27 Mayıs darbecilerinden olduğu hÂlde sonradan Devlet
Bakanı yapılan Mehmet Özgüneş’in (D.1921-Ö.1992), “Benim için Tapu Kadastro
Genel Müdürlüğü ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında fark yoktur” dediği
anlatılır.
Bu cümleyi sadece darbeci bir topçu subayının kişisel
görüşü olarak ele almak isabetli olmaz. Kemalist cenahın ortak görüşü gibi
düşünmek daha gerçekçi olur.
“Diyanet’i Kemal Paşa kurdu, Diyanet kurucusuna karşı
vefalı davranmadı” gibi yakınmaları da her zaman olmaktadır. Her kuruluşu onu
kuran kişinin özel mülkü, orada çalışanları da yine o kişinin marabası gibi
gören bir anlayıştır söz konusu. “Madem Diyanet’i Kemal Paşa kurmuştur, o hâlde
Diyanet sonuna kadar Kemal Paşa’nın izinden gitmeye, onun yaptıklarını övmeye,
orada çalışan görevliler de ömürlerinin sonuna kadar Kemal Paşa propagandası
yapmaya mecburdur” görüşü takıntıdan başka bir şey değildir.
Bu görüş sahipleri için, Diyanet çalışanlarının kendi
görev alanlarına uygun şahsiyetler olup ahlâkî tutarlılıklarının ve bilimsel
yeterliliklerinin toplum için özendirici birer örnek olmalarının, ülkeye ve
millete karşı sadık ve minnet borçlu olarak davranmalarının hiçbir kıymet-i
harbiyesi yoktur. Kemalist anlayışa göre ülke de, millet de zâten bir kişidir,
o da Kemal Paşa’dır. Herkes ona karşı borçludur ve ömür boyu onun
görüşlerine/partisine karşı sâdık kalarak borcunu kısmen ödeyebilir. Böyle
yapmayanlar ise vatan haininden başka bir şey değildir.
Diyanet’in hangi kurumun yerine oluşturulduğunun
hatırlanması, kuruluş amacının kavranmasını kolaylaştıracaktır. Diyanet, Halîfeliğin
kaldırıldığı gün, 3 Mart 1924’te kurulmuştur. “Halîfeliğin görev alanlarını
üstlenmiştir” denilse de tam olarak öyle değildir. Cumhuriyet tarihi boyunca
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü seviyesinde görülen Diyanet’in Halîfelik
yerine, onun görev alanı için kurulduğunu düşünmek, akla ve vicdana sığmayacak
bir iştir.
İslâm’ı toplum hayatının her kademesinden kazımayı
kendisine görev bilen bir idâreye hizmet için kurulmuştur Diyanet ve o dönemde
iktidarın yaptıklarını, onun izin verdiği ölçüler içinde övmekle, iktidar
sahibinin eşi benzeri bulunmadığı propagandasını yapmakla görevlendirilmiştir.
Diyanet, kurulduğu günden beri kendisi için İslâmî cemaatleri,
tarikat ve tasavvuf çevrelerini hedef olarak seçmiştir. Cemaat, tarikat ve
tasavvuf çevrelerinin aleyhine iktidar sahipleri için gerekli görüldüğünde her
zaman raporlar hazırlamıştır. Zâten kendisinden tam olarak istenen de bu
olmuştur. Geçmişte övülen Rıfat Börekçi benzeri Diyanet İşleri Başkanları da
dönemlerindeki iktidarların sâdık hizmetkârları değiller midir? Eski iktidar
sahiplerine kapı kulluğu eden Diyanet için, “Diyanet siyâset yapıyor/siyâsete
karıştı” denilmemiştir.
Ancak Türkiye, yüz yıl öncesinin Türkiye’si değildir.
Yüz yıl önce ülke de, devlet de Kemal Paşa’nın ve onun partisi CHP’nindi.
CHP’li olmayan bir gazete bile yoktu. Gazete çıkarmak CHP’li olmak şarta
bağlanmıştı. Sadece gazete mi? Kitap çıkarmak da böyleydi. CHP’nin görüşlerine
uymayan veya CHP’nin yapıp ettiklerini eleştiren kitap çıkarılamazdı.
1923-1950 arasında CHP’yi ve onun genel başkanı Kemal
Paşa’yı eleştiren bir gazete, bir kitap çıkarılabilmiş midir? Kazara buna heveslenenler
ya idam edilmiş, ya sürülmüş ya da 10-15 sene cezaevlerinde kalmışlardır.
Günümüzde 84 milyonluk nüfusu ile Türkiye büyümüştür,
değişmiştir. Eski Türkiye’nin kalıplarına sığmayacak bir düzeye ulaşmıştır.
Türkiye, özgürleştikçe CHP düzeninden de hızla uzaklaşmaktadır. Bir irtica
hareketiyle Türkiye’yi yüz yıl öncesinin şartlarına döndürmek mümkün değildir.
Türkiye’yi yüz yıl öncesine döndürmek çabası da aklın kanunlarına da, fizik
kurallarına da aykırıdır. Nitekim askerî darbeler yoluyla bu irtica hareketi
denenmiştir ama mümkün olmamıştır.
Büyüyen, değişen, gelişen Türkiye’de Diyanet’in 1924
şartlarında kalması mümkün müdür? Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü seviyesinde
veya ondan daha alt bir düzeyde tutmak olabilir mi? Diyanet’in protokoldeki
yerinin değiştirilmesi bile şikâyet konusu edilmektedir. Önceden gelip geçmiş
hükûmetler Diyanet’e ancak kırkıncı sırada yer vermişken, şimdi Diyanet’in yerinin
28 sıra atlayarak 12’nci sıraya gelmesi bir felâket haberi gibi takdim
edilmektedir. Protokol sırasını önceki hükûmetler tayin etme hakkına sahipken,
şimdiki hükûmet niçin bir değişiklik yapamasın? Bugünün hükûmeti hükûmet değil
de önceki hükûmetlerin yaptığı her işi devam ettirmek zorunda olan bir memur
kadrosu mudur?
Bugünkü Hükûmet’in protokol sırası değiştirmeye dahi
hakkı yok, öyle mi?
Bugünün hükûmetine protokol sırasını değiştirmeyi bile
hak olarak görmeyenler, aslında bu hükûmeti seçen millet çoğunluğunu hâlâ eski
Türkiye’nin marabaları saymaktadırlar. Oysa dünkü hükûmetlerin protokol sırası
düzenleme yetkileri kadar, bugünkü hükûmetin de benzer yetkileri vardır. Zaten
bu hükûmeti seçmiş olan millet çoğunluğu, eski hükûmetlerin yaptıklarını aynen
tekrar etsin diye bu iktidarı seçmiş değildir.
Değişen, gelişen ve büyüyen Türkiye’nin ihtiyaçlarına
göre yeni idari düzenlemeler yapsın diye bu hükümeti millet çoğunluğu
seçmiştir. Hükûmet’e düşen temel sorumluluk ise, kendisini seçen millet
çoğunluğunun beklentilerini emir sayarak gereğini yapmaktır.
“Diyanet siyâset yapıyor” diye ağlayıp
sızlamaktadırlar. Bunun için verdikleri örnekler ibretliktir: Diyanet İşleri Başkanı
Ali Erbaş, yazar Kadir Mısıroğlu’na hasta ziyaretinde bulunmuş. Oysa o
Mısıroğlu, aşırı derecede Kemal Paşa ve CHP muhalifi imiş. Diyanet böylece siyâset
yapmış…
Hasta ziyareti için, hastanın siyâsî görüşlerine
bakmak hangi insanî değerle bağdaşabilir? “Bir hasta bizim siyâsî görüşümüzde,
bizim vazgeçilmez saydığımız parti başkanını övüyor ise ziyaret edilebilir,
aksi görüşte ise ziyaret edilemez” takıntısı, oldukça ilkel ve geri bir anlayıştır.
Hasta ziyareti insanî nedenlerle yapılır. Hastanın siyâsî görüşüne, dinine,
mezhebine, ırkına, aşiretine bakılmaz.
Mısıroğlu gibilerine hasta ziyareti bile
yapılamayacağı takıntısı içinde olanlar, insanî değerlere ve düşünce
özgürlüğüne düşman olanlardır. Düşünce özgürlüğünü, yazma ve konuşma hakkını
yalnızca kendi siyâsî görüşleri için geçerli saymaktadırlar. Türkiye’yi
1923-1950 aralığında görmeye devam ediyorlar!
Bugünün iktidarına karşı muhalefet çevreleri, adâletsizlik
yapıldığı, haksız kazanç elde edildiği görüşlerini savunmaktadırlar. Diyanet’in
siyâset yaptığını iddia eden muhalefet çevreleri, Diyanet’ten Hükûmet’e karşı,
“adâletsizlik yapıldığı, haksız kazanç elde edildiği” gibi kendi görüşlerinin
sahiplenilmesini beklemektedirler. Yani Diyanet, muhalefetin iddialarını sahiplenerek
bunları hutbe ve vaaz konusu ederse görevini yapmış olacak, muhalefetin
iddialarına karşı ilgisiz kalırsa siyâset yaparak Hükûmet’in tarafında yer
almış olacak... Bu mantığın çelişkisini anlatmaya kimin gücü yetebilir?
Madem Diyanet’in siyâsete karışmasına karşısınız, o hâlde
aynı Diyanet’ten niçin sizin görüşlerinizle birlikte Hükûmet’e karşı cephe almasını
bekliyorsunuz?
Diyanet’in en ağır şekilde eleştirilip mahkûm edildiği
konulardan birisi de Başkan Ali Erbaş’ın lâikliği eleştirir gibi bir konuşma
yapmış olmasıdır. Erbaş, lâikliği doğrudan reddedememiştir. Sadece eleştirir
gibi yapmıştır. Bu kadarı bile tahammül mülklerini yıkmaya yetmiştir. Yahu
madem lâikliği partiler üstü bir konu saymaktasınız, o hâlde Erbaş’ın konu
hakkında görüş açıklaması niçin ayarlarınızı bozmuştur?
Lâiklik için Mimarlar Odası, Trakya Göçmen Kuşları Derneği
açıklama yaptığında doğal sayılırken, Diyanet’in konu hakkında görüş belirtmesi
niçin düşmanlığınıza, kin ve nefret dolu tepkinize yol açmaktadır? Lâiklik
konusunda Diyanet’ten 1930’ların CHP görüşünü tekrarlamasını beklemek
beyhudedir! Bu durum, Ali Erbaş’ın kişiliğinden kaynaklanan bir sonuç değildir.
Türkiye değiştiği, geliştiği ve özgürleştiği gibi, Türkiye’nin kurumları da değişmekte,
gelişmekte, özgürleşmektedir.
Diyanet’in protokol sırasının kırktan on ikiye gelmesi
de yeterli değildir. Diyanet’in problemini protokol sırası olarak görmek büyük
bir hatâdır. Diyanet’e 1924’te dayatılan tek adam, tek parti şartlarındaki
kuruluş sınırları artık bir zincir durumuna gelmiştir. Diyanet, Müslüman bir
halkın İslâm hizmetlerini yeterli ve kâmil ölçüde yürütecek ise, evvelâ kuruluş
zincirlerinden arınmalıdır. Ali Erbaş, o zincirlerin kırılmasına olan katkısı
ölçüsünde tarihte hayırla ve saygıyla yâd edilecektir. Aksi hâlde unutulup
gidenler arasında, “Bir varmış, bir yokmuş” olacaktır.
1930’larda, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat
Börekçi, CHP Ankara İl Başkanı bile yapılmıştır. Böyle bir örnekten
utanmayanlar, şimdi Diyanet’i siyâset yapmakla suçlamaktadırlar. Ali Erbaş,
kendileriyle birlikte Mısıroğlu’na hakaret etmediği için, “Lâiklik ne âlâ bir
şeydir” demediği için onu mahkûm etmeye çalışmaktadırlar. Milât’tan “sonra”
2021’in Türkiye’sinde, varlığını altı oka armağan etmiş yeni bir Rıfat Börekçi
örneği beklemektedirler.
Günümüzde Diyanet’in ihtiyacı, evvelâ kuruluş
kanununun kökten değişmesidir. Diyanet idârî, akademik ve mâlî bakımdan özerk
hâle gelmelidir. Diyanet İşleri Başkanı, kendi çalışanları tarafından seçimle
iş başına getirilmelidir. Diyanet, protokolde on ikiden “1” numaraya getirilse
bile Diyanet’in ihtiyacı karşılanmış olmaz.
Diyanet İşleri Başkanı, ister Tapu Kadastro Genel
Müdürü, isterse Meteoroloji Genel Müdürü gibi yalnızca ilgili bir bakanın uygun
görmesiyle tayin edilme eksikliğinden ve o ilgili bakanın uygun görmesinden
kurtulmalıdır. Bu da en başta kuruluş yasasının değiştirilmesiyle mümkün
olabilir. Diyanet’in sorunu, kuruluşundan ve kuruluş amacından
kaynaklanmaktadır. Bugünün hükûmetine düşen en acil ve ertelenemez sorumluluk
ise, yeni bir kuruluş yasası ile Diyanet’i 1924 şartlarının zincirinden
kurtarmaktır.
İdârî, mali ve akademik özerkliğe sahip olan bir
Diyanet’in kuruluş amacı da, felsefesi de daha kapsayıcı ve daha güven verici
olacaktır. Hasta ziyareti bile tartışma konusu yapılan bir Diyanet’ten İslâm’ın
ruhuna uygun hizmetler beklemek gerçekçi değildir.
Ali Erbaş’ın geçmişinde FETÖ’cülerle içli dışlı olmasıysa kişisel bir vebâldir; doğrudan kurumun geleceğini ipotek altına aldıracak bir konu olarak düşünmek apayrı bir yanlıştır.