Dış politika meseleleri

Suriye liderliği ile görüşmelere bir şekilde başlanarak bu insanî sorunların ve sınırımızdaki güvenlik sorunlarının bir an önce çözülmesi gerekiyor. Bu sorunlara çözüm bulunmasının herkes ve bölge için sayılamayacak kadar büyük faydaların olacağını hiç kimsenin akıldan çıkarmaması gerekir.

DÜNYADA ne kadar ülke varsa, o kadar da sorun var demektir. Çünkü “insan” denilen varlık, bir yönüyle başlı başına bir sorundur. İnsanoğlunun yaşadığı yerde huzur bulmak hemen hemen imkânsız gibidir.

Peki, bu neden böyle olmaktadır? Çünkü insanoğlu güç tutkunudur. Heva ve hevesleri, doyumsuz iştiha ve iştiyakları vardır. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak ister. Emretmeyi, hükmetmeyi, hükümran olmayı çok sever. Firavun ve Karun gibi olmayı çok ister (açıktan veya zımnen), fırsatını bulunca da olur.

Ayrıca kendisi (insan) sûret-i haktan görünerek yeryüzüne çekidüzen vermek, dünyayı dizayn etmek ister. Hegemonik ve emperyalist ABD ve Avrupa Birliği ülke yöneticilerinin diğer ülkelere yaptığı ve yapmak istediği gibi... Bunu demokrasi, insan hakları ve medeniyet götürme kılıf ve iddialarıyla yaparlar. Ama bunların tek amacı, açık ve örtülü olarak üçüncü dünya ülkelerini (gelişen ve değişen dünya güç ve siyâset dengesine göre belki bunlar şimdi dördüncü dünya ülkeleri olmuştur) sömürmek, halklarını köleleştirmek ve onlara zulmetmekten başka bir şey değildir. Târih buna şahittir.

Elbette istisnâlar kaideyi bozmaz. Bir zamanlar bizler de dünyaya nizam vermek maksadıyla nice gazve ve fetihler yapmış, nice ülkeler ve topraklar fethederek buralarda yaşayan insanlara âdil bir düzen kurmanın yollarını aramışız (erken dönem Müslüman Araplar, Türkler ve özellikle de Selçuklular ve Osmanlılar zamanında olduğu gibi).

Ancak bizim gâyemiz, Batılılar gibi diğer ülkeleri sömürmek, yer altı ve yer üstü zenginliklerine el koymak, katliam yapmak ve asimile etmek değil, bilâkis gerçek mânâda insan hakları, adâlet ve medeniyet götürmekti. Târih buna da şahittir.

Amacımız, “İ’lâ-yi Kelîmetullah”ı mümkün olduğu ölçüde barışçıl yollarla ve insanların özgür irâdelerine dayalı olarak dünyaya yaymak ve yeryüzündeki zulmü ortadan kaldırmaktı. Ama uygulamada elbette bazı hatalar yapılmış olabilir, yapılmıştır da. Ancak bu durum, büyük fotoğraftaki hakikatlerin üzerini örtmeye hiçbir zaman muktedir değildir.

Târihî arka plândaki durum bu minvâl üzere iken, günümüzde, günümüzün dış politika meseleleri bir hayli çetrefilli bir hâl alarak kaygan bir zemine oturmuştur.

Türkiye olarak bizler öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, dış politika meselelerinde jeopolitik, jeostratejik açıdan son derece dikkatli olmak zorundayız. İlkesel olarak dış politikada duygusallığa ve hamasete yer yoktur. Rasyonellik esastır. Sürekli dostluklar ve düşmanlıklar olmaz, teyakkuz hâli geçerlidir. Kesin ve keskin lâflar etmek son derece yanlıştır. Çünkü gerektiğinde yeni durum ve şartlara adaptasyon zorlaşır. Büyük lokma yiyeceksin ama büyük lâflar etmeyeceksin. Çünkü dış politika meselelerinde, bir siyâsetçinin dediği gibi, “adama kirlettiği testiden su içirirler”.

Dış politikada son derece akıllı, tedbirli, sakin bir şekilde hareket etmenin büyük faydaları vardır. Siz ekonomik, teknolojik ve askerî açıdan güçlüyseniz, zâten meselelerin çoğu kendiliğinden hâllolur. Ama değilseniz, ne yaparsanız yapın, sonuç almakta bir hayli zorlanırsınız.

Meselâ 29 Ocak 2009 tarihinde Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan (o tarihte Başbakan idi), Davos’taki liderler zirvesinde İsrail Cumhurbaşkanı Simon Perez’e “One minute!” demişti. Hepimiz son derece heyecanlanmıştık. Çünkü ilk defa halkı Müslüman olan bir ülkenin Cumhurbaşkanı (Başbakan) şimdiye kadar hiç kimsenin (Arap ülkeleri liderleri de dâhil) cesaret edip de söyleyemediği sözleri zâlim İsrail Devleti Cumhurbaşkanı’nın yüzüne, hem de yan yana otururken, en üst perdeden ve etkileyici bir ses tonuyla söylemişti. Bu şimdiye kadar görülmemiş bir şeydi. Bu sözler karşısında Müslüman Türk halkı çok heyecanlanmış ve “İşte lider dediğin böyle olur, böyle olmalı!” dercesine herkes ayağa kalkmıştı.

Belki de bu sözler ve böyle bir çıkış, onlarca yıldan beri Filistin halkına kan kusturan zâlim İsrail Devleti’ne ve bu devletin şahsında dünyanın sömürgeci ve hegemonik güçlerine karşı bir silkiniş ve bir ayağa kalkışın ifâdesiydi ya da yüksek perdeden zulme karşı bir duruşun veya bir kıyamın göstergesiydi. Aynı zamanda da yeryüzünde ezilen ve sömürülen mazlum halkların hislerine ve hissiyatına tercüman olmaktı. O zamanın şartlarında belki de böyle bir çıkış, patlama noktasındaki hislere tercüman olmak ve “Firavun”a haddini bildirmek açısından gerekliydi.

Ancak, reel politik olarak “kazın ayağı” böyle değildi. Nitekim 31 Mayıs 2010 tarihinde Gazze’ye insanî yardım götürmek için “Rotamız Filistin, yükümüz özgürlük” sloganıyla yola çıkan “Mavi Marmara” gemisi ve içindekilerin başına gelmedik kalmıyordu ve İsrail Devleti uluslararası sularda “terör” estiriyordu. On kişiyi öldürüyor, bir o kadarını yaralıyor ve geriye kalanları da tutuklayarak zindanlara atıyordu.

Ama her ne hikmetse tazminat görüşmelerinde sonradan ortaya çıkan bazı sorunlar nedeniyle Sayın Başbakan, “Benden izin alarak mı yola çıktınız?” diyerek yolculuğu organize edenlere ve “Mavi Marmara” yolcularına karşı politik bir argüman kullanmayı yeğliyordu.

Yine Sayın Cumhurbaşkanı, Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kurulu’nda ve sair toplantılarda yaptığı konuşmalarda haklı olarak, “Dünya beşten büyüktür” demek suretiyle “BM Güvenlik Konseyi” örgütünün beş daimî üyesinin dışında kalan 190’a yakın ülkenin ve Türk milletinin yüreğine su serpiyordu.

Akabinde Mısır’da seçimle iktidara gelen Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı Genelkurmay Başkanı Sisi’nin yaptığı darbe neticesinde Sisi’ye karşı söylediği sert sözler ve koyduğu tavırlar da en azından ilkesel olarak doğruydu. Bu tavır da Türk milletinin fertleri arasında “darbelere karşı olmak” gerekçesiyle doğru bulunuyordu.

Ayrıca 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen FETÖ’nün darbe teşebbüsüne finans desteği verdiği gerekçesiyle BAE (Birleşik Arap Emirlikleri) hakkında kendisinin çok olumsuz görüş ve düşünceleri vardı.

Yine Suudî gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın, Suudî Arabistan yönetimi tarafından İstanbul’da hunharca öldürülmesi üzerine Sayın Cumhurbaşkanı’nın söylediği ağır sözler de Türk halkı ve dünya kamuoyunun mâşerî vicdanında mâkes bulmuştu.

Suriye konusu da bu minvâl üzere idi. Despot ve diktatör Kâtil Esed’in kendi halkına uyguladığı zulüm ve katliamlar neticesinde ona da en ağır sözler söylenmişti.

Evet, bu durum ve olaylar karşısında söylenmiş olan tüm bu sözlerin ilkesel olarak haklılığı söz konusuydu. Ve bu sözler, mâşerî vicdanda mâkes buluyor, duygusal olarak da bir karşılığı oluyordu. Ama reel politik ve uluslararası ilişkiler hiç de ilkesel ve duygusal bir zeminde yürümüyordu. Zaman içinde ve gelinen noktada şimdi bu durum çok daha iyi anlaşılıyordu. İşte bu yüzden Sayın Cumhurbaşkanı, kendisine acı verse de son zamanlarda keskin bir “U” dönüşü yapıyor ve başladığı yere tekrar dönmeye çalışıyor.

Bu bağlamda İsrail, BAE, Suudi Arabistan görüşmeleri ve liderler buluşması tamamlandı ve yeniden sıcak ilişkiler kuruldu. Sıra Mısır ve Suriye’ye geldi. Bunlarla da zâten alt düzeyde görüşmeler devam ediyor ve liderlerin buluşmalarına zemin hazırlanıyor.

Her ne kadar ilkelerden taviz veriliyor gibi olsa da neticede doğru yapılıyor. Şurası bir kez daha anlaşıldı ki, yeterli derecede askerî, siyâsî, ekonomik ve teknolojik gücünüz yoksa, isteseniz de istediğiniz sonuçları alamıyorsunuz.

O hâlde acı reçete de olsa, reel politik unsurları ve enstrümanları devreye sokmaktan başka bir çareniz kalmıyor.

Kaldı ki, özellikle Suriye meselesi bize çok pahalıya mâl oldu. Milyonlarca sığınmacı ya da göçmen ülkemize geldi. Bunlara millî gelirden harcanan para tahminî olarak 80-90 milyar doları buldu. Bu rakam neredeyse şu anki Merkez Bankası’ndaki dolar rezervi kadardır. Bundan dolayı ekonomik yapımız bozuldu (bana göre yüksek enflasyonun önemli bir sebebi sığınmacılara harcanan paralardır). Sığınmacıların toplumun sosyal dokusunda açtığı yaralar, PKK meselesi ve sınırımızda neredeyse kurulan bir terör devleti ve daha bir sürü güvenlik ve sosyal sorun da işin cabası.

İşte BOP ve bizim eş başkanlığımız kullanılarak ABD ve AB tarafından Suriye ve Orta Doğu’da hazırlanan tuzaklara Türkiye’nin düşürülmesi böyle gerçekleşti! “Tuzağı kuran suçlu da tuzağa düşende hiç mi kabahat yoktur?” diye insanın sorası geliyor. Bu soruya politik mülâhazalardan ve önyargılardan uzak, kibrimizi ve kibriyatımızı da bir kenara bırakarak objektif bir şekilde cevap vermenin ve bir özeleştiri yapmanın zamanı geldi de geçiyor sanırım. Yoksa zamanın şartlarında konjonktürel mecburiyetten mi bile bile bu tuzağa düşüldü, onu da bilemiyorum doğrusu…

Onun için Suriye liderliği ile görüşmelere bir şekilde başlanarak bu insanî sorunların ve sınırımızdaki güvenlik sorunlarının bir an önce çözülmesi gerekiyor. Bu sorunlara çözüm bulunmasının herkes ve bölge için sayılamayacak kadar büyük faydaların olacağını hiç kimsenin akıldan çıkarmaması gerekir.

Ayrıca şurası hiçbir zaman unutulmasın ki, Orta Doğu’daki “İslâm ülkeleri” içinde yüzyıllardır var olan mezhebî, meşrebî, etnik ve siyâsî ayrışmalar, bölünmeler ve kutuplaşmalar bu ülkelerin stabil bir hâle gelmelerini önlemekte ve buralara “demokrasi”nin gelmesini ya da İslâmiyet’in yönetim anlayışına uygun bir yapının ortaya çıkmasını şimdilik bir ütopya olarak önümüze koymaktadır.

Hatta bu bağlamda, buralarda olup bitenler bizi de olumsuz bir şekilde etkilemekte ve benzer tuzaklara düşme noktasında muazzam bir potansiyel teşkil etmektedir.

Onun için bu ülkelerle olan ilişkilerimizde çok dikkatli olunmalı ve şu veya bu sebeple duygusallığa asla yer verilmemelidir. Yoksa bu durum bize çok pahalıya mâl olur. Nitekim olmaktadır da…