekli hissettirilerek gelişmesine fırsat verilmemeli” denilmek istenmektedir. (Dîvan’da “asker” kavramını ifade etmek için “sü” kelimesi kullanılır. Dilimizdeki “Su uyur, düşman uyumaz” atasözünde belirtilen “su” kelimesi de “asker” demektir.)

Maalesef bugünün dünyasında çok dejenere edilen “barış” sözcüğü, “savaş karşıtlığı”, “ittifak” (müttefik olmak) ve “dost devlet” kavramları, uzun süre boyunca güçlü olanın uydurduğu yalanların gizlenmesinden başka bir şeye hizmet etmeyen, içi boş sözler hâline gelmiştir. Modern dünyada savaş ve barış için bazı kurallar getirilmeye çalışılmış ve uluslararası hukuka, BM sözleşmesi ve kararlarına, ikili anlaşmalara ya da geleneksel açık savaş sebeplerine göre devletlerin hangi şartlarda meşru savaş hakkının oluşacağının yazılı olduğu sözleşmeler ve hukuk metinleri ortaya konulmuştur.

Ancak gerçekte olan şu ki, güçlü ve egemen olan devletler, diğer devletleri açıkça savaşmadan, hattâ dost ve müttefikmiş gibi davranarak, diğer yandan da terör, iç savaş, ekonomik ambargo ve siyâsî ayak oyunları ile kontrollü bir şekilde teslim alma yöntemleri kullanmaktadırlar. Yani modern dünyada devletler, savaşların yıkıcı (malî) etkilerini azaltmayı hedeflemiş, savaşmadan teslim alınan devletler, toplumlar ya da coğrafyaların daha kazançlı olduğu düşünülmüş ve yıkımdan kaçınılmıştır.

Modern dünya, güçlülerin düşmanlarını yok etmek için değil ama teslim almak, sömürmek ve köleleştirmek için çeşitli enstrümanlar geliştirmiştir. Bu araçlar arasında IMF, Dünya Bankası ve BM gibi uluslararası kurumlar, ikili ticarî anlaşmalar, özel şirketler ve muafiyetler gibi, yerel kaynakların ele geçirilmesine yarayan kapitalist/emperyalist araçlar da vardır.

Bu kurum ve mekanizmalar, savaş hukukundaki son dönemde oluşturulabilmiştir. Doğan’ın belirttiği şekliyle -“Meşru Savaş Kavramı” başlığı altında- uluslararası savaş hukuku tarihsel süreçte üç ana döneme ayrılır: (1) Milletler Cemiyeti’nin kuruluşundan evvelki geniş dönem… (2) Milletler Cemiyeti’nin kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı’na dek süren devre ve (3) Birleşmiş Milletler örgütünün teşekkülünü izleyen dönem…

Bu sebeple savaş hukukunda bugünkü kurumların oluşması da çok uzun bir savaş tarihinin sonucunda varılmış bir noktadır.

“Savaşın ortadan kaldırılamayacağı gerçeğinin bilinmesi, hiç değilse savaşın birtakım kaideler ile yapılması ve daha insanî bir çerçeveye çekilmesi çabalarını doğurmuş ve bu yönde önemli gayretler sarf edilmiştir” diyen Hasan Doğan, kitabında, tarihin akışında savaşların engellenmesinin mümkün olmayacağını da bir bakıma kabul etmektedir. 

Kitapta “Savaş Hukuku” başlığı altında, son iki yüzyılda yapılmış Paris Beyannamesi (1856), Cenevre Sözleşmesi (1864), Birinci ve İkinci Lahey Barış Konferansları (1899/1907) gibi başlıca uluslararası anlaşmalar referans gösterilmiştir.

Ancak bu ve benzeri anlaşmalara ve uluslararası kurumlara rağmen modern dünyanın sözde geçerli ama uygulanması -güçlü olup olmadığınıza- göre değişen uluslararası hukuk anlayışının insanlığa barış içinde bir gelecek vaat etmediğini görmek için çok üstün bir kavrayışa gerek yoktur. Ortalama her akıl bunu anlamakta ve görmektedir.   

“İslâm Hukukunda Savaş ve Meşrûiyeti”

Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü ve Büyükelçi Doç. Dr. Hasan Doğan, “İslâm Hukukunda Savaş ve Meşrûiyeti” adlı kitabında, aslında modern dünyanın unuttuğu barış ve savaşa dair kadim değerleri hatırlatıyor.

Sayın Doğan kitabında, savaş kavramını türleri, aşamaları, çatışmasız ve çatışmalı hâlleri, savaşın öncesindeki önleyici tedbirler ve sonrasındaki barışı tesis etme hususu ile esir ve ganimet konuları da dâhil her yönden kapsamlı olarak ele alıyor.

Kitapta savaş konusu, İslâmî ölçülere göre Kur’ân-ı Kerîm başta olmak üzere Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (sav) uygulamalarından örneklerle detaylı olarak ele alınıyor. Savaşı meşru kılan sebepler arasında asla keyfiyet olmadığı veya zorla İslâm inancını yaymak gibi bir anlayışın bulunmadığı, İslâm’ın bunu reddettiği vurgulanıyor

Kitabın ilk bölümünde, savaşın tanımı üzerinde kapsamlı olarak durulmuş ve özet olarak “kuvvet kullanma hâli, bir gücü yenme ya da karşı koyma eylemlerin tümü -hukukî sonuçları olan-, çatışmaları yönetme sanatı -faili devlet olan-”  konular tanımlanmış. Yani savaş var ise, muhatap olarak devletler alınmalıdır.

Meselâ Suriye’de bir savaş vardır ama Türkiye ile Suriye savaşmamaktadır. Türkiye, kendi güvenlik alanını sınırının dışında ve makul bir mesafede güvenli hâle getirmek ve insanlara yaşam alanı oluşturmak için tek taraflı operasyonlar yapmaktadır. Mücadele ettiği terör grupları ve terör örgütleri ile çatışmalar yaşanmasına rağmen, bunun tanımı olarak “savaş” kelimesi kullanılamaz. Bu durumu Sayın Doğan kitabında, şöyle ifade etmektedir:

“Savaş dışındaki çatışmalar uluslararası hukuku değil, o devletin ceza hukukunu ilgilendirir. Örneğin PKK terör örgütüne karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli güvenlik birimlerinin verdiği mücadele bir savaş değil, iç çatışma olmaktadır ve dolayısıyla terör örgütü mensupları, Türk Ceza Kanunu’na muhataptırlar.”

Sayın Doğan’ın kitabının sonuç kısmına bakıldığında, evrensel sayılabilecek savaş sebepleri için bile, savaşın İslâm’a göre meşrûiyet bulması net kurallara bağlanmıştır. Burada ifade etmek istediğim şu: İslâm, savaş konusunda kalın çizgilerle çerçeveyi çizmiş ve keyfiyeti ortadan kaldırmıştır. Ayrıca yine İslâm’a göre, meşru olması hâlinde bile savaşmanın ciddî kuralları ve sınırları vardır. Bugün modern dünyanın “savaş hukuku veya savaş suçu” olarak sınırladığı birçok konuyu İslâm açıkça düzenlemiştir.

Sayın Doğan ayrıca, kitabında birçok âyete yer vererek ele aldığı konuları doğrudan kaynağına dayandırmaktadır. Meselâ sayfa 141’deki şu ibâre dikkat çekicidir:

“Kur’ân-ı Kerîm ve Hazreti Peygamber (sav), metot olarak şiddeti esas almamış, keyfî çatışma ve savaşa müsaade etmemiştir. Ancak bu, İslâm’ın şartlar mecbur kıldığında savaşın gerekliliğini görmezden geldiği anlamına gelmemektedir.”

Kitaptan alıntı yapmamın sebebi şu ki, geleneksel olarak savaşçı bir millet olan Türklerin, insanî ve İslâmî değerlerin yanında tarihî birikimleriyle modern hukuka bağlı ancak köklü bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin askerî operasyon ve kısmî savaş hâllerinde zorlayıcı hukukî, dinî ve psikolojik kısıtları vardır. Yine de Suriye, Irak ve Doğu Akdeniz başta olmak üzere Türkiye’nin aktif askerî faaliyetlerinin bulunduğu, düzensiz göç ve teröre karşı mücadele kapsamındaki eylemlerinde haklılıktan doğan güçlü bir üstünlüğü bulunmaktadır.

Sayın Doğan ayrıca, kitabında birçok âyete yer vererek ele aldığı konuları doğrudan kaynağına dayandırmaktadır. Meselâ sayfa 141’deki şu ibâre dikkat çekicidir: “Kur’ân-ı Kerîm ve Hazreti Peygamber (sav), metot olarak şiddeti esas almamış, keyfî çatışma ve savaşa müsaade etmemiştir. Ancak bu, İslâm’ın şartlar mecbur kıldığında savaşın gerekliliğini görmezden geldiği anlamına gelmemektedir.” 

Son söz

Türkiye, misafir olarak ülkemizde bulunan Suriyeli mültecilerin yeniden barış içinde yaşayabilecekleri bir alanda Barış Pınarı Harekâtı ile bir güvenli bölgenin kurulması için her türlü insanî, hukukî ve siyâsî gerekçe ve hakka fazlasıyla sahiptir. ABD’de bazı odakların Türkiye aleyhine kurmak istedikleri İsrail kontrollü PKK/PYD terör devleti hayâlinin karşısında Türkiye, kararlı duruşuyla yer almaktadır ve bu sinsi plânın akamete uğraması kaçınılmazdır.

Bu şartlarda Türkiye güçlü olmak, güçlü kalmak ve iddialarını koruyacak siyâsî birliğe her daim sahip olmak zorundadır. “Su uyur, düşman uyumaz” atasözü ile ifade edildiği gibi FETÖ, DHKP-C, DAEŞ, PKK ve PYD benzeri tehditler, Türkiye’nin güçsüz kaldığı her an yeniden diriltilecek tehditlerdir. Düşmanın bugün başaramamış olması, bizi asla uykuya sevk etmemelidir.

Türkiye, çeşitli alanlarda savaş vermektedir. Enerji savaşları, istihbarat savaşları, ekonomik savaşlar, terör örgütleri üzerinden sürdürülen vekâlet savaşları, darbecilere ve hainlere karşı verilen savaşlar, ülkemizin karşısında açılmış farklı cephelerdir. Ve maalesef savaş, meşrûiyet beklememektedir!

Türkiye güçlendikçe ve boyun eğmedikçe saldırılar artıyor ve savaş kapıya dayanıyor. Bizim için güzel olan şu ki, “kapıya dayanan savaş”, en meşrû savaştır. Tarih şâhittir ki, Türklerin, Hakk’ın rızâsına aykırı savaşı olmamıştır, bundan sonra da olmaz!

“Sefer bizden, zafer Allah’tan!” diyen bir milletin başı eğilmez!

***

 

Doç. Dr. Hasan Doğan kimdir?

İLÂHİYATÇI, siyasetçi, bürokrat, büyükelçi, hukukçu ve yönetici kimliğiyle şu an Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü görevinde bulunan Doç. Dr. Hasan Doğan, 5 Eylül 1977’de, Ankara’da dünyaya geldi. 

İlkokulu Ankara Hürriyet İlkokulu’nda, ortaöğrenimini Ankara Tevfik İleri İmam-Hatip Lisesi’nde okudu. Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ve Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2002 yılında yüksek lisans ve 2008’de ise doktorasını tamamladı.

“İslâm Hukukunda Savaşın Meşruiyeti” ve “İftira” adlı yayınlanmış iki eseri bulunan Doğan, İngilizce ve Arapçaya hâkimdir. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Üniversite yıllarından itibaren çalışma hayatına atılan Doğan, sırasıyla radyoculuk, fuar-kongre organizatörlüğü, yayıncılık ve öğretmenlik yaptı. Çalıştığı bazı yayın kuruluşlarında yayın kurulu üyeliğinde bulundu. Ankara İmam-Hatip Lisesi Mezunları Derneği’nde Genel Sekreterlik görevini yürüttü.

Doğan, siyâsî hayatına ise Fazilet Partisi Ankara İl Gençlik Komisyonu’nda başladı. Ankara İl Gençlik Komisyonu Başkan Yardımcılığı görevi, Fazilet Partisi’nin kapatılmasıyla sona erdi. AK Parti’nin kuruluşu sonrasında AK Parti Gençlik Kolları Kurucu MKYK üyeliğine seçildi, sonrasında Gençlik Kolları Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. Bu süreçte AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın miting ve törenlerinde organizasyon ekibinde görev aldı ve sunuculuk görevini üstlendi. Abdullah Gül’ün Başbakanlık görevini Bülent Ecevit’ten almasıyla birlikte Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü’nde Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri kadrosunda görevlendirildi.

Doç. Dr. Hasan Doğan, Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olması sonrasında Özel Kalem Müdür Yardımcılığına atandı ve bu görevi 2008 yılına kadar devam etti. 2006-2007 yıllarında kısa dönem askerliğini Sarıkamış’ta tamamladıktan sonra 2008 yılında bir süre Londra’da dil eğitimi aldı. 20 Mayıs 2008 tarihinde Başbakan Özel Kalem Müdürlüğü görevine atandı ve 2008-2014 yılları arasında Başbakan Başmüşavirliği ve Özel Kalem Müdürlüğü görevini yürüttü.

2 Eylül 2014 tarihinde Büyükelçi unvanıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Özel Kalem Müdürlüğü’ne atanan Hasan Doğan, hâlen, Türkiye’de halkın iradesine ve mevcut anayasal düzen başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik tüm saldırılara karşı verilen direniş mücadelesinin kahramanlarından biri olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Özel Kalem Müdürlüğü görevini sürdürüyor.

***

 

İslâm Hukukunda Savaş ve Meşrûiyeti

“İNSAN denilen her yerde ve zamanda savaş kavramı çıkar karşımıza. Klasik ifadeyle insan kadar eskidir savaş ve onsuz bir zaman belki de hiç yaşanmamıştır.

Beşeriyete her zaman pahalıya mâlolmuş savaşın varlık sebebine dair tartışmalar günümüzde dahi güncelliğini korumaktadır. İnsan gibi eski bir kavram olan savaşın, gerek fertlerin gerekse toplumların üzerinde çok büyük tesirleri olduğu muhakkaktır. Yüzyıllar boyu insanın barış ve huzur arayışı sonuçsuz kalmıştır. Maalesef dün olduğu gibi bugün de savaş, gündemin ilk sırasındaki yerini muhafaza etmektedir. Hâlen dünyanın her yanında savaşların sürüyor, savaşlarla milyonların ızdırap çekiyor olması, bu kavramın mantığını ve meşrûiyetini anlama çabalarına hararet vermektedir.

Dünya gerçeklerini gözardı etmeyen ve doğumundan itibaren ateş çemberine alınıp etrafı düşmanlarının bitmek tükenmek bilmeyen komplolarıyla sarılan İslâm dininin hukuk sistemi, savaş konusunda düzenlemeler getirmiştir. İslâm hukukçuları özellikle Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Nebî’deki ilgili beyanları esas alarak yaşadıkları çağın ve coğrafyaların da tesiriyle teoriler ve ilkeler üretmişler, tam olarak bugünkü anlamıyla değilse bile müstakil bir İslâm Milletler hukuku meydana getirmişlerdir.

Savaş kavramını, mahiyeti açısından ele alarak geçmişte ve günümüzde savaşın nasıl algılandığını ve savaşta meşruiyet sorunsalını, İslâm Hukukunun bu konulardaki temel yaklaşımlarını, tartışmalarını ortaya koyabilmek amacıyla bu çalışmayı kaleme aldık. Esasen savaş ilânı, ganimetler, savaşta izlenecek tutumlar müstakil bir çalışma olabilecek genişliktedir. Dolayısıyla savaşın sadece mahiyeti ve savaşı meşrû kılan sebepleri ele almaya, bu çerçevede özellikle İslâm Hukukçularının görüşlerin ortaya koymaya çalıştık.” 

Hasan Doğan