KÂFİRÛN Sûresi 6’ncı ayet-i
kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “(De ki,) ‘Sizin dininiz
size, Benim dinim Banadır’.”
Müfessirler
bu ayette, iki din arasında bir uyumun söz konusu olamayacağı, bir anlaşmanın,
aynı çizgide buluşmanın düşünülemeyeceğine işaret etmektedirler. Zira iki dini
uzlaştırmak, hak ile bâtılın yan yana gelebileceğini düşünmek, doğru ile eğriyi,
güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü bir araya getirmek anlamına gelir ki bu
mümkün değildir.
Din;
bilgi, inanç ve amelden oluşan bir bütündür.
Din,
akıl sahiplerini kendi hür iradeleri ile en iyiye, en doğruya ve en güzele
ulaştıran, Allah’ın kanun ve kuralları ile teçhiz edilmiş İlâhî bir kurumdur. Din, aklı olanlara hitap eder. Aklı olmayanlar
din ve dinin hükümleri ile yükümlü değildirler. Din ile ilgili hükümler Allah
tarafından konulmuştur. Din, insanlara bir yönüyle yaratılış gayesini, varoluş
hikmetini bildirirken, diğer yanıyla da Yaratıcıya karşı ne şekilde ibadette
bulunulacağını öğretir. Din, inanç sahiplerini iyi, faydalı ve güzel şeyleri
yapmaya sevk ederken zararlı ve çirkin işlerden de alıkoyar. İnsanlar dini
peygamberler vasıtasıyla öğrenirler. Allah gönderdiği peygamberlere bu
hükümleri Cebrail (as) melek başta olmak üzere meleklerin getirdiği vahiy
yoluyla bildirmiş, peygamberler de aldıkları dinî hükümleri insanlara
duyurmuşlardır.
Peygamberlerin
görevleri, Allah’ın kendilerine bildirdiği emir ve yasakları insanlara
duyurmaktan ve tebliğ etmekten ibarettir.
***
Bilgi, doğruluğu
yeterli delillerle ispatlanmış soyut ve somut şeylerin düşünceye, akla, mantığa
ve gerçeğe uygun olmasıdır. Bilgi, Allah (Yaratıcı) ile kulu (inanan) arasında
bir inanç bağı olması bakımından özneldir. Dinî bilgiler mutlaktır ve
asla değişmezler. Kulların (inananların) ne yapmaları ile ne yapmamalarını
gösteren bilgiler içerirler.
Kelime-i
Şahadet veya Kelime-i Tevhid, İslâm inancında Allah’tan başka ilâh olmadığının,
Hazreti Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğunun açık beyanıdır. İslâm’ın ilk
şartı olan Kelime-i Şahadet’i her kim getirir, Allah’ın (C.C.) birliğini ve
Hazreti Muhammed’in (sav) peygamberliğini şüpheye yer bırakmayacak şekilde kabul
ederse, o kişi Müslüman olmuş olur.
İman,
kişinin bir şeye aşırı derecede güvenmesi, o şeye samimiyetle sahip çıkması, tereddütsüz
inanması, hislerini, duygularını, düşüncelerini daha rahat açığa vurması ve
paylaşmasıdır. Her insanın yaratılışında iman etme kabiliyeti vardır. İman aynı
zamanda, sahibine iç huzur vermesi, kendisine bildirilenlerin (bilgilerin) doğru
olduğuna kanaat getirmesi, bir hayat tarzına gönülden bağlanması ve inanmasıdır.
Dinî literatürde ise iman, Kur’ân’da sadece bir olan Allah’a ve O’nun
peygamberleri vasıtasıyla verdiği mesajlarına, emir ve yasaklarına kayıtsız ve
şartsız inanmak, güvenmek ve bağlanmak, dil ile söylenenleri kalp ile de tasdik
etmektir.
Amel,
Allah’ın emir, tavsiye ve yasaklarına konu olan, sonunda ceza ve mükâfat
bulunan, kulun dünya hayatı boyunca iradesine dayalı yaptığı iş, tutum,
davranış ve eylemlerinin tamamı, işlediği günahlar ve sevapların yekûnudur.
İnanç
bir düşünceye, bir sisteme, bir ideoloji veya dine çok sağlam bir biçimde,
içten, gönülden, zihinden, herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın inanmak, doğru
bulmak durumudur ki bu, ferdî bir adanmışlık hâlidir.
İman
ve inanç, insanların ancak hür ve serbest bir irade ile karar vermelerine
dayanır ki dinî amelin özü de ihlâstır. İhlâs ise yapılanların ve yapılacak
olanların Allah rızası için gerçekleştirilmesi ve çaba gösterilmesidir.
Yerin
ve göklerin sahibi Yüce Rabbimiz, Bakara Sûresi’nin 256’ncı ayetinde şöyle
buyuruyor: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırt edilmiştir.
Artık her kim tâğutu inkâr edip Allah’a inanırsa sağlam bir kulpa yapışmıştır
ki o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.”
Evet,
dinde zorlama olmadığı gibi, Peygamber Efendimizin sünnetinde de herhangi
bir zorlama, bir emare, bir işaret ve bir ipucu yoktur. Dini kişinin kendi
tercihi ile dilemesi ve kabul etmesi gerekir. Zorlama ve baskı türü güç
kullanmak, İslâm’ın başvurduğu bir yöntem değildir. Müslüman bir kişiye,
Müslümana mahsus ibadetleri ihmâl ve ihlâl etmesi durumunda irşat (doğru yolu
göstermek), nasihat (Allah’ın emirlerini yerine getirmesi ve haram
kıldıklarından kaçınması için söylenen söz) ve hatırlatıcı (birinin unuttuğu
bir şeyi aklına getirmek, anımsatmak, uyarmak) olmak dışında yapılacak bir
şey yoktur.
Bir
inancı, bir dini, bir siyâsî sistemi, bir dogmayı veya bir ideolojiyi kabul
veya reddetmede asla zorlama olamaz. Eğer insanların zorbalıkla, tehdit
edilerek, şantaj yapılarak veya mobbing uygulayarak bir inancı veya bir düşünce
sistemini kabul etmesi için üzerlerine baskı yapılıyorsa, bu meşru, muteber ve
doğru bir yol ve yöntem olarak kabul edilemez.
Soruyorum:
Zora dayalı bir ibadet ve davranışta bulunan, üzerine baskı uygulanan kişinin
dinî amelinden veya aidiyetinden söz edebilir misiniz?
Soruyorum:
Cemaat, cemiyet, vakıf, dernek gibi sosyal veya meslekî bir grup veya ülkenin biriken
sorunlarını çözmek, yönetiminde söz sahibi olmak üzere ortak bir düşünce ve
amaç çevresinde toplanan kimselerin anayasaya ve yasalara uygun olarak
kurdukları partiler kanalıyla yahut da devlet zoruyla, ceza öngörülerek,
korkutularak, sindirilerek bir kişinin bir şeyin varlığına ve doğruluğuna zorla
inanmasının sağlanabileceğini düşünülebilir, vatana, devlete, millete
aidiyetinden söz edebilir, bunlardan emin olabilir misiniz?
Soruyorum:
İnsanların kalbinden geçenleri başkalarının bilmesi ve/veya zihinlerinde olup
bitenlerin okunması mümkün olmadığına göre, zora maruz kalan kişinin “İnandım”
demesini, bunun iç dünyasındaki durumuna uygun olup olmadığını nasıl kontrol edecek,
ne ile ölçeklendireceksiniz?
İman
etmek, ibadetleri tam ve eksiksiz yapmak, iyi, güzel ve faydalı ameller işlemek
ve bunları hür bir irade ile yapmak, dinin en önemli unsurlarıdır. Cebir
kullanılarak, bir kişi zorla Müslüman, mümin ve dindar yapılamaz. Bir kimse
zorla bir şeye inandırılamaz; zor altında inandığını söyleyenin içtenliğine,
samimiyetine ve dürüstlüğüne güvenilemez. İnsanların yapmak istediklerini,
niyet ettiklerini zorlamasız, hoşgörü ve rızaları ile yaptıkları zaman bir anlamı
ve karşılığı olur.
Zor
kullanarak bir kişiyi asla iman sahibi yapamazsınız. Çünkü zorlama ile gösterilen
iman, gerçek iman değildir.
Zor
kullanarak bir kişiye asla namaz kıldıramazsınız. Çünkü zorlama ile
kılınan namaz, gerçek namaz değildir.
Zor
kullanarak bir kişiye asla oruç tutturamazsınız. Çünkü zorlama ile tutulan
oruç, gerçek oruç değildir.
Zor
kullanarak bir kişiye asla umre ziyareti veya hac ibadeti yaptıramazsınız.
Çünkü zorlama ile yapılan umre ziyareti ve hac ibadeti, gerçek ibadet
değildir.
Zor
kullanarak bir kişiye Kelime-i Şahadet getirtip Müslüman yapamazsınız. Çünkü İslâm’ın
ilk şartı Kelime-i Şahadet (Eşhedü en
lâ ilâhe illâ-Allah ve eşhedü enne Muhammeden Abdu-Hû ve Resûlu-Hû) getirmektir.
Kelime-i Şahadet getiren kişi Müslüman olmuş olur. İslâm’da Kelime-i Şahadet, Allah-u
Teâlâ’dan başka ilâh olmadığına ve Hazreti Peygamber (sav) Efendimizin Allah-u
Teâlâ’nın kulu ve Resûlü olduğuna şahitlik etmek, bunu kalp ile
tasdik, dil ile ikrar (söylemek) ve bunun gereği üzere amel etmektir.
**
Yalnızca bireysel bazda
değil, kurumsal anlamda da belirlenen temel değerler ve bu temel değerlere göre
geliştirilen politikalar için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.
Bir atasözümüzde
ifade edildiği üzere, “gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya da baş”. Bir
fikri veya ideolojiyi insanlara zorla kabul ettirme çabası büyük bir hata olur.
Yarardan daha çok zarar getirir. Kişinin isteği ve iradesi altında olmayan
işlerde beklenen neticeyi alamazsınız. Olumlu ve iyi bir sonuç elde edemezsiniz.
Özelde mutsuzluğa, genelde toplumsal huzursuzluğa yol açarsınız.
Herkesin üzerinde
ittifakla durması gereken şeyler, zorunlu edimler, cebrî davranışlar,
gönülsüz eylem ve aktiviteler değil, isteğe bağlı fiil, tutum ve davranışlar
olmalıdır.
Velhâsıl-ı kelâm,
ne kadar zor ve kaba güç/yöntem kullanırsanız, insanları sadece etten ve
kemikten ibaret, beyni boşaltılmış, ruhsuz ve cansız bir varlığa dönüştürürsünüz.
Demem o ki, kurum
ve kuruluşların, işletmelerin kuruluş ayarlarıyla oynarsanız, ilkelerine,
felsefelerine aykırı ekonomik, sosyal ve düşünsel politikalar geliştirirseniz, misyon
ve vizyonlarından uzaklaştırırsanız, herkesi çöken o kurumsal çatının altında bırakırsınız.
Herkesin siyaseti kendine! Herkesin düşüncesi kendine! Herkesin ideolojisi
kendine! Herkesin ülküsü kendine! Herkesin inancı kendine!
Ama bir şartla: Cebir
ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın
öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine
başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını
önlemeye teşebbüs dahi etmemek, “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet”
ülküsünden uzaklaşmamak, kan kırmızı bayrağımızı indirmeye, namaz ve İslâm için
okunan ezanı susturmayı, vatanı, devleti, milleti bölmeyi aklından bile
geçirmemek şartı…
**
Ne diyor harbi başkan,
gerçek reis, mert insan Muhsin Yazıcıoğlu? “Vatanı sevmenin çilesini biz
çektik, edebiyatını onlar yaptı.”
Sözün
özü, İslâm akıl dinidir, mütefekkir insanların dinidir. Akıl eden,
düşünen, sorgulayan bir kişi, adil bir insan, haklıdan
yana, haksızlığa karşı durur. Hiçbir faninin önünde musalla
taşındaki meyyit gibi durmaz. Gerçek bir mümin, harbi inanç eri olur.
**
Sevdiğim
iki söz:
“Eğer
bir ülkenin kendi insanlarını aldatan bir medyası varsa, o ülkenin başka
düşmana ihtiyacı yoktur.”
“Tarihi kazananlar yazar, yaşamayanlar tarafından baştan kurgulanır.”