Dîvan şiirinde nilüferin kozmik serüveni (2)

Bir nilüfer bahçesinde gül ve nesrinlerin açmış olduğu bir bahar manzarası, nilüfer renkli kubbe delâletiyle kozmik âlemle irtibatlandırılmakta ve gece vaktinin gökyüzünde nilüferî renk içinde yer alan dolunayı, parlak bir daire gibi düşünülmekte, sarı ve turuncu ışıklar saçan yıldızlar güllere, ak ışıklar saçan yıldızlar da nesrinlere benzetilmektedir.

“NİLÜFER sözcüğü, Farsça “nîlûfer” sözcüğünden bozmadır. Farsça değişik eserlerde nîlfer, nîlper, nîlûper, nîlûperg, nîlûfel ve nîlûpel; gul-i âbzâd ‘suda biten çiçek’; gul-i zindegî ‘hayat çiçeği’; gul-i âferîniş ‘yaratılış çiçeği’ ve nilüfer-i âbî ‘su nilüferi’ adlarıyla bilinir” şeklindeki not ile başladığımız makalemize kaldığımız yerden devam edelim…

“İzzeti gülşeninün ak güli mâh-ı münîr/ Kadrinün cûyı kenârında sühâ nîlüfer.” (Onun ululuk bahçesinin ak gülü parlak dolunay ve kadrinin ırmağının kenarındaki nilüfer de Süha yıldızıdır.)

Revanî’nin yukarıdaki beytindeki, ak gül ve nilüfer… Birisi gül bahçesinde, diğeri ırmak kenarında bitmeleri itibariyle ele alınıp kozmik iki unsur olan “dolunay” ve “Süha” adlı yıldız ile ilişkilendirilmiş. Bu durumda ak gülün mekânı olan gül bahçesi ve nilüferin mekânı olan ırmak kenarı, gökyüzüne tekabül etmektedir. Şair, dolunayın Büyük Ayı takımyıldızının en küçük yıldızı olan Süha’nın yanına gelmesinin oluşturduğu görüntüyü, ak gül ile nilüferin bir araya gelmesine benzetmiştir. Beyitteki “izzet” kelimesinin ayın dolunay olmasıyla, “kadr” kelimesinin de Süha’nın parlaklık ve ışınımıyla alâkalı kozmik kavramlar olarak kullanıldığını belirtmekte yarar vardır.

Gök cisimleri ve nilüfer

“Atun önince müdâm olmağa ol peyk revân/ Zeng-i zer takdı miyânına anun nîlüfer       .” (O haberci/muhafız –peyk- daima senin atının önünde gitsin diye nilüfer, onun beline altın çan taktı.)

Revanî, yukarıdaki beyitte haberci/muhafız diyebileceğimiz peyke telmih yapmaktadır. Peyk, Osmanlı Devleti’nde habercilik ve muhafızlık yapan özel görevlidir. Bunlar, padişah dışarı çıktığı zaman, onun sağında yürüyerek onu korurlardı. Aynı zamanda yaya postacı görevi yaparlardı. Peykler iyi koştuklarından, padişah iradelerini tebliğ için kullanılmışlardır. Diz veya kemer bağlarına küçük çıngıraklar takarlardı (Larousse, C.16: S.46). Revanî, habercinin beline taktığı altın çıngırağın görüntüsünü, turuncu renkli bir nilüfere benzetmektedir.

Bu beytin kozmik ve mitsel tarafına gelince… Şairin peykten murâdı, At takımyıldızının önünde yer alan parlak ışıklı sarı bir yıldızdır. “Peyk” kelimesinin kozmik ve mitolojik bir isim olduğunu ve arkasında mitsel bir öykü barındırdığını söyleyebiliriz. Buna göre gökte güneşin at burcu menzilinin tepesine gelmesi, yersel karşılıkta bir hükümdarın atına binmesine, At takımyıldızının önündeki yıldız topluluğu peyke ve peyk biçimini oluşturan yıldızların ortasında turuncu nilüferi andıran parlak sarı yıldız ise altın çana karşılık gelmektedir. Böylelikle semada sanki bir sultanının ata binerek hanesine gitmesini haber veren, beli altın çıngıraklı bir peyk görüntüsüne işaret edilmektedir.

“Çıksa ne dem kubâ-yı hevâ-gün ile o mâh/ Pür-nûr eder bu kubbe-i nîlüferi feri.” (O dolunay ne zaman gök renkli tepeliği ile ortaya çıksa, nûru bu nilüferî kubbeyi aydınlatır.)

Dolunaylı gece, Dîvân şiirinde nilüfer renkli bir kubbe olarak algılanmaktadır. Dolunay, bu gecede sanki nilüfer renkli bir cami ve büyük yapı kubbesi üzerine gök renkli tepeliği ile çıkan tepelikli bir beyaz güvercine benzetilmektedir. Kozmik unsurların bir kuş ile temsil edilmesi, mitsel algı döneminin yadigârıdır. Şair, tabiatta bir nilüferlik üzerine konmuş mavi tepelikli bir beyaz kuş görüntüsünü derhâl bu görüntünün kozmik karşılığı olan nilüfer renkli gök kubbe ve o gök kubbe üstünde mavi halesiyle beliren parlak bir dolunay ile eşleştirmiştir.

“Târem-i nîlüferî oldı yine ahdarî/ Dâ’ire-i enverî pür-gül ü pür nesteren.” (Yine nilüferî kubbe yeşerdi, oradaki parlak daireler ise -yıldızlar- gül ve nesrinlerdir.)

Süheylî, nilüfer ile kozmik âlemi ilişkilendirdiği yukarıdaki beytinde, gök kubbeyi bir nilüfer bahçesinin yeşermesi gibi tahayyül etmekte ve o bahçeyi gül ve nesrinlerle dolu parlak bir daire gibi düşünmektedir. Bir nilüfer bahçesinde gül ve nesrinlerin açmış olduğu bir bahar manzarası, nilüfer renkli kubbe delâletiyle kozmik âlemle irtibatlandırılmakta ve gece vaktinin gökyüzünde nilüferî renk içinde yer alan dolunayı, parlak bir daire gibi düşünülmekte, sarı ve turuncu ışıklar saçan yıldızlar güllere, ak ışıklar saçan yıldızlar da nesrinlere benzetilmektedir.

“Olurdı lem’a-feşân ceyb-i âbdan zâhir/ Nihâl-i şu‘le çü nîlûfer-i sitâre- cebîn.” (Alev fidanı, yıldız alınlı bir nilüfer gibi ışıklar saçarak suyun içinden belirdi.)

Şehrî’nin beytini anlamak için öncelikle yersel nilüfer üzerinde durmak lâzımdır. Beyitte muhtemelen göbeği kızıl ve taç yaprakları beyaz bir nilüfer söz konusu edilmektedir. Bu nilüfer, görünüş itibariyle yıldıza benzeyen taç yaprakları içerisinden bir alev yalımı gibi yukarı çıkan kızıl bir göbeğe sahiptir. Böyle bir nilüfer, sanki suyun içinden beliren bir alev gibi ışık saçmaktadır. Şair, bu yersel hayâl üzerinden kozmik olana “sitare” sözcüğü ile geçiş yapmaktadır. Bu geçişte gökyüzü suya tekabül etmekte, birbirlerini konumları itibariyle halka yahut yarım halka şeklinde olan bir yıldız kümesinin ortasında parlayan turuncu ışıklı bir yıldız ise onlar arasından yükselen kızıl bir nilüfer gibi su üstünde alev saçmaktadır.

Münîrî’nin aşağıdaki Farsça beyti de Şehrî’nin işlediği kozmik hayâli işlemektedir. Şair, gökyüzünü bir nilüfer bahçesi gibi düşünmekte, her yıldız bir beyaz nilüfer, onların sarı ışıkları da beyaz nilüferlerin sarı göbekleri olup gece sabaha kadar ateş saçmaktadırlar:

“Her şeb âteş-bâr bâşed tâ-be-vakt-i subhdem/ Ân ki mî-gûyî be-vasfeş gül-şen-i nîlûferest.” (Nilüferî bahçenin niteliği olarak söylediğin şey, onun her gece seher vaktine kadar ateş saçmasıdır.)

Dünyadaki cennet

“Bûstân-ı âlem oldı ravza-i huld-i berîn/ Gül-şen-i nîlûferîden nice urur subhdem.” (Âlem bahçesi, cennet bahçesine döndü; sabah, nilüferî bahçeden daha ne diye bahsetsin?)

Münîrî, baharın gelişiyle birlikte zeminin yeşerip her tarafın çiçeklerle donanmasına bakarak âlemi cennet bahçesine benzetir ve sabah vaktinde seher yeliyle açan çiçeklere işaret ederek bu görünümün gökyüzü bahçesini gölgede bıraktığını ve onları görünmez kıldığını söyler. Seher vakti güneşin doğması esnasında nilüfer bahçesine benzeyen gökyüzü, güneşin yükselen ışıkları altında bu görünümünü kısa sürede kaybeder. Şair, seher yelinin etkisiyle kısa sürede oluşan bu doğal durumun büyüleyici güzelliğinden dolayı sabahın gökyüzü bahçesini anmaz olduğuna vurgu yapar. Zira her seher gökte beliren nilüfer renkli bahçe, seher yeliyle beliren yeryüzü bahçesinin yanında çok sönük kalmaktadır.

İki âlemde aynı anda beliren bu bahçelerin tanığı olan sabah vakti, yeryüzü bahçesinin görkemi karşısında gökyüzünün nilüferî bahçesini değersiz bulmakta ve artık ondan söz açmamaktadır. Bu unutuş olayının gerisinde sabah vaktinin ilerleyen anlarında kozmik bahçenin güneş ışıklarından dolayı ortadan kalkarken yersel bahçeninse bütün ihtişamıyla ortaya çıkmasına telmih vardır.

Münîrî, şu beytinde ise “nilüfer renkli bahçe” dediği kozmik âlemi söz konusu ederek, “Daha ne zamana kadar bu bahçede gündüz vakitlerinde güneş gül gibi, gece vakitlerinde de dolunay ve yıldızlar nergis gibi görünecek?” diye sorar: “Niçe ki gül-şen-i nîlûferîde şâm u seher/ Görine mihr gül ü ahter ü kamer nergis.”

Nil’in nilüferleri

“Giceler zeyn oldugınca gül-şen-i nîlûferî/ Gül-sitân-ı çarha geldükçe gül-i ahmer güneş.” (Geceler yıldızlarla donanınca bir nilüferî bahçedir, güneş felek çarkında belirince de ortaya çıkan kızıl güldür.)

Münîrî yukarıdaki beytinde yine gece ve gündüz vakti görünen gökyüzü manzarasını nilüfer renkli yahut nilüfer dolu bahçe olarak niteler. Bu bahçe, geceleyin ak nilüferler gibi gökyüzü denizi üzerinde beliren yıldızlarla bezenmekte, gündüz vakti ise feleğin gül bahçesinde beliren güneş, kızıl bir gülü andırmaktadır. Bu beyte bakılarak gece ile nilüfer arasındaki ilişki, renkten başlayarak diğer yönlere doğru genişler.

Aynı şair, aşağıdaki beytinde ise nilüfer sözcüğünü cinaslı olarak kullanır ve “nilüfer bahçesi” dediği gökyüzü ile Mısır diyarı arasında bir ilişki kurar. Bu ilişkinin nedeni ise Mısır’daki Nil nehri kenarında biten nilüferlerle alâkalıdır. Şair, Mısır mitolojisinde önemli bir figür olarak yer alan nilüfere telmih yapar:

“Nice gül gül-şen-i nîlûfer oldur/ Hemân Mısr-ı dile Nîl ü fer oldur.” (Ne gülü o, nilüfer bahçesidir; şimdi gönül Mısır’ında Nil ve ışık odur.)

“Felek bahrine benzer encüm ile/ Bu nîlûfer ki vardur encüm ile.” (Şu nilüferler toplu hâlde -yıldızlar gibi- oldukları zaman yıldızlar ile dolu felek denizine benzer.)

Münîrî yukarıdaki beytinde kozmik olanla yersel olanı usta bir cinas kullanımıyla terkip eder. Şair cinasta kullandığı “encüm” sözcüğünü hem yıldızlar, hem de eksiltili cinas ile encümen yani topluluk anlamında kullanır. Bu terkibe göre su üzerinde toplu olarak beyaz çiçek açmış olan nilüfer kümesi, gökyüzü denizinde nilüfer benzeri açan yıldızlar kümesine benzer.

“Arş ile hem-dûş ola tâk-ı revâk-ı haşmetin/ Tâ ki ber-câdır bu âlî-kubbe-i nîlüferî.” (Haşmetinin revakının kemeri arş ile karşılaşsa, bu yüce nilüferî kubbe yere inmiş olur.)

Nedîm, Memduhu’nun yaptırdığı binanın revakındaki kemerin muhtemelen yıldızlarla süslenmiş görüntüsünden hareketle, bu durumu arştaki yıldızlarla dolu nilüfer renkli kubbenin yere inmesi olarak niteler.

“Nedür bu bahr-i mu’allak ki şeb-çerâg ile pür/ Nedür bu kulzüm-i nîlîde surh nîlûfer.” (Bu gece çırasıyla dolu asılmış deniz nedir? Bu Nil renkli ummandaki kızıl nilüfer nedir?)

Âşık Çelebi, Münîrî’nin “nilüfer renkli gül bahçesi” veya “nilüfer renkli kubbe” dediği gökyüzünü, felek boşluğunda asılmış bir deniz ve muhtemelen parlak dolunayı da gece çırası olarak niteler. Dolunay’ın boşlukta asılmış siyah bir denize benzeyen geceyi aydınlatması durumunu, Nil ırmağında veya lâcivert renkli umman kıyısında açmış kızıl nilüfere benzetir. O nilüfer, tıpkı Ay’ın geceyi aydınlattığı gibi o siyah denizi aydınlatmaktadır.

“Âh-ı dil-sûzum yetişdi göklere benzer/ Münîr k’oldı şöyle gül-şen-i nîlûferî pür-meşale.” (Gönül yakıcı âhım göklere ulaştı. Bu durum, nilüferî bahçenin meşalelerle dolmasına benzedi.)

Münîrî, yukarıdaki beyitte âh ateşinin göklere ulaşmasını nilüfer renkli bahçenin meşalelerle dolmasına benzetir. Şair, bu teşbihte geceleyin semadaki yıldızlarla donanmış bahçeye benzeyen has bahçelerde yakılan meşalelerle ilgili telmihten faydalanmaktadır.

Özellikle yaz mevsiminin en önemli seyir ve eğlence mekânları olan bahçelerin işlevlerinden biri de yakılan meşaleler ışığında insanları geç vakitlere kadar içinde tutmasıdır. Şair, bu durumdan hareketle gece vakti sevgili hasretiyle çektiği âhın nilüfer renkli gök kubbeye erişme hayâlini, meşalelerle donatılmış has bahçe imajıyla eşleştirmektedir. Bu eşleşmenin arkasında ise yine mitik bir öykü yatmaktadır: Âhın gökyüzüne yükselerek felekleri tutuşturmasında ejderha mazmunu gizlidir. Türk mitolojisinde ejderha, baharla beraber güzün girdiği sudan çıkarak âha benzeyen bir nâra ile ağzından alevler saçarak felek çarkına dolanır ve evrilerek çarkı döndürür. Çarkın dönüşüyle beraber bahar mevsimi yani bolluk, bereket ve hayat, kaldığı yerden devam etmeye başlar. Şair, “âh” telmihiyle aynı zamanda bu mitsel öyküye de gönderme yapmaktadır.