Dişi kırılmış sözleşme

Kanal İstanbul’a itiraz eden zihniyet, aynı zamanda İstanbul Sözleşmesi’ni harâretle savunuyor. Neden? Çünkü muhalefet veya eleştiri iddiasında olanlar, sözlerini hayatın içinden devşirip ve yine hayatın içinde kalarak çözecek niyet ve kapasitede değiller! Nitekim iktidarla baş edemeyenlerin ve de iktidara gelemeyenlerin “darbe çağrısı” yapma alışkanlığı bile aynı özden geliyor: “Yasa ile çözelim!” Çünkü bu zihniyete göre, “darbe bile koşulları varsa yasaldır”.

KADIN, “dişi sözlüğü” müellifinin eril olduğunu biliyor. Kavramlar masada eşitlense de sahada erkeğe hizmet ediyor.

Kadın, haklı ve adil bir mücadele içinde. Kadın-erkek ilişkilerinde mahkeme yolunu tutan bütün problemlerde asıl çözümsüzlük adresi kadın veya erkekte değil. Hattâ çoğu zaman işin/sözleşmelerin mahkemeye düşmesinden de rahatsızlar.

Ancak saha/sokak bir türlü uzlaşmayı sağlayamadığından, meseleler er ya da geç mahkemede… Çözümsüzlüğün adresi, bizzat mahkeme!

Çünkü mahkeme, kadın ile erkek arasındaki sözleşmeleri esas saymıyor; hüküm vermek için önünde imzalanmış uluslararası sözleşmeler var. İstanbul Sözleşmesi gibi…

Kadın, işi mahkemelik yaptıkça bunun bir kısır döngüye dönüştüğünü ve orta vadede kendi aleyhine işlediğini görmüyor, görmek istemiyor.

Çünkü kendisi için mahkemeler dışında bir liman bulamıyor. Hayatın içindeki limanların çoğunun ya kullanılmadığını ya da erkekler tarafından başka maksatlarla kullanıldığını görüyor.

Feminen hareketlerin kale olarak “yasa kalesi”nde ısrar etmesinin uzun yıllar anlaşılır ve gerçekçi bir tarafı vardı; ancak artık en ufak bir konuyu hemen mahkemeye taşıyan ve sürekli adlî kuvvetleri erkeğin üstüne salarak kamuoyunu sürekli “erkek terörü” propagandası içinde boğmak isteyen “Biz indik mi, sahaya böyle ineriz!” atarlanmaları, artık kadına zarar veriyor!

Oysa en ufak suçta yasanın herkes için eşit işlemesi, temel insânî bir hak. Fakat çözümün adresi, hayatın kendisi!

Hayat o kadar sahici bir çözüm adresidir ki, ondan uzaklaştıkça önce cinsellik, sonra cinsiyet ve sonra da insanlık can çekişiyor.

Bu bağlamda İstanbul Sözleşmesi’nin maddelerinin neredeyse tamamı hayata ilişkin değil. Hayatın içine göre cinsiyeti ve cinselliği düzenleyen bir sözleşme hiç değil.

İstanbul Sözleşmesi’nin amacı da, bağlamı da “yasal düzenleme” kapsamındadır. Dolayısıyla sözleşme analizi veya eleştirisi bu bağlam dışına çıkarılmamalıdır. Çıkacaksa da, bunu “yasa ve toplum” etkileşimi ekseninde şu soruyla başlatmak gerekir: İstanbul Sözleşmesi ne kadar İstanbullu?

Hattâ biraz daha inceltelim soruyu: İstanbul artık ne kadar yerli?

Gördünüz mü, konu birden İstanbul analizine döndü...

Kanal İstanbul’a itiraz eden zihniyet, aynı zamanda İstanbul Sözleşmesi’ni harâretle savunuyor.

Neden?

Çünkü muhalefet veya eleştiri iddiasında olanlar, sözlerini hayatın içinden devşirip ve yine hayatın içinde kalarak çözecek niyet ve kapasitede değiller!

Nitekim iktidarla baş edemeyenlerin ve de iktidara gelemeyenlerin “darbe çağrısı” yapma alışkanlığı bile aynı özden geliyor: “Yasa ile çözelim!”

Çünkü bu zihniyete göre, “darbe bile koşulları varsa yasaldır”. Nitekim onlarca darbe sonrası darbecilerin elini kolunu sallayarak hayatın içinde gezinmeleri de bu yasallık referansına sahiptir.

***

Toparlarsak…

İstanbul Sözleşmesi, bağlamı ve tekniği itibariyle bir yasal çerçevedir ve sözleşmeyi hayatın içine çekerek tartışmanın kimseye faydası yoktur.

Aile, ahlâk ve cinsellik odaklı analizler “yasa ve toplum” arasındaki koridora dikkat çekmek için yapılacaksa, o zaman anlaşılır bir pencere açmak olur.

Toplum olarak hayatın içinde çözemediklerimizi yasaya havale etmek ve/veya yasal olanı da hayatın içine çekerek onun dedikodusunu yapmak, bir “alışkanlık” olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki, alışkanlıklar önce ahlâka, sonra da adalete direnir.

Oysa şu gerçeği hepimiz yaşıyoruz: Hayatın içinde kadın ve erkek ilişkileri normalleşmiş, ahlâk ve adalet noktasında genel bir görgü oturmuştur. Yani cinsiyet, cinsellik ve aile, hayatın içinde doğal akışındadır.

Hayatın doğal akışı içinde olan ve yok edemeyeceğimiz olay ve de anlayışları sanki toplumun genelinde bir sorun varmış ve ana aksı İstanbul Sözleşmesi belirlemiş gibi gündemleştirmek faydalı değil!

Toplumdaki ahlâk ve adalet sorunlarını hayatın içinde çözemeyenlerin konuyu “yasa”, “Devlet”, “Hükûmet” ve “Batı” gibi etiketlemeler ile ele alma gayreti, sadece “politik hamle”den ibarettir.

Politik hamle ise bu toprakların en yaygın içeceğidir. Sarhoş eden ve ne söylediğini, nasıl davrandığını sonradan hatırlamayan hâllerdir…

Oysa “Ne dediğinizi bilmeden namaza yaklaşmayın!” âyeti nasıl “İçkiyi bırak!” emri öncesi ara bir aşamayı hedefliyorsa, toplum olarak bizler de öncelikle “Ne dediğinizi bilmeden sözleşmeye yaklaşmayın!” şeklinde ara bir kültüre varmaya ihtiyaç duyuyoruz.

Sözleşmeyi savunan için de, eleştiren için de bu ara verme önemli.

Bu arada az kalsın unutuyordum yazı başlığını…

Sözleşmenin ortasına yumruk atınca, “dişi kırılmıyor”!