“NİLÜFER” sözcüğü, Farsça
“nîlûfer” sözcüğünden bozmadır. Farsça
değişik eserlerde nîlfer, nîlper, nîlûper, nîlûperg, nîlûfel ve nîlûpel, gul-i
âbzâd (suda biten çiçek), gul-i zindegî (hayat çiçeği), gul-i âferîniş (yaratılış
çiçeği) ve nilüfer-i âbî (su nilüferi) adlarıyla bilinir (Yıldırım, 2008:
553).
Larousse’de
bir bitki olarak nilüfer hakkında şu bilgiler verilir: “Nilüfergillerden bir su bitkisi (nuphar). Botanikte beyaz nilüfer veya
ak sugülü (Nymphea alba) kök saplı, yüzer yapraklı, çok yıllık bir bitkidir.
Yaprakları uzun saplı, çiçekleri büyük, duru, beyaz, bazen hafif pembeye çalar
beyaz renkte ve uzun bir çiçek sapının ucunda bulunur. Meyvesi kapsül
şeklindedir. Sarı nilüfer (nupher luteum) değirmi yapraklıdır. Çiçeklerinde beş
çanak yaprak bulunur. Meyvesi parlak üzümsü meyvedir. Bazı ülkelerde bu iki
bitkinin kök sapı ve meyvesi yiyecek olarak kullanılır (Meydan Larousse,
1992; C.24; 523).
Nilüfer
durgun suların ortasında yetişir, gölgede kurutulur ve ateşe atıldığında
yanmaz. Uyumayı kolaylaştırma, ağrıları giderme ve cinsel isteği arttırma gibi
özellikleri vardır… Tatlı su birikintileri, göller ya da havuzlarda yetişir.
Üstü mumsu bir maddeyle kaplıdır. Mavi, beyaz ve kırmızı çiçekleri vardır.
Sabah erkenden güneşin doğuşuyla açar ve birkaç saat sonra da solar. Âfitâb
perest (güneşe tapan) ve gul-i kebûd (mor çiçek) olarak da bilinir… Nilüfer
bazı mazmunlarda da yer alır. Çarh-i nilüferî, tâk-i nilüferî, gonbed-i
nilüferî terkipleri gökyüzü anlamındadır (Yıldırım, 2008: 553).
Bir
suçiçeği olması dolayısıyla nilüfer, Nil nehri dolayısıyla Mısır ve Ganj nehri
dolayısıyla Hint mitolojisinde önemli bir yer tutar. Eski Mısırlıların güneş ve
yeniden doğuşla ilişkilendirdikleri lotus çiçeği kimi zaman Nefertem ile güneş
Tanrı Ra’yı simgeler. Mısır yaratılış mitinde zamanın başlangıcında ilksel
sulardan devasa bir lotus çiçeği doğduğu ve ilk sabah güneşin bu lotus
çiçeğinin ortasından doğduğu aktarılmaktadır (Wilkinson 2010: 87, Gezgin 2015:
149’dan).
Hint
mitolojisinde ise lotus ile ilgili şu bilgiler vardır: Başlangıçta boşluk vardı. Ne evren, ne de varlık yaratılmıştı.
Sonra kozmik sularda güneş gibi ışıldayan binyapraklı altından dev bir nilüfer
açtı. Bu kozmik nilüfer, evrenin rahim ağzıydı. O, ilksel yaratıcı güçtü. Hindu
inancında su dişidir ve doğurgandır. Kozmik nilüfer, suların üreme organıdır ve
yeryüzü tanrıçası olarak kişileştirilir. Nilüfer tanrıçasının sağlık, yaşam,
bolluk ve bereket sağladığına inanılır. Yeniden doğumu simgeleyen yaratıcı
tanrı, Vişnu’nun müstakbel eşi olan nilüfer tanrıçası, Lakşmi’nin ayaklarının
dibinde oturur ve daima nilüferin üzerinde tasvir edilir. Vişnu ise bu
tasvirlerde göbeğinden karısının bir tezahürü olan nilüfer çiçeği çıkarken
betimlenir. Bundan dolayı Vişnu’nun bir ismi de Padmanabha, “nilüfer
göbekli”dir. Tanrıça Lakşmi’nin bir diğer adı olan “Padma”, nilüfer çiçeği
anlamına gelmektedir. Tanrıçanın sanat eserlerindeki tasvirleri de altından yapılır.
Budist inancında da ilâhî özün sırrı, kutsal bilgisi kozmik nilüferde saklıdır.
Nilüfer tanrıçası, Budist inancında beyaz fille bütünleştirilir. “Samanyolu
Okyanusu Çalkantısı” mitinde evrenin sütünden ilk doğanlar arasında nilüfer
tanrıçası ve süt beyaz fil Airavata vardır. Beyaz file saygı duyulması
durumunda nilüfer tanrıçası Şri-Lakşmi, insanlığı bolluk ve bereketle
ödüllendirecektir (Zimmer 2004; Gezgin 2015; 148’den).
Nilüfer,
Vişnu’nıun simgesidir. Onun dördüncü elinde “Padama” adında bir nilüfer
bulunmaktadır. Rivayete göre, Vişnu uykudayken Brahma bir nilüfer çiçeği
şeklinde onun göbeğinden çıkmıştır. Bu yüzden Brahma, “nilüferzade” (nilüferden
doğma) ve “nilûferdar” (nilüfer sahibi) nitelemesiyle de anılır (Yıldırım,
2008: 553).
Nilüfer,
Budistlerce de kutsal kabul edilen bir çiçektir. Budistlerin seçilmiş kabul
ettiği Buda, mükemmelliğin doruğu sayılan lotus çiçeğinden oluşan bir tahtta, lotus
içinde bir mücevher olarak tasvir edilir. Binyapraklı lotus, Buda ile ilişkili
olarak ruhsal aydınlanmayı simgeler. Budist efsanesinde geleceğin Budası Prens
Siddharta’nın doğumunda ayaklarının altından lotus çiçekleri çıktığı anlatılır
(Wilkinson, 2010: 87; Gezgin; 2015, 149’dan).
Eski
İran mitolojisinde nilüfer, “nahîd gülü” olarak kabul edilmiştir. Eski İran
rivayetlerinde nilüfer (lotus), suda korunduğuna inanılan Zerdüşt’ün ferrinin
saklandığı yer olarak bilinir. Yine Eski İran’da güzel koku saçan nilüfer suyu,
şarap gibi bir tür hevm olarak içilmekteydi. “Hordâdrûz” olarak bilinen Tîr ayının
altıncı günü Ceşn-i Nilüfer (Nilüfer Bayramı) olarak törenlerle kutlanır
(Yıldırım, 2008: 553).
Güneş
ve ay
Şimdi
bu verilerin ışığında Dîvan şairlerinin nilüferi kozmik bir unsur olarak nasıl
işlediklerini ve mevcut bilgilere neler eklediklerini beyitlerin tanıklığında
inceleyelim.
“Kanı
ol şeh ki sımâtında felek çîniyidi/ Cûy-ı kadrinde güneş olmış idi nîlüfer.” (Kadrinin ırmağında, güneşin nilüfer ve
sofrasında feleğin çini olduğu sultan nerededir?)
Revanî’nin
yukarıdaki beyti, bir mersiye beytidir. Şair, ölen şehzadenin daha önce tanık
olduğu gösterişli sofrasını dile getirmektedir. Bu sofranın görkemini yenilip
içilen şeylerden ziyâde, yenilip içilen şeylerin sunulduğu nesneler oluşturmaktadır.
Şair, şehzadenin sofrasının şah nesnesi olarak muhtemelen yemeklerin konulduğu
mavi renkli büyük bir çiniyi zikretmektedir. Bu çini, mavi rengi ve büyüklüğü
itibariyle feleği sembolize etmekte ve o çininin maviliği içerisinde merkezî
motif olarak yer alan güneş ise nilüferi andırmaktadır. Bu beyit bize nilüfer
ile kozmik unsur olan güneş arasındaki münasebetin bir teşbih münasebeti
olmaktan öte mitsel bir münasebet olduğuna işaret etmektedir. Demek ki mavi bir
çiniyi andıran semâdaki güneşin yersel karşılığı, mavi semadan kinaye olan
suyun üzerindeki turuncu renkli nilüferdir. Bu işaret, bakışık (simetrik)
nitelikte bir işarettir. Yani mavi gökyüzündeki güneş de aynı zamanda gökyüzü
suyunda açmış olan bir nilüfere tekabül etmektedir.
“Ey
Ziyâ’î sanki bir havz-ı müdevverdür felek/ Ebr mevcidür meh ü hurşîd iki
nilüferi.” (Ey Ziyâî! Gökyüzü sanki
yuvarlak bir havuz; bulutlar dalga, ay ve güneş de o havuzda açmış iki
nilüferdir.)
Mostarlı
Ziyâî’nin yukarıdaki beytinde gökyüzü
değirmi bir havuza, bulutlar bu havuzdaki dalgalara, ay ve güneş de o havuz
içinde bitmiş iki nilüfere benzetilmiştir. Bu beyitte de aynı mitsel algıdan
gelen bakışık bir manzara söz konusudur. Dolayısıyla değirmi havuz gökyüzüne, o
havuzdaki dalgalar buluta ve o havuzda açmış iki nilüfer de ay ve güneşe
karşılık gelmektedir.
“Cûş
itse eger cûy-ı nevâlüŋ meh ü mihri/ ‘Uşşâka iderdi iki nîlûfer-i bûyâ.” (Eğer ihsan ırmağın coşsaydı, ay ve güneşi
âşıklara iki kokulu nilüfer diye bağışlardı.)
Vahyî,
dış yüzüyle cömertliği ele aldığı beytinde cömertliği bir ırmağa benzetir ve o
ırmağın üzerinde açmış iki güzel kokulu nilüferi de âşıklara ihsan edilmesinden
hareketle ay ve güneş olarak niteler. Bu durumda cömertlik sahibi olan kişi,
âşıklara kokulu iki nilüferi değil, iki kozmik unsur olan ay ve güneşi
bağışlayarak cömertlikte eşik aşmaktadır. Şair bu beyitte hem âşıklara hediye
edilen nilüfer âdetinden dolayı telmih, hem de onların gökyüzündeki
karşılıkları olan ay ve güneşle olan mitsel öyküsüne gönderme yapmaktadır.
Ayrıca
bu beyit, ırmağın taşma özelliği üzerinden muhtemelen kozmik bir oluşumun
mitsel öyküsüne de işaret etmektedir. Bir ırmak taştığında doğal olarak ırmağın
iki yanında su birikintileri oluşur ve zamanla bu birikintiler üzerinde
nilüferler açar. Demek ki, kadim bir zamanda gökyüzü ırmağı da taşmış ve
taşkından geri kalan birikintiler üzerinde iki nilüferden başka bir şey olmayan
ay ve güneş açmıştır.
Bu
beyitteki kozmik taşma olgusu, Hint mitolojisindeki “Samanyolu Okyanusu Çalkantısı” mitine benzemektedir. Ancak Hint
mitolojisinde çalkantı mitinden nilüfer tanrıçası ve süt beyaz fil Airavata
doğarken, Vahyî’nin işaret ettiği taşma mitinden ay ve güneş doğmaktadır. Bu
durum bize, kozmik unsurlarla ilgili mitlerin her kültüre göre aşina figürler
ürettiğini göstermektedir. Dolayısıyla mitsel ve kozmik anlamdaki bir
etkileşimin sadece ilham verme biçimiyle sınırlı olduğunu yahut da her benzer
durumda her kültürün kendine özgü yorumlar geliştirdiğini varsaymak
durumundayız.
Gökyüzü
çiftçisi
“Gül-şen-i
nîlûferîden yana geldükçe müdâm/ Dâmen-i gerdûn ile hurmâ-yı zer döker güneş.” (Güneş, nilüfer bahçesine benzeyen semâya
doğru geldikçe, daima o bahçeye feleğin eteği ile altın hurma döker.)
Münîrî,
nilüfer ile kozmik âlem arasında çok özgün bir bağlantıya işaret eden özgün bir
istiare (metafor) kullanır. Şairin “gülşen-i nîlûferî” dediği nilüfer renkli
gül bahçesi, gökyüzüne karşılık gelmektedir. Semâyı bu şekilde algılamak, diğer
şairlerde pek rastlanmayan bir algılamadır.
Şairin
“nilüfer renkli bahçe” nitelemesi, gökyüzünün, güneşin doğumundan önceki
görüntüsüne dairdir. Güneş doğmadan önce semâ, bahar mevsiminin bezediği yeşil
bir bahçeyi andırmaktadır. Tam bu esnada ufuktan doğarak bu maviliğin ucunda
beliren güneş, bu mavilik ve yeşilliğin üzerine altın hurmalara benzeyen
huzmelerini salmaktadır. Sanki güneş, feleğin bu yeşil eteğini beline dolamış
bir çiftçi gibi, hasat ettiği altın renkli hurmaları, o eteğin içinden hurma
yığını üzerine dökmektedir.
Yine
bu beytin estetik kurgusunun altında bir mitsel öykü yatmaktadır. Bu öyküye
göre, gökyüzü nilüfer renkli bir bahçe, güneş de bu bahçede hurma yetiştiren
bir çiftçidir. Hasat mevsiminde, beline yeşil bir etek bağlayıp hasat ettiği
hurmaları bu eteğine doldurmakta ve doldurduktan sonra da götürüp onları hasat
yerine boşaltmaktadır.
Şair,
güneşin seher vakti, mavi semâ üzerine doğarak onu kızıla boyamasından
hareketle, dipteki bu mitsel öyküyü aktarmaktadır.
“Zevrak-ı
sîmîn ile bahr-i felekde seyr idüp/ Devşirür tacîl ile her subh nîlûfer güneş.”
(Güneş, her sabah gümüşten kayık ile
gökyüzü denizinde gezinip alelacele nilüfer toplar.)
Münîrî’nin
yukarıdaki beytinde de güneş bir yönüyle çiftçi gibi ele alınmıştır. Gökyüzünün
bir bahçe gibi hayâl edilmesine bağlı olarak o semâda hareket hâlinde olan güneş,
bahçesini işleyen bir çiftçi gibi algılanmış olmalıdır. Bu algı bize, bu mitsel
öykünün insanlığın avcılıktan ekinciliğe geçtiği bir devrede oluştuğunu
göstermektedir.
Beyti,
nilüferin kozmik bir unsur olarak görüldüğüne açık bir delil sayabiliriz. Gece
ile gündüzün karşılaştığı tan vakti, hemen bütün mitolojilerde, içinde
bulunulan kültüre göre yorumlanan pek çok öyküye ilham vermiştir. Şair,
gökyüzünü bir deniz gibi algılayan kadim mitsel algının izlerinden hareket
ederek, güneşin ilk ışıklarının semâda oluşturduğu şekilleri gümüş bir kayığa
benzetmiş, o ışınların ufka doğru hareketini de gümüş kayıkla nilüfer toplamak
olarak nitelemiştir.
Burada
eski gökbilimcilerin burçlar kuşağının kuzeyinde tespit ettikleri üç yüz altmış
yıldızı Büyükayı, Küçükayı, Keykavus, kuş gibi yirmi bir sûrete, güneyinde
tespit ettikleri dört yüz altı yıldızı da Kitas, Cebbar, Tilki, Gemi gibi yirmi
yedi sûrete benzettikleri hatırlanmalıdır (Erzurumlu İbrahim Hakkı, 2003: 75).
Bu
bilgiye göre şair beyitte, güneş ile Sefîne takımyıldızının felekte bir araya
gelişi ve onların yanında yöresinde beliren parlak sarı yıldızların görüntüsünü
de ele almaktadır.
Beyit,
nilüfer hasadına dair bir mitsel öyküye telmih yapmaktadır. Buna göre gökyüzü
bir göle, güneş bir nilüfer toplayıcısına, nilüfer toplayıcısının kayığı Sefine
takımyıldızına, yandaki yöredeki parlak sarı yıldızlar da nilüferlere karşılık
gelmektedir. Buna göre her seher vakti güneş çiftçisi, kayığına binerek sarı
nilüferler toplamaktadır. Bu beyit bize, nilüferlerin seher vaktinde hasat
edildiğine dair başka bir telmihi daha işaret etmektedir. Zira nilüfer, sabah erkenden güneşin doğuşuyla açar ve
birkaç saat sonra da solar (Yıldırım, 2008; 553).
Dîvan
şiirinden örneklerle nilüferi incelemeye yarın devam edeceğiz…