GÜN geçmiyor ki
televizyonda yeni bir dizinin tanıtımı yapılmasın. Ardı arkası kesilmeyen bir
inatla televizyonumuzun içi tıka basa dizi ile doldurulmaya çalışılıyor. Hani
bazı kesimlerin söylediği “Televizyonun faydalı yanları da var” kısmına ithafen
şunu söylemek istiyorum: O faydalı alanlar sayesinde zararlı içeriklerin
girebileceği kapı açık kalmış oluyor, bunun farkında mıyız?
Dizi
marketinde aslında tek bir ürün var. Renksiz ve sade. Fark, bu tek seçenek olan
dizi ürününün müşteriye sunulurken senaryo ve farklı karakterle ambalajının
değiştirilmesi. Olayların geçtiği zamanın, mekânın ve oyuncuların değişmesi
ürünü farklı kılamıyor. Dizi markette bazen üretim hatası diziler çıkabiliyor.
Bu tür ürünlere diğer ülkelerde de rastlanabiliyor. Bu ürünler özellikle insanı
sarsıcı, insanın isterse neler yapabileceğini gösteren, sınırları zorlayan,
beynin, bedenin, yaşamın ne kadar mucizevî şeyler olduğuna kısmen de işaret
eden yapımlar olarak ortaya çıkabiliyor.
Bu
tür yapımlar çok çabuk yankı uyandırmaya ve bunun yanında insanlar oturdukları
yerden kalkıp hareket etmeye, kendilerini ve hayatın sırlarını keşfetmeye başlayınca
bir sıkıntı başlıyor: Dizi market sahibi, hatalı ürün yüzünden diğer ürünlerin
satışının tehlikeye gireceğini görüyor ve hatalı ürünü birkaç sezonla kapatma
plânını devreye sokuyor.
Yerli
ve yabancı birçok diziye ev sahipliği yapar evimizin başköşesindeki televizyon.
Son dönemlerin bir alışkanlığı olarak internet kaynaklı sinema, belgesel ve
dizilere istediğimiz her an ulaşmamızı sağlayan yapılar sayesinde olay bambaşka
bir boyuta taşınmış durumda. Dolayısıyla artık dizi marketin bir mesai saati sorunu
kalmadı. Daha önce saati beklenen yapımlara ve neredeyse sayısız içeriğe istediğiniz
saatte ulaşma imkânınız ile boş vakitlerinizi rahatlıkla yatırabilirsiniz.
“Boş
vakit” demişken, çok önemli yerlere ayrılması gereken zamanları alıp onu “boş”
etiketi ile ekrana yatırmak, belki de tarihin en trajik icraatları arasında yer
almakta. Zira bu kâinat ve içindeki herhangi bir şeyi boş olarak nitelendirmek,
hattâ bunu “zaman” kavramı için kullanmak insanın hâddine değildir. Ve insan
kendini bu kadar düşürmemelidir.
İnsanlar
hazineleri maddesel şeylerle tanımlasalar da gerçek akıl sahipleri gerçek
hazinelerin insan olmak, bir zamana sahip olmak, akıl, ruh, değerler, kendini
geliştirmek ve iyilik için mücadele etmek gibi kavramlardan oluştuğunu bilirler.
Zaman, Allah’ın bizlere verdiği en büyük nimetlerden birisidir. Doğduğumuz an
geriye sayım başlar. Bize yakışan, bu nimeti en doğru şekilde
değerlendirmektir.
İnsanın
kullanabileceği bir zamanının olması harika bir şeydir ve bunu en kârlı şekilde
değerlendirmesi insana yakışır olacaktır. Gelin görün ki, medyanın telkini ve
hipnotik etkisi ile çok fazla sayıda insanın düşünme yetisi uyuşturularak “zaman”
denen kıymetli varlığa insanın zulmetmesine, trajik olarak da varlığının
amaçlarına ve değerlerine zarar verecek malzemelere harcamasına yol açmaktadır.
Şu
soruyu belirli zaman aralıklarında insan kendisine sorabilmeli: “Bana herhangi
bir fayda sağlamayacak, tam tersi zarar verebilecek bir durum için
harcayabileceğim zamanım var mı?”
Dizilerin
içeriğine biraz bakacak olursak, ağırlıklı ve biraz da kasıtlı olarak sanırım
zengin kız ile fakir oğlan var. Diğer bir yapımda roller yer değiştirmek
suretiyle, hani çeşit olsun diye, fakir kız ile zengin oğlanın maceraları ile
doldurulmuş saatler. Tabiî ki çoğunlukla gençlik hedef alınmakta. Lüks yaşam
şartları ile tüm imkânlar seferber edilerek sonuna kadar sergilenmek suretiyle
gençliğe bir vitrin çalışması sunuluyor böylece. Arabalarından giyim kuşamına
kadar bir defile edasıyla ekrana serilen görüntüler ile gençlik ekranda “acaba”lar
içinde kaybolurken kendi yaşantısını tabiî ki hor görmesi, yaşam şartlarına
isyan etmesi, ona lüks yaşamı sunamayan aileden devlet otoritesine kadar her
kesime düşman olmasının altyapısı bilinçaltına kasıtlı ya da kasıtsız
işlenmektedir.
Dizilerde
uç noktalarda yaşayan gençliğe eşlik eden diğer karakterler de en iyi şekilde
rollerinin hakkını vererek halkın kendilerine karşılık gelen kesimini oldukça
etkili bir biçimde etki altına alabiliyor. Çok zengin ve otoriter bir baba ve
annenin karşısında oldukça mütevazı ve evinde hiç bitmeyen dertlerle ezilmiş
ama yine de gururlu, çalışkan ve çevresi tarafından sevilen anne, baba ve buna
katılan diğer yan roller ile kutuplaşma en iyi şekilde inşâ ediliyor.
Zenginler
çoğunlukla konaklarda ve Boğaz manzaralı evlerinde olmak zorundalar. Bir çok
dizinin ana mekânı İstanbul. Türk dizilerinin büyük bir kısmı Anadolu’dan
kopuk. Neredeyse bir bölüm, oldukça lüks arabaların içinde geçebiliyor.
Çok
az dizi ise lüks yaşam içindeki rolleri icra eden aile ve fertler topluma örnek
gösterilebilecek davranışlara sahip olarak karşımıza çıkabiliyor. Ama istisna
işte! Onun dışında neredeyse tamamı aynı fırından çıkan roller oluyor.
Dizilerde
gençlik ve zıt yaşam koşulları ile birlikte işlenen vazgeçilmez diğer bir ana
konu ise “aşk” kavramı. Konunun gerçek aşk ile alâkasız boyutlarda sayısız
kopyayla karşımıza çıkması bence gerçekten midede sorun yapacak cinsten. Dizi
başlar başlamaz kim kime âşık olacak, kim kimi karşısına düşman alacak,
bilebiliyorsunuz. İkinci bölümden itibaren bir aldatma, ihanet ve yanlış
anlamalar zincirinin başlayıp artık kaç sezon oynayacaksa belki yüzlerce bölüm
dizide kurgulanan yapının dönme dolap gibi kendi etrafında sürekli dönmesine
tanıklık ediyorsunuz.
Şunu merak ediyorum: Türk milletinin özgün yapısına karşı etkili, insanın nereden vurulacağını bilen bir silahla saldırı var da biz mi karşı koyamıyoruz? Yoksa biz kendimizi kendi ellerimizle gönüllü bir şekilde bu kadar kolay mı teslim ediyoruz?
Marketin
duygu reyonu
Bazı
kesimlerce bazı diziler markette diğer ürünlerden farklı tutulmaya
çalışılabilir. Bunlara örnek olarak tarihimizi işleyen yapımlar ya da lüks
yaşam ve zıt yaşam koşullarını barındırmamış hastane içi hayatları anlatan
diziler verilebilir. Bu tür dizilerin bazı açılardan diğer dizilerden farklı
olarak ilham verdiğini, bilgilendirdiğini, meraklandırdığını ve
heyecanlandırdığını söyleyebiliriz. Yine de sorun burada da devam eder. İnsan
ilişkilerini ısrarla belli alanlarda tutma çabası anlaşılmayan bir durumdur.
Tarihî filmlerde filmin büyük bir kısmının savaş sahalarının içeriğiyle
doldurulma inadına karşın hastane içinde de illâ birileri birilerine âşık olmak
zorunda kalıyor. Birilerinin birbirine rakip olması, ezen ve ezilen rolleri ve
ilişkilerde kopya diyaloglar artık tat vermez oluyor.
Dolu
dolu bir tarihimiz varken her bölümde bir meydanda karşılıklı kılıç cenginden
ve birkaç özlü sözden öteye geçememek biraz üzücü değil mi?
Bir
“Yunus Emre” dizimiz oldu meselâ… Çoğu açıdan güzel bir yapımdı. Adı sadece “Yunus”
olsa iyi idi. O zaman anlardım “Yunus Emre” olunca filmin niye bittiğini. Belli
mekân ve karakterler etrafında onlarca bölüm ile devam eden yapımda çileli
yolculuğun sonunun hızlandırılmış bir son ve Molla Kasım’a bile daha fazla yer
verilmesiyle bitmemeliydi sanki. Yunus Emre’ye sonrasında da ihtiyacımız vardı
ama iyi şeyler uzun sürdürülmemeli demek ki. Filmin tekrar bölümleri ile idare
edeceğiz artık.
Yerli
dizilerimizde komedi unsurunun işlendiği yapımlar da var. Bizi güldürmeye
çalışırken ne kadar bizden olunduğunu merak ediyorum. Buraya eleştiri değil,
herkesin kendi izlenimini bırakıyorum. İzleyenler biraz araştırmacı gözle bakarlarsa
durumu göreceklerdir.
Psikolojik
dizilerde çok zor dönemlerden geçerek oldukça büyük problemlere sahip
insanların yaşadıklarına tanıklık ediyoruz. Dünyanın birçok yerinde insan
insanı insanlıktan çıkarmaya devam ediyor ve bu gidişi bir dizideki psikoloğun
durdurma şansı pek yok sanırım. Bize bir diziden daha fazlası lâzım.
Televizyon
bağımlısı olmuş bir kesime dizilerin zararlarından bahsetmek önemli ama diğer
yandan etkisinin de zayıf olacağı kaçınılmazdır. “Dizi yerine başka yapımlara
yönel” demek gibi bir şey bu. Dizileri ortadan kaldırmak tek başına bir çözüm
değil. Dizi marketinin neden bu kadar iyi mesai yaptığını da analiz etmeli, ona
göre çalışmalar yapmalıyız.
Dizileri
ve insan üzerindeki etkilerini inceleyerek insana dair birçok bilgiye ulaşabiliriz.
Bu bilgileri gerek eğitimde, gerekse toplumsal yapının inşâsında değerlendirebiliriz.
Muhakkak diziler belli bir mantığa göre yapılmakta ve bu mantık insan beynini
etki altına almak ve uzun süreli olarak tutsak etmek üzerinedir.
İnsanın
içinde hedef alınan alan, duygusal alandır. Çoğu insan normal hayatında, gün
içerisinde çok fazla duygusal olaya tanıklık etmez. Düşünün en mutlu olduğunuz
anları, çok korktuğunuz bir olayı, tanık olduğunuz bir kazayı, komşunuzda meydana
gelen bir aile dramını… Sıradanmış gibi olan yaşamınız içinde anîden, duygularınızı
olağan dışı şekilde harekete geçiren her şey sizi kendisine odaklayarak
bilincinizi tutsak eder. O durum dışındaki her şey kaybolur bir süreliğine.
Sadece duygularınızı aktif eden şey kalır bilinçte. İşte dizilerdeki mantık da
tam olarak bunun üzerine kurulur! Size denilir ki, “Sayın müşteri, gün
içerisinde yoruldun, şimdi yaslan koltuğuna, al eline çayını ve kendini bize
teslim et! Birazdan senin için yazdığımız senaryo ile duygu dünyana girecek ve
birçok duygunu aktif etmek suretiyle hipnoza sokacağız. Saatin nasıl geçtiğini
anlamayacaksın. Hem dizinin sonunu öyle bir bağlayacağız ki bir sonraki bölüm
için merak duygunu da aktif etmiş olarak çok önceden neredeyse tüm sezonu sana
satmış olacağız”.
Bazı
yarışma programlarının başarılı olmalarındaki en temel nokta da insanların
duygularına yaptıkları bu büyük etkidir. Yarışma programında yarışmacıların
gerilim, şaşkınlık, mutluluk ve üzüntü gibi temel duyguları çok ustaca ve bazen
oldukça abartılı kullanmasının yanında arka plân müzik ve görüntü desteği ile
birlikte nokta atışı bir etki oluşturulur.
Dizi
içeriği kadar, dizilerdeki renk ve görüntü kalitesi de insan beynine etki eden
diğer güçlü bir faktördür. Düşünsenize, kaldırımlara, apartmanlara, trafiğe,
her gün gördüğü yüzlere ve her karesini otomatik yaşamaya başladığınız günlerin
etkisinde kalacak değilsiniz ya, ekran rengârenk tiyatrosu ile insana her an
hizmette. Yeter ki insan amaçsız, yorgun ve istikametsiz olsun ve harcanacak
vaktin nasıl değerlendirileceğini bilmesin! Yeter ki kumandayı eline bir alsın!
Burada
aklıma şu geldi: Madem insanı ekrana bağlamak için bu kadar uğraşıyor ve yüksek
maliyetler karşılığında bu kadar yüksek kazançlar sağlıyorsunuz, o zaman biraz
daha kaliteli, özgün bir şeye benzeyen yapımlar yapsanız ya! Birbirinin kopyası
dizi mantığı nedir Allah aşkına? Dizi marketin bu kadar kalitesiz ürün satışı
yaparken yine de zirveye oynaması zalimce ve ağırıma gidiyor.
Dizilerde
aile yapısına yapılan kasıtlı saldırıya bir “Dur!” demek gerekli. Yapımlarda
başroldeki ailelerin bölümlere dengeli bir şeklide yerleştirilen ve kaçınılmaz
bir sonucu olan parçalanış hikâyeleri görünmeyen birer silah. “Ne yaparsanız
yapın, o aile parçalanacak. O yüzden kendinizi çok yormayın” mesajı gizliden
gizliye zihinlere işleniyor. Eşler sanki aldatmak, gençlik illâ kutuplaşma
altında ezilmek ve zayıf, çoğu zaman kaybetmek zorunda…
Dizilerin
tamamında işlenen bir durum var ki, bazı diziler bunu abartmanın ötesine götürmekten
hiç mi hiç çekinmiyorlar: Dizilerdeki bazı ana karakterlerin ön plâna çıkarılıp
halk tarafından sempati duyulması ve sevilmesinin hemen akabinde, artık sonu
gelmez bir belâ trafiğine maruz kalınıyor. Kötü karakter, rolünün hakkını
fazlasıyla vermesinin yanında yönetmen tarafından yedi gün yirmi dört saat
kötülük yapması için çalıştırılıyor. Seyirci “Artık şu çiftin başına bir şey gelmesin
ne olur!” dedikçe, yönetmen bu mesajı izlenme oranının artışı olarak ele alıyor
ve tam gaz şekilde iyilerin sürekli belâya maruz kalarak üzüntü içindeki
bölümleri tamamlamaları sağlanıyor. Kötülüğün egemenliğine vurgu yapılıyor
böylece.
Gerçekten
de kötülük daha ağır bir güce mi sahiptir? Biraz öyle sanırım. İçi kararan
insanın gözü de kararır ve kime nasıl ve ne kadar zarar verdiğine bakmaksızın
tüm gücünü kullanır. Sevgi dolu, iyilik peşinde koşan taraf ise incitmemek,
orta yolu bulmak, taş atana gül atmak mantığı ile kalben hep kazansa da hayatta
bazen istediği sonuçlara ulaşmakta zorluk çekebilir. Liyakatin ve iyi olmanın
yetmediği bir zamanda yaşıyoruz sonuçta. Tanış sistemi, güç sistemi, siyaset
sistemi üst katmanları ele geçirmiş durumda. Medya halktan yana değil. Halkını
yücelten değil, uyuşturan bir medya sistemi var. Medya ve eğitim sistemi tedavi
edilmediği sürece kanayan yaralarımız iyileşemeyecektir.
Dizi
vakti mi, aile vakti mi?
Dizilerin
izlendiği saatin de ayrıca ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Aile
üyelerinin bir araya geldiği yemeklerin yenildiği ve arkasına demlenen çayın
sehpalara yerleştirilmek suretiyle herkesin ekran karşısında yerini aldığı
vakit, dizinin de başladığı vakittir. (Yeri gelmişken, burada belirtmekte fayda
var; tüm halkımızı dizi seyircisi olarak nitelendirmediğimizi belirtmek
isterim. Dizi yapımları ve dizi seyircisi olan kesime dair görüşler
iletilmektedir bu yazıda.)
Dizilerin
başlama saati gerçekten özel bir zaman dilimine denk gelir. Aile üyelerinin
hafta içi beraberce vakit geçireceği bu vaktin hedef alınması, üzerinde çok
düşünülmesi gereken bir durumdur. Aile kavramı nedir ve gerçekte anlamına uygun
olarak ne zaman hayat bulur? Beraber yemek yemek, birbirinin dertlerine ortak
olup mutluluğu paylaşmak, birbirine destek olup güven sağlamak, aynı çatı
altında bir yolculuğa çıkmak gibi kutsal şeyleri ifade eden “aile” kavramı,
özde “beraber olmayı” içerir. Aile, bir olmaktır. Bir olup tüm bireylerin eşit saygıya,
öneme, değere sahip olduğu bir yapıdır ki bu yapı, en çok da işte o akşam vakti,
yemekten hemen sonra, o çayın demlenmesinin peşine hayat bulmalıdır. Her birey
kendini ifade edebilmeli, diğerleri onu duyabilmeli ki “anlamak” denen şey
ortaya çıkabilmeli ve böylelikle kişi, ailesine içindekini özgürce sunacak
cesareti bulabilmelidir.
Bu
cesareti bulamayarak aile kurumunda beklentisine ulaşamayan bireyler,
ihtiyaçlarını dışarıdakilerle gidermek yoluna gider ve “arkadaş çevresi” denen
şey ortaya çıkar. Bu çevrenin -Allah korusun- onları artık nasıl bir sonuca
doğru sürükleyeceği bilinmez.
Aile
fertlerinin en önemli amacı gelir-gider dengesi değil, bireylerin o çatı
altında birbirlerine olan ihtiyacı, desteği, kendilerini ifade edebilme imkânı
ve gelişimi olmalıdır. Aile içindeki her şey sadece o aileyi değil, bütün bir
milleti ilgilendirir. Toplumun çekirdeği olan aile yapısının sağlamlığı,
toplumun sağlığını belirler.
Böylesi
önemli bir kurum olan aile için yine çok önemli olan bir saatte ekran karşısına
gönüllü olarak yerleşen ve dizi marketten ürün alan aile, kendi yapısına zarar
vermek için medyayı evine buyur eder. Medya zorla girmez o eve. Ev sahibi açar
kapıyı.
Medya
ve aile etkileşiminde idarecilerimize büyük bir sorumluluk düşmekteyken, bu
sorumluluğun üstlenildiğine dair açık bir işaret görememek gerçekten üzücü.
RTÜK’ün adının da yeterli gelmediği aşikâr. Medya, kâr amaçlı sisteminde güvenle
yoluna devam ediyor.
Akademik
camianın medya ve aile etkileşimi konusunu detaylı şekilde işlemesi, tezler
hazırlaması ve sonuçlarla çözüm önerilerinin idareye sunulması, acil yapılması
gerekenlerdendir.
Medya
halktan olmalı, halka hizmet etmeli. Medyanın çok faydalı içerikleri de vardır
ama genele bakınca zararları bana göre ağır basmaktadır. Burada dizilerin akşam
saatlerini doldurması ve ailenin bu önemli saati heba etmesi beni derinden
etkilediği için böyle bir yazı yazma ihtiyacı duydum. Gelecekten yana
umutluyum. Birbirimize, insan olmanın sorumluluğuna sahip çıkacağımıza
inanıyorum. Mucizelere doğmuşken birbirimize zehir etmeyelim şu üç günlük
dünyayı!