“Dinler Savaşı” mı dediniz?

Âl-i İmran, 118. ayet: “Ey iman edenler, kendinizden aşağı olanı (kâfirleri) sırdaş edinmeyin! Onlar size kötülük etmede kusur etmezler. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların (size) kinleri ağızlarından taşmaktadır. Göğüslerinin gizlediği ise daha büyüktür. Size ayetleri apaçık açıkladık akıl edesiniz diye.”

“DİNLER Savaşı” olacak” denilince, Peygamberimiz’in (sav) Miraç’a çıktığı, Müslümanların Kâbe’den sonra ikinci kutsal mekânı olan Kudüs, Gazze, Filistin geldi aklıma. Sonra, “Yıllardır Filistin’de yaşanan, Müslümanlara yapılan saldırı ve kıyımlarla alâkalı tuttuğum anekdotlara göz atayım” dedim.

Müslümanlara yapılan meşum olaylar o kadar çok ki, sadece 2009 yılına dair kaydettiğim kısa bir pasajı aktarmakla iktifa edeceğim:

“13 Ocak 2009… Günlerden Salı… Bütün ajanslara düşen bir haber yine Gazze'den... İsrail ordusunun, Gazze saldırıları sırasında uluslararası anlaşmalarla yasaklanan fosfor bombasının yanı sıra ‘pudra bombası’ olarak adlandırılan başka bir kimyasal bomba kullandığı görüldü.

Gazze'deki Şifa Hastanesi’nde çalışan Norveçli doktorlar Mads Gilbert ve Erik Fosse, Fransız Le Monde gazetesine yaptıkları açıklamada, ‘Biz Filistinli yaralı çocuklarda fosfor ve misket bombası yanıklarının yanında başka değişik yanıklara da rastladık. Amerikalılar tarafından denenen ‘DIME’ (yoğun ağırlaştırılmış metal patlayıcı) adlı yeni bombadan kaynaklanan yanıklara rastladık’ ifadelerini kullandı. Söz konusu bomba yere 2 metre yükseklikte patlayınca vücudu ortadan ikiye ayırıyor, 8 metreden bacakları koparıyor. Binlerce iğne deliği açılmış gibi yanıklar oluşuyor. DIME adlı bomba 10 metreye kadar saçılarak büyük bir patlama oluşturuyor; volfram, kobalt, nikel ve demir alaşımından oluşan karbon tanecikleri meydana geliyor.”

(Burada şunu hatırlatayım: Bu bombalar canavarlara, farelere değil, minicik Müslüman bebelere, ağzı dualı Müslüman kadınların bedenlerine atıldı; cephede dahi kullanılması yasak olan bombalar sivil halka uygulandı.)

İHH’nın düzenlediği bir programda, Filistin’de olanlara müşahit olan başka bir doktorun, yaralıların vücudunda uranyuma rastladıklarını söylediğini yazmışım. Bir diğer doktor ise yaşanan vahşeti şöyle anlatıyor:

"Bombalar karşısında çaresiz kaldık, yaralıların vücudunda şarapnel izi yok ama anlaşılamayan iç kanamalar var. Bir de yanıklar vücutta hiçbir kurşun ve şarapnel olmamasına rağmen bedendeki bütün organları çatlayarak kezzap dökülmüş gibi yanıyorlar. Yanıklar kendi kendine bütün vücuda yayılıyor, etler yarılarak yanıyor, (mümkün değil) yaralı kurtarılamıyor. Organlar diğer organa doğru parçalanarak yanıyor, geriye kızarmış et yığını kalıyor."

Başka bir Norveçli doktor, "Bu savaş, ölüm tüccarlarının laboratuvarı hâline gelmiş" diyor.

Ey kari! Ilımlı İslâm teraneleri ile Müslümanların birleşmesini engelleyen, dinleri aynı gösterme çabasına düşen paralelcilerin eskiden beri, “Canım onlar da ehl-i kitap, onlar da semavî dine inanıyorlar” dediklerini, onlara “Yahudi/Hıristiyan kardeşlerimiz” dediklerini hatırlıyor, oynanan oyunun nasıl sinsice kurgulandığını düşünüyorum. Paralelciler sadece ateistlere “kâfir” derler. Hâlbuki Resûlullah’ın bisetinden sonra Son Peygamber’e ve Kur’an-ı Kerim’e inanmayan herkes bizim inancımıza göre “kâfirdir”. Ve onların savunucularına, Kur’an-ı Kerim boyunca kafirler hakkında nasıl uyarıldığımızı hatırlatmak isterim

Âl-i İmran, 118. ayet: “Ey iman edenler, kendinizden aşağı olanı (kâfirleri) sırdaş edinmeyin! Onlar size kötülük etmede kusur etmezler. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların (size) kinleri ağızlarından taşmaktadır. Göğüslerinin gizlediği ise daha büyüktür. Size ayetleri apaçık açıkladık akıl edesiniz diye.”

Âl-i İmran, 119. ayet: “İşte siz, onlar sizi sevmezken onları seven ve kitapların hepsine iman edenlersiniz. Onlar size rastladıklarında, ‘İman ettik’ derler. Yalnız kalınca da size olan kinlerinden parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki, ‘Kininizle geberin’. Şüphesiz Allah, göğüslerdeki özü hakkıyla bilir.”

Âl-i İmran, 120. ayet: “Size bir iyilik dokunsa, onları tasalandırır. Size bir kötülük dokunsa, onlar neşelenirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, onların hilesi hiçbir şeyle size zarar vermez. Şüphesiz Allah, yaptıklarını kuşatmıştır.”

Asırlardır emperyalist güçler Müslümanlar üzerine “Özgürlük, barış getireceğiz!” diyerek yaptıkları kıyımları meşrûlaştırma çabası içindeler. Dünya hâkimiyeti hayâllerinde Müslümanlara ya ölümü ya da köleliği layık gören zihniyetin en korktuğu şey, “gaza-cihat” kavramıdır. Bu yüzden Müslümanların lügatlerinden bu kavramları söküp atmak, İslâmsız İslâm üretmek için “ılımlı İslâm” söylemlerini şuur altlarına nasıl zerk ettiklerini görüyor, buna “Hizmet” diyerek alet olanları esefle kınıyorum.

Ve buradan bir kez daha “barış” kavramını sadece göz boyamak için, kılıf uydurmak için dayatan emperyal güçlerin oyununu onlara yine Bakara Sûresi’ndeki şu ikazla hatırlatmak isterim: “Onlara, ‘Yeryüzünde, ülkede nifak çıkararak, kâfirlerle işbirliği yaparak, mü'minleri bölerek fesat çıkarmayın, bozgunculuk yapmayın!’ denildiği zaman, ‘Biz düzen sağlayıcılarız, ıslah edicileriz, barış taraftarıyız, din ve dünya işlerini, sosyal ilişkileri düzgün yaşayanlarız’ derler.” (Bakara, 11)

Müslüman coğrafyanın durumu ortada! Parçalanan bedenler, ağlayan analar, yetim çocuklar, küçük vücudu parçalanmış bebeler… Suriye, Irak, Arakan, Filistin ve Kudüs…

Kudüs! Ey kutsal Kudüs! Selahaddin’in elleriyle aklanan, yıkanan duvarlarını şimdi kimler kirletiyor? Nurlu cidarına kimler çamur sürüyor? Mahzun olma, ağlama! Dirilecek yine bir gün Selahaddinler, Fatihler, gelecek elinde anaların yeni yetiştirdiği taze goncalarla…

Biliyorum, yıkanacak her cephen! Onca kan, onca zulüm, onca masum dirilecek, gül bahçesi olacak her yüzün. Sen mahzun olma! Değil mi ki Rasûlullah’ın ayaklarını Miraç’a taşıyan basamak oldun, sana düğün yakışır, sana bayram! Sen kutlu yolculuğa durak olmadın mı, neden boynunu bükersin? Yakışır mı Rasûlullah’ın nazar ettiği yere matem?

Ey Kudüs, gölge mi düştü üstüne, güneş dahi küstü mü bizlere? Bekle, az kaldı! Az kaldı, kışın ardı bahar! Bunca zulmün ardı, Müslümanın baharı… Kara kıştan çıktı ümmet, şimdi dirilme zamanı! Ellerimiz duada, gözlerimizde yaş kalmadı. Gazze’de genç, Filistin’de gonca kalmadı. Ver Allah’ım, ver artık kutlu nehârı! Ver artık zafer nâralarını! Ver de toprağın damarlarına kanını zerk eden yiğitler hürmetine Kudüs’ün yüzü gülsün! Varsın, varlığımız parke parke yol olsun ona giden güzergâhta!

Bizlerde ne Fatihler, ne Selahaddinler, ne Tarık bin Ziyadlar, ne Halit bin Velidler biter.

Ey küffar! Küçük nefesle orman yangını nasıl söner? Biz de ne çınarlar, ne ağaçlar biter, kork artık! Sen kestikçe, yerine hep tazeleri biter.

Biraz mühlet verildiyse, sanmayın Rabbim bizi size bıraktı. Bak, nasıl çıkacak bütün bunların acısı! İkrime’yi hatırlar mısınız? Rasûlullah’tan aldığı bedduanın korkusuyla uykularını yitirmişti. Aslana yem olup Cehennem’e gitmişti. Bekleyin şimdi siz aslanları! Kurtaramayacak sizi ne füzeniz, ne bombanız! Medet dilenmeyi bırakın, işe yaramayacak âlet edevatınız!

Rabbim sabreder, sonra hak edeni helak eder. Yazık ettiniz yazık! Kendi elinizle gazabı üzerinize çektiniz. Ne İsa, ne Musa Aleyhisselam size sahip çıkacak, ne de yaptıklarınız yanınıza kâr kalacak! İki dünyanız da başınıza yıkılıp kapkara zindan olacak.

Ey İsrail’in bozuk oğulları! İnsanlığın tarihine Lût gölü gibi koku saldınız. Sonu kader belirler, siz sadece zulmünüz ve günahınızla kalakaldınız…