“NİLÜFER sözcüğü, Farsça
“nîlûfer” sözcüğünden bozmadır. Farsça
değişik eserlerde nîlfer, nîlper, nîlûper, nîlûperg, nîlûfel ve nîlûpel; gul-i
âbzâd ‘suda biten çiçek’; gul-i zindegî ‘hayat çiçeği’; gul-i âferîniş ‘yaratılış
çiçeği’ ve nilüfer-i âbî ‘su nilüferi’ adlarıyla bilinir” şeklindeki not
ile başladığımız makalemize kaldığımız yerden devam edelim…
“İzzeti
gülşeninün ak güli mâh-ı münîr/ Kadrinün cûyı kenârında sühâ nîlüfer.” (Onun ululuk bahçesinin ak gülü parlak
dolunay ve kadrinin ırmağının kenarındaki nilüfer de Süha yıldızıdır.)
Revanî’nin
yukarıdaki beytindeki, ak gül ve nilüfer… Birisi gül bahçesinde, diğeri ırmak
kenarında bitmeleri itibariyle ele alınıp kozmik iki unsur olan “dolunay” ve “Süha”
adlı yıldız ile ilişkilendirilmiş. Bu durumda ak gülün mekânı olan gül bahçesi
ve nilüferin mekânı olan ırmak kenarı, gökyüzüne tekabül etmektedir. Şair,
dolunayın Büyük Ayı takımyıldızının en küçük yıldızı olan Süha’nın yanına
gelmesinin oluşturduğu görüntüyü, ak gül ile nilüferin bir araya gelmesine
benzetmiştir. Beyitteki “izzet”
kelimesinin ayın dolunay olmasıyla, “kadr”
kelimesinin de Süha’nın parlaklık ve ışınımıyla alâkalı kozmik kavramlar olarak
kullanıldığını belirtmekte yarar vardır.
Gök
cisimleri ve nilüfer
“Atun
önince müdâm olmağa ol peyk revân/ Zeng-i zer takdı miyânına anun nîlüfer .”
(O haberci/muhafız –peyk- daima senin atının önünde gitsin diye nilüfer, onun
beline altın çan taktı.)
Revanî,
yukarıdaki beyitte haberci/muhafız diyebileceğimiz peyke telmih yapmaktadır. Peyk, Osmanlı Devleti’nde habercilik ve
muhafızlık yapan özel görevlidir. Bunlar, padişah dışarı çıktığı zaman, onun sağında
yürüyerek onu korurlardı. Aynı zamanda yaya postacı görevi yaparlardı. Peykler iyi koştuklarından, padişah
iradelerini tebliğ için kullanılmışlardır. Diz veya kemer bağlarına küçük
çıngıraklar takarlardı (Larousse, C.16: S.46). Revanî, habercinin beline
taktığı altın çıngırağın görüntüsünü, turuncu renkli bir nilüfere
benzetmektedir.
Bu
beytin kozmik ve mitsel tarafına gelince… Şairin peykten murâdı, At takımyıldızının
önünde yer alan parlak ışıklı sarı bir yıldızdır. “Peyk” kelimesinin kozmik ve
mitolojik bir isim olduğunu ve arkasında mitsel bir öykü barındırdığını
söyleyebiliriz. Buna göre gökte güneşin at burcu menzilinin tepesine gelmesi,
yersel karşılıkta bir hükümdarın atına binmesine, At takımyıldızının önündeki
yıldız topluluğu peyke ve peyk biçimini oluşturan yıldızların ortasında turuncu
nilüferi andıran parlak sarı yıldız ise altın çana karşılık gelmektedir.
Böylelikle semada sanki bir sultanının ata binerek hanesine gitmesini haber
veren, beli altın çıngıraklı bir peyk görüntüsüne işaret edilmektedir.
“Çıksa
ne dem kubâ-yı hevâ-gün ile o mâh/ Pür-nûr eder bu kubbe-i nîlüferi feri.” (O dolunay ne zaman gök renkli tepeliği ile
ortaya çıksa, nûru bu nilüferî kubbeyi aydınlatır.)
Dolunaylı
gece, Dîvân şiirinde nilüfer renkli bir kubbe olarak algılanmaktadır. Dolunay,
bu gecede sanki nilüfer renkli bir cami ve büyük yapı kubbesi üzerine gök
renkli tepeliği ile çıkan tepelikli bir beyaz güvercine benzetilmektedir.
Kozmik unsurların bir kuş ile temsil edilmesi, mitsel algı döneminin
yadigârıdır. Şair, tabiatta bir nilüferlik üzerine konmuş mavi tepelikli bir
beyaz kuş görüntüsünü derhâl bu görüntünün kozmik karşılığı olan nilüfer renkli
gök kubbe ve o gök kubbe üstünde mavi halesiyle beliren parlak bir dolunay ile
eşleştirmiştir.
“Târem-i
nîlüferî oldı yine ahdarî/ Dâ’ire-i enverî pür-gül ü pür nesteren.” (Yine nilüferî kubbe yeşerdi, oradaki parlak
daireler ise -yıldızlar- gül ve nesrinlerdir.)
Süheylî,
nilüfer ile kozmik âlemi ilişkilendirdiği yukarıdaki beytinde, gök kubbeyi bir
nilüfer bahçesinin yeşermesi gibi tahayyül etmekte ve o bahçeyi gül ve
nesrinlerle dolu parlak bir daire gibi düşünmektedir. Bir nilüfer bahçesinde
gül ve nesrinlerin açmış olduğu bir bahar manzarası, nilüfer renkli kubbe delâletiyle
kozmik âlemle irtibatlandırılmakta ve gece vaktinin gökyüzünde nilüferî renk
içinde yer alan dolunayı, parlak bir daire gibi düşünülmekte, sarı ve turuncu
ışıklar saçan yıldızlar güllere, ak ışıklar saçan yıldızlar da nesrinlere
benzetilmektedir.
“Olurdı
lem’a-feşân ceyb-i âbdan zâhir/ Nihâl-i şu‘le çü nîlûfer-i sitâre- cebîn.” (Alev fidanı, yıldız alınlı bir nilüfer gibi
ışıklar saçarak suyun içinden belirdi.)
Şehrî’nin
beytini anlamak için öncelikle yersel nilüfer üzerinde durmak lâzımdır. Beyitte
muhtemelen göbeği kızıl ve taç yaprakları beyaz bir nilüfer söz konusu
edilmektedir. Bu nilüfer, görünüş itibariyle yıldıza benzeyen taç yaprakları
içerisinden bir alev yalımı gibi yukarı çıkan kızıl bir göbeğe sahiptir. Böyle
bir nilüfer, sanki suyun içinden beliren bir alev gibi ışık saçmaktadır. Şair,
bu yersel hayâl üzerinden kozmik olana “sitare” sözcüğü ile geçiş yapmaktadır. Bu
geçişte gökyüzü suya tekabül etmekte, birbirlerini konumları itibariyle halka
yahut yarım halka şeklinde olan bir yıldız kümesinin ortasında parlayan turuncu
ışıklı bir yıldız ise onlar arasından yükselen kızıl bir nilüfer gibi su
üstünde alev saçmaktadır.
Münîrî’nin
aşağıdaki Farsça beyti de Şehrî’nin işlediği kozmik hayâli işlemektedir. Şair,
gökyüzünü bir nilüfer bahçesi gibi düşünmekte, her yıldız bir beyaz nilüfer,
onların sarı ışıkları da beyaz nilüferlerin sarı göbekleri olup gece sabaha
kadar ateş saçmaktadırlar:
“Her
şeb âteş-bâr bâşed tâ-be-vakt-i subhdem/ Ân ki mî-gûyî be-vasfeş gül-şen-i
nîlûferest.” (Nilüferî bahçenin niteliği
olarak söylediğin şey, onun her gece seher vaktine kadar ateş saçmasıdır.)
Dünyadaki
cennet
“Bûstân-ı
âlem oldı ravza-i huld-i berîn/ Gül-şen-i nîlûferîden nice urur subhdem.” (Âlem bahçesi, cennet bahçesine döndü;
sabah, nilüferî bahçeden daha ne diye bahsetsin?)
Münîrî,
baharın gelişiyle birlikte zeminin yeşerip her tarafın çiçeklerle donanmasına
bakarak âlemi cennet bahçesine benzetir ve sabah vaktinde seher yeliyle açan
çiçeklere işaret ederek bu görünümün gökyüzü bahçesini gölgede bıraktığını ve
onları görünmez kıldığını söyler. Seher vakti güneşin doğması esnasında nilüfer
bahçesine benzeyen gökyüzü, güneşin yükselen ışıkları altında bu görünümünü
kısa sürede kaybeder. Şair, seher yelinin etkisiyle kısa sürede oluşan bu doğal
durumun büyüleyici güzelliğinden dolayı sabahın gökyüzü bahçesini anmaz
olduğuna vurgu yapar. Zira her seher gökte beliren nilüfer renkli bahçe, seher
yeliyle beliren yeryüzü bahçesinin yanında çok sönük kalmaktadır.
İki
âlemde aynı anda beliren bu bahçelerin tanığı olan sabah vakti, yeryüzü
bahçesinin görkemi karşısında gökyüzünün nilüferî bahçesini değersiz bulmakta
ve artık ondan söz açmamaktadır. Bu unutuş olayının gerisinde sabah vaktinin
ilerleyen anlarında kozmik bahçenin güneş ışıklarından dolayı ortadan kalkarken
yersel bahçeninse bütün ihtişamıyla ortaya çıkmasına telmih vardır.
Münîrî,
şu beytinde ise “nilüfer renkli bahçe” dediği kozmik âlemi söz konusu ederek, “Daha ne zamana kadar bu bahçede gündüz vakitlerinde
güneş gül gibi, gece vakitlerinde de dolunay ve yıldızlar nergis gibi
görünecek?” diye sorar: “Niçe ki gül-şen-i nîlûferîde şâm u seher/ Görine
mihr gül ü ahter ü kamer nergis.”
Nil’in
nilüferleri
“Giceler
zeyn oldugınca gül-şen-i nîlûferî/ Gül-sitân-ı çarha geldükçe gül-i ahmer güneş.”
(Geceler yıldızlarla donanınca bir
nilüferî bahçedir, güneş felek çarkında belirince de ortaya çıkan kızıl
güldür.)
Münîrî
yukarıdaki beytinde yine gece ve gündüz vakti görünen gökyüzü manzarasını
nilüfer renkli yahut nilüfer dolu bahçe olarak niteler. Bu bahçe, geceleyin ak
nilüferler gibi gökyüzü denizi üzerinde beliren yıldızlarla bezenmekte, gündüz
vakti ise feleğin gül bahçesinde beliren güneş, kızıl bir gülü andırmaktadır.
Bu beyte bakılarak gece ile nilüfer arasındaki ilişki, renkten başlayarak diğer
yönlere doğru genişler.
Aynı
şair, aşağıdaki beytinde ise nilüfer sözcüğünü cinaslı olarak kullanır ve “nilüfer
bahçesi” dediği gökyüzü ile Mısır diyarı arasında bir ilişki kurar. Bu
ilişkinin nedeni ise Mısır’daki Nil nehri kenarında biten nilüferlerle alâkalıdır.
Şair, Mısır mitolojisinde önemli bir figür olarak yer alan nilüfere telmih
yapar:
“Nice
gül gül-şen-i nîlûfer oldur/ Hemân Mısr-ı dile Nîl ü fer oldur.” (Ne gülü o, nilüfer bahçesidir; şimdi gönül Mısır’ında
Nil ve ışık odur.)
“Felek
bahrine benzer encüm ile/ Bu nîlûfer ki vardur encüm ile.” (Şu nilüferler toplu hâlde -yıldızlar gibi- oldukları zaman yıldızlar
ile dolu felek denizine benzer.)
Münîrî
yukarıdaki beytinde kozmik olanla yersel olanı usta bir cinas kullanımıyla
terkip eder. Şair cinasta kullandığı “encüm” sözcüğünü hem yıldızlar, hem de
eksiltili cinas ile encümen yani topluluk anlamında kullanır. Bu terkibe göre
su üzerinde toplu olarak beyaz çiçek açmış olan nilüfer kümesi, gökyüzü denizinde
nilüfer benzeri açan yıldızlar kümesine benzer.
“Arş
ile hem-dûş ola tâk-ı revâk-ı haşmetin/ Tâ ki ber-câdır bu âlî-kubbe-i
nîlüferî.” (Haşmetinin revakının kemeri
arş ile karşılaşsa, bu yüce nilüferî kubbe yere inmiş olur.)
Nedîm,
Memduhu’nun yaptırdığı binanın revakındaki kemerin muhtemelen yıldızlarla
süslenmiş görüntüsünden hareketle, bu durumu arştaki yıldızlarla dolu nilüfer
renkli kubbenin yere inmesi olarak niteler.
“Nedür
bu bahr-i mu’allak ki şeb-çerâg ile pür/ Nedür bu kulzüm-i nîlîde surh nîlûfer.”
(Bu gece çırasıyla dolu asılmış deniz
nedir? Bu Nil renkli ummandaki kızıl nilüfer nedir?)
Âşık
Çelebi, Münîrî’nin “nilüfer renkli gül bahçesi” veya “nilüfer renkli kubbe”
dediği gökyüzünü, felek boşluğunda asılmış bir deniz ve muhtemelen parlak
dolunayı da gece çırası olarak niteler. Dolunay’ın boşlukta asılmış siyah bir
denize benzeyen geceyi aydınlatması durumunu, Nil ırmağında veya lâcivert
renkli umman kıyısında açmış kızıl nilüfere benzetir. O nilüfer, tıpkı Ay’ın
geceyi aydınlattığı gibi o siyah denizi aydınlatmaktadır.
“Âh-ı
dil-sûzum yetişdi göklere benzer/ Münîr k’oldı şöyle gül-şen-i nîlûferî
pür-meşale.” (Gönül yakıcı âhım göklere
ulaştı. Bu durum, nilüferî bahçenin meşalelerle dolmasına benzedi.)
Münîrî,
yukarıdaki beyitte âh ateşinin göklere ulaşmasını nilüfer renkli bahçenin
meşalelerle dolmasına benzetir. Şair, bu teşbihte geceleyin semadaki
yıldızlarla donanmış bahçeye benzeyen has bahçelerde yakılan meşalelerle ilgili
telmihten faydalanmaktadır.
Özellikle
yaz mevsiminin en önemli seyir ve eğlence mekânları olan bahçelerin
işlevlerinden biri de yakılan meşaleler ışığında insanları geç vakitlere kadar
içinde tutmasıdır. Şair, bu durumdan hareketle gece vakti sevgili hasretiyle
çektiği âhın nilüfer renkli gök kubbeye erişme hayâlini, meşalelerle donatılmış
has bahçe imajıyla eşleştirmektedir. Bu eşleşmenin arkasında ise yine mitik bir
öykü yatmaktadır: Âhın gökyüzüne yükselerek felekleri tutuşturmasında ejderha
mazmunu gizlidir. Türk mitolojisinde ejderha, baharla beraber güzün girdiği
sudan çıkarak âha benzeyen bir nâra ile ağzından alevler saçarak felek çarkına dolanır
ve evrilerek çarkı döndürür. Çarkın dönüşüyle beraber bahar mevsimi yani
bolluk, bereket ve hayat, kaldığı yerden devam etmeye başlar. Şair, “âh”
telmihiyle aynı zamanda bu mitsel öyküye de gönderme yapmaktadır.