
DÜNYADA ne kadar ülke
varsa, o kadar da sorun var demektir. Çünkü “insan” denilen varlık, bir
yönüyle başlı başına bir sorundur. İnsanoğlunun yaşadığı yerde huzur bulmak
hemen hemen imkânsız gibidir.
Peki,
bu neden böyle olmaktadır? Çünkü insanoğlu güç tutkunudur. Heva ve hevesleri,
doyumsuz iştiha ve iştiyakları vardır. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak
ister. Emretmeyi, hükmetmeyi, hükümran olmayı çok sever. Firavun ve Karun gibi
olmayı çok ister (açıktan veya zımnen), fırsatını bulunca da olur.
Ayrıca
kendisi (insan) sûret-i haktan görünerek yeryüzüne çekidüzen vermek, dünyayı
dizayn etmek ister. Hegemonik ve emperyalist ABD ve Avrupa Birliği ülke
yöneticilerinin diğer ülkelere yaptığı ve yapmak istediği gibi... Bunu demokrasi,
insan hakları ve medeniyet götürme kılıf ve iddialarıyla yaparlar. Ama bunların
tek amacı, açık ve örtülü olarak üçüncü dünya ülkelerini (gelişen ve değişen
dünya güç ve siyâset dengesine göre belki bunlar şimdi dördüncü dünya ülkeleri
olmuştur) sömürmek, halklarını köleleştirmek ve onlara zulmetmekten başka bir
şey değildir. Târih buna şahittir.
Elbette
istisnâlar kaideyi bozmaz. Bir zamanlar bizler de dünyaya nizam vermek
maksadıyla nice gazve ve fetihler yapmış, nice ülkeler ve topraklar fethederek
buralarda yaşayan insanlara âdil bir düzen kurmanın yollarını aramışız (erken
dönem Müslüman Araplar, Türkler ve özellikle de Selçuklular ve Osmanlılar zamanında
olduğu gibi).
Ancak
bizim gâyemiz, Batılılar gibi diğer ülkeleri sömürmek, yer altı ve yer üstü
zenginliklerine el koymak, katliam yapmak ve asimile etmek değil, bilâkis gerçek
mânâda insan hakları, adâlet ve medeniyet götürmekti. Târih buna da şahittir.
Amacımız,
“İ’lâ-yi Kelîmetullah”ı mümkün olduğu ölçüde barışçıl yollarla ve
insanların özgür irâdelerine dayalı olarak dünyaya yaymak ve yeryüzündeki zulmü
ortadan kaldırmaktı. Ama uygulamada elbette bazı hatalar yapılmış olabilir,
yapılmıştır da. Ancak bu durum, büyük fotoğraftaki hakikatlerin üzerini örtmeye
hiçbir zaman muktedir değildir.
Târihî
arka plândaki durum bu minvâl üzere iken, günümüzde, günümüzün dış politika
meseleleri bir hayli çetrefilli bir hâl alarak kaygan bir zemine oturmuştur.
Türkiye
olarak bizler öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, dış politika meselelerinde
jeopolitik, jeostratejik açıdan son derece dikkatli olmak zorundayız. İlkesel
olarak dış politikada duygusallığa ve hamasete yer yoktur. Rasyonellik esastır.
Sürekli dostluklar ve düşmanlıklar olmaz, teyakkuz hâli geçerlidir. Kesin ve
keskin lâflar etmek son derece yanlıştır. Çünkü gerektiğinde yeni durum ve
şartlara adaptasyon zorlaşır. Büyük lokma yiyeceksin ama büyük lâflar
etmeyeceksin. Çünkü dış politika meselelerinde, bir siyâsetçinin dediği gibi, “adama
kirlettiği testiden su içirirler”.
Dış
politikada son derece akıllı, tedbirli, sakin bir şekilde hareket etmenin büyük
faydaları vardır. Siz ekonomik, teknolojik ve askerî açıdan güçlüyseniz, zâten
meselelerin çoğu kendiliğinden hâllolur. Ama değilseniz, ne yaparsanız yapın,
sonuç almakta bir hayli zorlanırsınız.
Meselâ
29 Ocak 2009 tarihinde Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan (o tarihte
Başbakan idi), Davos’taki liderler zirvesinde İsrail Cumhurbaşkanı Simon
Perez’e “One minute!” demişti. Hepimiz son derece heyecanlanmıştık.
Çünkü ilk defa halkı Müslüman olan bir ülkenin Cumhurbaşkanı (Başbakan) şimdiye
kadar hiç kimsenin (Arap ülkeleri liderleri de dâhil) cesaret edip de
söyleyemediği sözleri zâlim İsrail Devleti Cumhurbaşkanı’nın yüzüne, hem de yan
yana otururken, en üst perdeden ve etkileyici bir ses tonuyla söylemişti. Bu
şimdiye kadar görülmemiş bir şeydi. Bu sözler karşısında Müslüman Türk halkı
çok heyecanlanmış ve “İşte lider dediğin böyle olur, böyle olmalı!”
dercesine herkes ayağa kalkmıştı.
Belki
de bu sözler ve böyle bir çıkış, onlarca yıldan beri Filistin halkına kan
kusturan zâlim İsrail Devleti’ne ve bu devletin şahsında dünyanın sömürgeci ve hegemonik
güçlerine karşı bir silkiniş ve bir ayağa kalkışın ifâdesiydi ya da yüksek
perdeden zulme karşı bir duruşun veya bir kıyamın göstergesiydi. Aynı zamanda
da yeryüzünde ezilen ve sömürülen mazlum halkların hislerine ve hissiyatına
tercüman olmaktı. O zamanın şartlarında belki de böyle bir çıkış, patlama
noktasındaki hislere tercüman olmak ve “Firavun”a haddini bildirmek
açısından gerekliydi.
Ancak,
reel politik olarak “kazın ayağı” böyle değildi. Nitekim 31 Mayıs 2010
tarihinde Gazze’ye insanî yardım götürmek için “Rotamız Filistin, yükümüz
özgürlük” sloganıyla yola çıkan “Mavi Marmara” gemisi ve
içindekilerin başına gelmedik kalmıyordu ve İsrail Devleti uluslararası sularda
“terör” estiriyordu. On kişiyi öldürüyor, bir o kadarını yaralıyor ve
geriye kalanları da tutuklayarak zindanlara atıyordu.
Ama
her ne hikmetse tazminat görüşmelerinde sonradan ortaya çıkan bazı sorunlar nedeniyle
Sayın Başbakan, “Benden izin alarak mı yola çıktınız?” diyerek yolculuğu
organize edenlere ve “Mavi Marmara” yolcularına karşı politik bir
argüman kullanmayı yeğliyordu.
Yine
Sayın Cumhurbaşkanı, Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kurulu’nda ve sair
toplantılarda yaptığı konuşmalarda haklı olarak, “Dünya beşten büyüktür”
demek suretiyle “BM Güvenlik Konseyi” örgütünün beş daimî üyesinin
dışında kalan 190’a yakın ülkenin ve Türk milletinin yüreğine su serpiyordu.
Akabinde
Mısır’da seçimle iktidara gelen Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı Genelkurmay
Başkanı Sisi’nin yaptığı darbe neticesinde Sisi’ye karşı söylediği sert sözler
ve koyduğu tavırlar da en azından ilkesel olarak doğruydu. Bu tavır da Türk
milletinin fertleri arasında “darbelere karşı olmak” gerekçesiyle doğru
bulunuyordu.
Ayrıca
15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen FETÖ’nün darbe teşebbüsüne finans desteği
verdiği gerekçesiyle BAE (Birleşik Arap Emirlikleri) hakkında kendisinin çok
olumsuz görüş ve düşünceleri vardı.
Yine
Suudî gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın, Suudî Arabistan yönetimi tarafından
İstanbul’da hunharca öldürülmesi üzerine Sayın Cumhurbaşkanı’nın söylediği ağır
sözler de Türk halkı ve dünya kamuoyunun mâşerî vicdanında mâkes bulmuştu.
Suriye
konusu da bu minvâl üzere idi. Despot ve diktatör Kâtil Esed’in kendi halkına uyguladığı
zulüm ve katliamlar neticesinde ona da en ağır sözler söylenmişti.
Evet,
bu durum ve olaylar karşısında söylenmiş olan tüm bu sözlerin ilkesel olarak
haklılığı söz konusuydu. Ve bu sözler, mâşerî vicdanda mâkes buluyor, duygusal
olarak da bir karşılığı oluyordu. Ama reel politik ve uluslararası ilişkiler
hiç de ilkesel ve duygusal bir zeminde yürümüyordu. Zaman içinde ve gelinen
noktada şimdi bu durum çok daha iyi anlaşılıyordu. İşte bu yüzden Sayın
Cumhurbaşkanı, kendisine acı verse de son zamanlarda keskin bir “U” dönüşü yapıyor
ve başladığı yere tekrar dönmeye çalışıyor.
Bu
bağlamda İsrail, BAE, Suudi Arabistan görüşmeleri ve liderler buluşması
tamamlandı ve yeniden sıcak ilişkiler kuruldu. Sıra Mısır ve Suriye’ye geldi.
Bunlarla da zâten alt düzeyde görüşmeler devam ediyor ve liderlerin
buluşmalarına zemin hazırlanıyor.
Her
ne kadar ilkelerden taviz veriliyor gibi olsa da neticede doğru yapılıyor.
Şurası bir kez daha anlaşıldı ki, yeterli derecede askerî, siyâsî, ekonomik ve
teknolojik gücünüz yoksa, isteseniz de istediğiniz sonuçları alamıyorsunuz.
O
hâlde acı reçete de olsa, reel politik unsurları ve enstrümanları devreye
sokmaktan başka bir çareniz kalmıyor.
Kaldı
ki, özellikle Suriye meselesi bize çok pahalıya mâl oldu. Milyonlarca sığınmacı
ya da göçmen ülkemize geldi. Bunlara millî gelirden harcanan para tahminî
olarak 80-90 milyar doları buldu. Bu rakam neredeyse şu anki Merkez
Bankası’ndaki dolar rezervi kadardır. Bundan dolayı ekonomik yapımız bozuldu
(bana göre yüksek enflasyonun önemli bir sebebi sığınmacılara harcanan
paralardır). Sığınmacıların toplumun sosyal dokusunda açtığı yaralar, PKK
meselesi ve sınırımızda neredeyse kurulan bir terör devleti ve daha bir sürü
güvenlik ve sosyal sorun da işin cabası.
İşte
BOP ve bizim eş başkanlığımız kullanılarak ABD ve AB tarafından Suriye ve Orta
Doğu’da hazırlanan tuzaklara Türkiye’nin düşürülmesi böyle gerçekleşti! “Tuzağı
kuran suçlu da tuzağa düşende hiç mi kabahat yoktur?” diye insanın sorası
geliyor. Bu soruya politik mülâhazalardan ve önyargılardan uzak,
kibrimizi ve kibriyatımızı da bir kenara bırakarak objektif bir şekilde cevap
vermenin ve bir özeleştiri yapmanın zamanı geldi de geçiyor sanırım. Yoksa
zamanın şartlarında konjonktürel mecburiyetten mi bile bile bu tuzağa düşüldü,
onu da bilemiyorum doğrusu…
Onun
için Suriye liderliği ile görüşmelere bir şekilde başlanarak bu insanî sorunların
ve sınırımızdaki güvenlik sorunlarının bir an önce çözülmesi gerekiyor. Bu
sorunlara çözüm bulunmasının herkes ve bölge için sayılamayacak kadar büyük
faydaların olacağını hiç kimsenin akıldan çıkarmaması gerekir.
Ayrıca
şurası hiçbir zaman unutulmasın ki, Orta Doğu’daki “İslâm ülkeleri”
içinde yüzyıllardır var olan mezhebî, meşrebî, etnik ve siyâsî ayrışmalar, bölünmeler
ve kutuplaşmalar bu ülkelerin stabil bir hâle gelmelerini önlemekte ve buralara
“demokrasi”nin gelmesini ya da İslâmiyet’in yönetim anlayışına uygun bir
yapının ortaya çıkmasını şimdilik bir ütopya olarak önümüze koymaktadır.
Hatta
bu bağlamda, buralarda olup bitenler bizi de olumsuz bir şekilde etkilemekte ve
benzer tuzaklara düşme noktasında muazzam bir potansiyel teşkil etmektedir.
Onun
için bu ülkelerle olan ilişkilerimizde çok dikkatli olunmalı ve şu veya bu
sebeple duygusallığa asla yer verilmemelidir. Yoksa bu durum bize çok pahalıya
mâl olur. Nitekim olmaktadır da…