KUM ile başlasın bu
yazı… Kumsal olsun sonra içinde... Bir tatil düşü kuralım sizlerle birlikte...
Güneşin
ufukta suyu öptüğü bir deniz kıyısında mavi ve nazlı köpükler kum ile oynaşsın.
Ben, sen, siz, biz, hepimiz fakat her birimiz birbirimizden habersiz serin
suların ayaklarımıza nazla dolaşmasına izin verelim. Alnımızdan öpsün öğle vakitleri
Alize, sırtımızdan sıvazlasın bazen Lodos, biz yürüyelim... Denizin yanağını
yasladığı kumsalda gidelim gidebildiğimiz yere kadar…
Güneş,
turuncu eteklerini toplayarak çekilirken huzurumuzdan, kızıl bir yalnızlık
türküsü vursun dilimize... Haydi, hem söyleyip, hem yürüyelim kumsalda aheste
adımlarımızla! İzi kalsın ayaklarımızın kumda. Işıldasın kum tanecikleri,
gülücükler saçsın deniz yakamozlarıyla... Biz yürüyelim... Türkü bitinceye,
içimizin efkârı dininceye kadar yürüyelim… Ve sonra dönelim yürümeye başladığımız
yere kum ile başlayan ve kumsal yürüyüşü ile devam eden bu ilk paragrafın
bitiminde…
Dönüp
bakalım… Ardımızda bırakamadığımız yaslarımız, hazlarımız, yanaklarımızı
ıslatan yaşlarımız, kalbimizi kuşatan sevdâlarımızla bakalım... Damper yükü
düşlerimizi, düşüncelerimizi yüklediğimiz ayaklarımızla yürüdüğümüz sahilde
bizden hiç iz kalmadığını görmenin buruk yalnızlığına bürünelim. Giderken
solumuzda kalan deniz, dönerken sağımızdan muzip ve şımarık gülüşlerle ayak
izlerimizi silmenin haylazlığını yaşasın. Yakışır, şımarsın!
Tenha
adımlarla siliniverecek izler bırakmış olmanın iki türlü keyfiyetine bürünelim:
A) “Kederlerimiz de böyle siliniverse...” B) “Beyhude bir yorgunlukmuş aldığım
yol, vardığım menzil. Demlediğim kederlerim, demlendiğim sevinçlerim yine
benimle. Üstelik iz bıraktırmıyor bastığım yere... Bak silinip yok oluverdi...”
Esefle
heves arası bir medceziri ağırlayalım içimizde her birimiz kendi rengimizce...
Kumda silinmiş ayak
izlerimizin hezîmetiyle taş olmayı bile düşleyebiliriz bu düş içinde… “Yıllardır boz bulanık suları yudumladım/
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları/ Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben
olsaydım” diye hayıflanabiliriz.
Yitip
gitmiş izlerimizin ardından yas tutmak yerine “İkrâ” emrinin hikmetine râm olup
o izleri silen denizden, sırrını suâl edebiliriz. Fânî ile Bâkî olan arasında
teveccühlerimizi belirleyebiliriz. Belki anlatır bize hâl dilince hakîkatini… O
anlatır, biz anlatırız; belki yeniden tanışırız ezber bozarak…
Ve anlarız denizlerin kendine nasıl da vefâlı olduğunu. Onun alıp veremediği her şey, sahiliyledir. Kâh keyifle vuslat hâsıl olur, kâh öfkesiyle döver kıyılarını. Fakat bana, sana, bize nasıl da vefasızdır! Lâkin vefâsızlığında elbet bir hikmet saklıdır! Sahi, denizler ölüleri de barındırmaz hiç içinde... Sahiline vurur onda ölen bedenler. “Vefâsızlık ah, aman!” diye dövünmeden önce ibrete açmalı kapılarımızı. Madem denizlerin kendine münhasırdır kıyılarıyla hasbihâli ve hani bir köpürür, bir sütlimandır ya ahvâli, okumak gerek onun önümüze serdiği masmavi sahifeleri.
Kumdan
kalelerin inşâsı ve akıbet
Bir
düş daha kuralım güneşin nefsimizi şımarttığı şu günlerde! Yine aynı sahilde,
yine bir başımıza, denizden öğreneceklerimiz var mı, yok mu, onu soralım. Bir
ikindi vakti, kırmızı küçük kovasını ve minik küreğini sahilde unutmuş bir
çocuğun mâsumiyetine imrenip kumdan kaleler yapalım bu defa...
Ellerimizin
büyümüşlüğü, yaşadıklarımızın yaşlandırdığı fikirlerle inşâ edelim kalemizi.
Öyle basit, öyle küçük, öyle sıradan olmaz eminim bizim kalemiz. Çünkü bir kere
büyümüşüzdür ve artık imrenmekten ibâret bir kariyerdir çocuk mâsumiyeti.
Katlar çıkarız kumdan temelimiz üzerine; kuleleri olur göğe yükselen… İlle de
zoru başarmalıyız tatilde olsak bile. Çevresine çekidüzen veririz ve en sonunda
1,70’i aşmış boyumuzla kalkar, belimize kadar yükselttiğimiz kulemizi
seyrederiz. Küçük kırmızı kovanın sahibi çocuğa bir not yazmak geçer içimizden
kum üzerine... Fakat üşeniriz ya da azaltamayız söyleyeceklerimizi, uzundur artık
cümlelerimiz. Sadece “Çok iyi!” der, beğeniriz; kuleyi beğendiğimiz kadar
kendimizi...
Ve
eğlenmek, dinlenmek içinde bile saflaşamaz nefsimiz… O vakit bir sahil
müteahhidi edâsıyla uğurlarız güneşi. Sabah kırmızı küçük kovanın sahibi
çocuğun hayranlık dolu bakışlarını koyup cebimize bir şen ıslık yahut kocaman
bir tebessümle çekiliriz uykunun haremine.
Sabahtır,
martılar çığlık çığlığa pike yapmaktadır. Biz uyku mahmuru... Güneşi yoklar
gözlerimiz, kahvaltı sonrası ona teslim edilecektir çünkü tenimiz. Fakat
bulutlardan bir peçe vardır güneşin yüzünde. Anlaşılan o ki, lodos boş durmamış
bütün gece. İhtişamla inşâ ettiğimiz kule düşer hemen aklımıza. Madem
güneşlenemeyeceğiz, bari akşam kovasıyla kule yaptığımız çocuğun beğenisinden
keyif devşirmek dileriz. Geçirip parmak arası terliklerimizi ayağımıza, koşar
adım ineriz sahile... Islak bir yığındır artık kule!
Yerle
yeksan olmuş kulemizin başında kırmızı kovayı elimize alıp “Bari çocuk
görseydi!” diye hayıflanırken biz, haylaz ve mutlu bir erkek çocuğu beliriverir
yanımızda. Hışımla çekip alır elimizden kırmızı küçük kovayı, “O kova benim!” der
ve koşar denize doğru. Ardından bakarız. Deniz bilir kendinden olmayanı, çocuk
bilir kendinin olanı; biz büyürken kendimizden uzaklaşmanın cenderesinde fütursuzca,
ezber bozmaktan imtinâ ederek seyrederiz kendimiz hâriç herkesi ve her şeyi...
Yine
kusmuştur tüm kirlerini sahile deniz. Yosunlar, birkaç plastik pet şişe, bir
teneke içecek kutusu, sap saman ne varsa içinde kendinden olmayan işte! Bulanıktır
gece mavi beyaz ayaklarımızla oynaşan minik dalgaları. Kumun rengine
bürünmüştür kıyıları. İnsan da sevince, dar zaman, zor zaman böyle karışıyor
demek ki sevdiğinin rengine! Bulamıyor kendini; tâ ki hezeyan, heyecan
duruluncaya dek içinde...
Sahi, kahvaltı edecektik değil mi biz? Ama kalmadı ki iştahımız! Yoksa kaldı mı?
Denizlerin yaptığını yapıp soralım ruhumuza; içimizdeki ummanda yelken açalım ve dolaşalım kendi kıyılarımıza, bakalım bize ne söyleyecek… Dinlenmek bir suç olamaz, ancak nasıl dinleneceğimizin reçetesini belirlemeli değil miyiz?
Bir
kahve içimlik efkâr
Oturup
tatil sitesinin çay bahçesine, bir kahve söyleyelim şimdi hepimiz. Ve
demleyelim düş içinden payımıza düşenleri birbirimizden habersiz.
Bir
deniz olmak isteyelim meselâ... Meselâ hayatta kaybolacak izlere meylimizden
başlayalım işe... Kötü izleri silecek dalgalarımız var mıdır bizim? Yoksa
güzellik ve huzur adına çıktığımız yolculuklarımızda kötülükler mi siliyor ayak
izlerimizi? İzleri silinen olmaya teşne miyiz, yoksa kötülerin, kötülüklerin
izlerini silmek için mi gayretlerimiz? Adımlarımızı sorgulayalım: Nereye
gidiyoruz, neden gidiyoruz, kiminle, neylemek için gidiyoruz? “Gidişimiz
hatıralarımıza, etrafımıza iz bırakır mı?” diye soralım. Attığımız adım, kat
ettiğimiz yol, yol mudur? Yoldur elbette, fakat bizim yolumuz mudur?
Yolculuklarımızdan bize kalan iz bırakacak, çâre üretecek, bizi mes’ud edecek
tatlı yorgunluk mudur?
Evet,
denizi gıpta ile seyredip söylediklerine kulak verelim! Güneşle yârenlik
edişine imrenelim. Güneşin kızgın elleri değince denizin mavi sînesine, yanınca
canı, buharlaşınca kederi, yükselince âhı duâ olup göğe ve bulutlarda arınınca
sitemi, yağmur olup yeniden katılınca kendinden olan her bir katre, nasıl
berraklaştığına hayran olalım, hayret makamına çıkalım! Her gözyaşı acı değil,
sancı değil, bir aklanmaymış, bir sırmış, bir yeşerişmiş diye düşünüp, “Ey insan,/ Senin
sırrın gözyaşının terkibinde saklıymış/ Bu gerçeği bir denizin dudağından
öğrendim!” diyelim.
Kınayalım
denizin göğsünde kendinden olmayanı barındırmayışını. Evet, kınayalım ki aynı
ile terbiye olalım! Biz de barındırmayalım insan olmanın mesuliyeti ile şehevî,
hayvanî ihtirasları içimizde. İnsan olmaklığın kutlu sorumluluğunu hatırlayarak
tezyin edelim hayatlarımızı ve müzeyyen olsun hâtıralarımız!
Bu
tatil düşü içinde tatil plânları yaparken, aldığımız eşyalara, gittiğimiz
yollara, konakladığımız konforlu odalara rağmen içimizde hep bir şeyler
eksikmiş hissini veren ne varsa ruhumuzun kıyılarına savuracağımıza söz verelim.
Meselâ hemen, ilkin, şâirin “‘Ne derler
acaba?’ diye kahrolası bir put vardır!” tespitinden hareketle o putu
kıralım.
Ve
kumla başlayan, kumsalla devam eden, kumdan kaleler inşâ ettiğimiz bu düş
yazısı içinde dünya çölünde bir kum tanesi olmanın hacmini hesaplayalım.
Denizin angaryalarından kurtulduğu dalgalara nasıl sahip olabileceğimizi
düşünelim.
Temizlensin
içimiz, Peygamberimizin ahlâkını kuşanmayı dileyerek arşınlayalım hayatı.
“Ashap” olmaya geç kaldık, fakat “ihvan” olup dalga dalga coşalım, çoğalalım,
zâlimlerin kapısına dayanalım! Resûl’ün asırlar önce vedâsı değil bizim
kalplerimizi daraltan, kasvetle bunaltan. O’nu kalbimizde ağırlayamayışımızdan
bütün bu kalbî buhran! Çünkü Rabbimizden ve Resûlünden gayri ne varsa yükledik
kalplerimize, düşlerimize, eylediğimiz, söylediğimiz her şeye...
“El-Emin”
desinler bize
Güneş,
tenimizden ziyâde ruhumuzdaki ummana değsin, buharlaşıp göğe yükselsin duâlarımız
ve dünyayı kirlerinden arındıracak bir yağmur olarak yağalım yine kendimize. Kayalarla
doldurulmuş sahil yolları gibi, kendi inisiyatifimiz ve gayretimizle
kazandığımız parayı harcarken ruh denizimizi daraltmayalım!
Sonra
kum olmanın kulluk mâkâmı olduğunu fehmedelim. Sevinçlerimiz su serinliği, kederlerimiz
ateş olsun, onlardan yüksünmeyelim. Kum hâlimizi su yoğursun, ateş dağlasın,
ulvî bir his üflesin ruhumuza zikirlerle biz ayna olalım! Bir dost baksın
yüzümüze, seyre dalsın kendinde ne var ise. Bir dosta bakalım, görelim kıyımıza
vurmuş kirlerden arınmış hâlimizin asûde yansımasını dostun ayinesinde. Emin
olalım içimizin tertemiz, berrak mavi denizlerinden. “El-Emin” desinler bize,
tıpkı ümmeti olduğumuz Resûlümüze (sav) dedikleri gibi...
Yıkılmayacak
kuleler inşâ edelim sevgiden! “Hubb” mayası ile demleyelim hayatı! Bastığımız
yerde inançlı adımlarımız şan bıraksın! Her ne yapıyorsak, bize yakışsın!
Bolluk
ve bereket zamanlarıdır bu demler ülkemde. Dört mevsimi güzel, güneşi kadar
bulutu cömert bu coğrafyanın belki ideasızlıktan değil, fakat sevgi israfından,
insan israfından, dost israfından, nîmet israfından zarar görecek hassâsiyetiyle
titreyelim. Yemek, içmek farz olduğu kadardır israfın haramlığı; yemesek,
içmesek, cinâyeti olur bedenimizin; fakat yerken ve içerken katletmektir israf
cennet ülkemizi, cennetliklerimizi, hatta cennetimizi. Allah muhafaza, ukbâmızı
heder eder böylesi israftan mülhem cinnet menkıbeleri. Zira “Kulu veşrabu velâ
tusrifu” (Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz!) der bize Kur’an (Araf, 31).
Merak
edelim!
Açlığımız
mı bizi 80 çeşitten mülhem açık büfelere sürükleyen, tatminsizliğimiz mi?
Yiyeceğimizden fazlasını tabaklarımıza alışımızın sebebini merak edelim meselâ!
Derde devâ bulmanın yolu teşhisten geçer ya hani, hani bilirsek içimizdeki
boşluğun nedenini, belki kavi doldurabiliriz o yeri.
Evet,
denizlerin yaptığını yapıp soralım ruhumuza; içimizdeki ummanda yelken açalım
ve dolaşalım kendi kıyılarımıza, bakalım bize ne söyleyecek… Dinlenmek bir suç
olamaz, ancak nasıl dinleneceğimizin reçetesini belirlemeli değil miyiz? Bir
reçete yok ise, doz fazlası ile zehirlenmez miyiz?
Uzayacak
bu kahve eşliğindeki efkâr... Ben fincanımdaki son yudumumu alıp kalkıyorum çay
bahçesinden. Damağımda kesif bir telve tadı var. Ya sizin!?
Aklımda
bir başıma kalmaya muhtaç bir dinlenme plânı ile düşten gerçeğe dönüyorum. Ya
siz!?
Güzel
dostlar! Bakmayın “Ben”, “Sen”, “Siz”, “Biz” dediğime, hepinizi bu düş içindeki
zaaflardan tenzih ederek nefsimle dertleşmenin yükünü hafifletmek için bu yola
başvurduğumu îtiraf ediyorum.
Silinmiş
ayak izlerim, yıkılmış kulem ve kum hikâyemin ardından aç karna içtiğim bu
kahve bana iyi geldi doğrusu. Şimdi nefis bir kahvaltı yapabilirim. Nîmetlerden
istifâde suç değil; iş ki, israf eden olmayalım. Her şey nev’inden şükür ister
madem, Rabbimizin rahmeti ile ikrâm ettiği nîmetlerden tadalım. Sonra, “Ey
bizi nîmetleriyle perverde eden Sultanımız! Bize gösterdiğin numûnelerin ve
gölgelerin asıllarını, membalarını göster ve bizi makarr-ı saltanatına celbet.
Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize
tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir./.../ Sana müştak ve müteşekkir şu
mut-i râiyetini başıboş bırakıp idam etme. Ya Rab! Kusurlarımızı affeyle. Bizi
kendine kul kabul eyle. Emânetini kabzetmek zamanına kadar bizi emânette emin
kıl. Ruhumuzu cesedimize, kalbimizi nefsimize, aklımızı midemize hakim eyle.
Lezzeti şükür için isteyen kullarından eyle. Ya Rab! Resûl-i Ekrem (aleyhisselatu
vesselâm) Efendimizin bereketi hürmetine bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî
rızıklarımıza bereket ihsan eyle. (Âmin.)” diyerek duâya ve şükre dalalım!
Dinlenmek için çıktığımız tatillerimizden
maddî-mânevî yorgunluklarla dönmekten kendimizi ve sevdiklerimizi koruyalım!
Huzurlu, huşûlu, ruhlarımızın mutmain olduğu, şükre vesîle tatillerimiz olsun
inşallah düş yoldaşlarım!