Dinlenirken yorulmayacağımız bir tatil düşü

Temizlensin içimiz, Peygamberimizin ahlâkını kuşanmayı dileyerek arşınlayalım hayatı. “Ashap” olmaya geç kaldık, fakat “ihvan” olup dalga dalga coşalım, çoğalalım, zâlimlerin kapısına dayanalım! Resûl’ün asırlar önce vedâsı değil bizim kalplerimizi daraltan, kasvetle bunaltan... O’nu kalbimizde ağırlayamayışımızdan bütün bu kalbî buhran!

KUM ile başlasın bu yazı… Kumsal olsun sonra içinde... Bir tatil düşü kuralım sizlerle birlikte...

Güneşin ufukta suyu öptüğü bir deniz kıyısında mavi ve nazlı köpükler kum ile oynaşsın. Ben, sen, siz, biz, hepimiz fakat her birimiz birbirimizden habersiz serin suların ayaklarımıza nazla dolaşmasına izin verelim. Alnımızdan öpsün öğle vakitleri Alize, sırtımızdan sıvazlasın bazen Lodos, biz yürüyelim... Denizin yanağını yasladığı kumsalda gidelim gidebildiğimiz yere kadar…

Güneş, turuncu eteklerini toplayarak çekilirken huzurumuzdan, kızıl bir yalnızlık türküsü vursun dilimize... Haydi, hem söyleyip, hem yürüyelim kumsalda aheste adımlarımızla! İzi kalsın ayaklarımızın kumda. Işıldasın kum tanecikleri, gülücükler saçsın deniz yakamozlarıyla... Biz yürüyelim... Türkü bitinceye, içimizin efkârı dininceye kadar yürüyelim… Ve sonra dönelim yürümeye başladığımız yere kum ile başlayan ve kumsal yürüyüşü ile devam eden bu ilk paragrafın bitiminde…

Dönüp bakalım… Ardımızda bırakamadığımız yaslarımız, hazlarımız, yanaklarımızı ıslatan yaşlarımız, kalbimizi kuşatan sevdâlarımızla bakalım... Damper yükü düşlerimizi, düşüncelerimizi yüklediğimiz ayaklarımızla yürüdüğümüz sahilde bizden hiç iz kalmadığını görmenin buruk yalnızlığına bürünelim. Giderken solumuzda kalan deniz, dönerken sağımızdan muzip ve şımarık gülüşlerle ayak izlerimizi silmenin haylazlığını yaşasın. Yakışır, şımarsın!

Tenha adımlarla siliniverecek izler bırakmış olmanın iki türlü keyfiyetine bürünelim: A) “Kederlerimiz de böyle siliniverse...” B) “Beyhude bir yorgunlukmuş aldığım yol, vardığım menzil. Demlediğim kederlerim, demlendiğim sevinçlerim yine benimle. Üstelik iz bıraktırmıyor bastığım yere... Bak silinip yok oluverdi...”

Esefle heves arası bir medceziri ağırlayalım içimizde her birimiz kendi rengimizce...

Kumda silinmiş ayak izlerimizin hezîmetiyle taş olmayı bile düşleyebiliriz bu düş içinde… “Yıllardır boz bulanık suları yudumladım/ Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları/ Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım” diye hayıflanabiliriz.  

Yitip gitmiş izlerimizin ardından yas tutmak yerine “İkrâ” emrinin hikmetine râm olup o izleri silen denizden, sırrını suâl edebiliriz. Fânî ile Bâkî olan arasında teveccühlerimizi belirleyebiliriz. Belki anlatır bize hâl dilince hakîkatini… O anlatır, biz anlatırız; belki yeniden tanışırız ezber bozarak…

Ve anlarız denizlerin kendine nasıl da vefâlı olduğunu. Onun alıp veremediği her şey, sahiliyledir. Kâh keyifle vuslat hâsıl olur, kâh öfkesiyle döver kıyılarını. Fakat bana, sana, bize nasıl da vefasızdır! Lâkin vefâsızlığında elbet bir hikmet saklıdır! Sahi, denizler ölüleri de barındırmaz hiç içinde... Sahiline vurur onda ölen bedenler. “Vefâsızlık ah, aman!” diye dövünmeden önce ibrete açmalı kapılarımızı. Madem denizlerin kendine münhasırdır kıyılarıyla hasbihâli ve hani bir köpürür, bir sütlimandır ya ahvâli, okumak gerek onun önümüze serdiği masmavi sahifeleri.


Kumdan kalelerin inşâsı ve akıbet

Bir düş daha kuralım güneşin nefsimizi şımarttığı şu günlerde! Yine aynı sahilde, yine bir başımıza, denizden öğreneceklerimiz var mı, yok mu, onu soralım. Bir ikindi vakti, kırmızı küçük kovasını ve minik küreğini sahilde unutmuş bir çocuğun mâsumiyetine imrenip kumdan kaleler yapalım bu defa...

Ellerimizin büyümüşlüğü, yaşadıklarımızın yaşlandırdığı fikirlerle inşâ edelim kalemizi. Öyle basit, öyle küçük, öyle sıradan olmaz eminim bizim kalemiz. Çünkü bir kere büyümüşüzdür ve artık imrenmekten ibâret bir kariyerdir çocuk mâsumiyeti. Katlar çıkarız kumdan temelimiz üzerine; kuleleri olur göğe yükselen… İlle de zoru başarmalıyız tatilde olsak bile. Çevresine çekidüzen veririz ve en sonunda 1,70’i aşmış boyumuzla kalkar, belimize kadar yükselttiğimiz kulemizi seyrederiz. Küçük kırmızı kovanın sahibi çocuğa bir not yazmak geçer içimizden kum üzerine... Fakat üşeniriz ya da azaltamayız söyleyeceklerimizi, uzundur artık cümlelerimiz. Sadece “Çok iyi!” der, beğeniriz; kuleyi beğendiğimiz kadar kendimizi...

Ve eğlenmek, dinlenmek içinde bile saflaşamaz nefsimiz… O vakit bir sahil müteahhidi edâsıyla uğurlarız güneşi. Sabah kırmızı küçük kovanın sahibi çocuğun hayranlık dolu bakışlarını koyup cebimize bir şen ıslık yahut kocaman bir tebessümle çekiliriz uykunun haremine.

Sabahtır, martılar çığlık çığlığa pike yapmaktadır. Biz uyku mahmuru... Güneşi yoklar gözlerimiz, kahvaltı sonrası ona teslim edilecektir çünkü tenimiz. Fakat bulutlardan bir peçe vardır güneşin yüzünde. Anlaşılan o ki, lodos boş durmamış bütün gece. İhtişamla inşâ ettiğimiz kule düşer hemen aklımıza. Madem güneşlenemeyeceğiz, bari akşam kovasıyla kule yaptığımız çocuğun beğenisinden keyif devşirmek dileriz. Geçirip parmak arası terliklerimizi ayağımıza, koşar adım ineriz sahile... Islak bir yığındır artık kule!

Yerle yeksan olmuş kulemizin başında kırmızı kovayı elimize alıp “Bari çocuk görseydi!” diye hayıflanırken biz, haylaz ve mutlu bir erkek çocuğu beliriverir yanımızda. Hışımla çekip alır elimizden kırmızı küçük kovayı, “O kova benim!” der ve koşar denize doğru. Ardından bakarız. Deniz bilir kendinden olmayanı, çocuk bilir kendinin olanı; biz büyürken kendimizden uzaklaşmanın cenderesinde fütursuzca, ezber bozmaktan imtinâ ederek seyrederiz kendimiz hâriç herkesi ve her şeyi...

Yine kusmuştur tüm kirlerini sahile deniz. Yosunlar, birkaç plastik pet şişe, bir teneke içecek kutusu, sap saman ne varsa içinde kendinden olmayan işte! Bulanıktır gece mavi beyaz ayaklarımızla oynaşan minik dalgaları. Kumun rengine bürünmüştür kıyıları. İnsan da sevince, dar zaman, zor zaman böyle karışıyor demek ki sevdiğinin rengine! Bulamıyor kendini; tâ ki hezeyan, heyecan duruluncaya dek içinde...

Sahi, kahvaltı edecektik değil mi biz? Ama kalmadı ki iştahımız! Yoksa kaldı mı? 

Denizlerin yaptığını yapıp soralım ruhumuza; içimizdeki ummanda yelken açalım ve dolaşalım kendi kıyılarımıza, bakalım bize ne söyleyecek… Dinlenmek bir suç olamaz, ancak nasıl dinleneceğimizin reçetesini belirlemeli değil miyiz? 

Bir kahve içimlik efkâr

Oturup tatil sitesinin çay bahçesine, bir kahve söyleyelim şimdi hepimiz. Ve demleyelim düş içinden payımıza düşenleri birbirimizden habersiz.

Bir deniz olmak isteyelim meselâ... Meselâ hayatta kaybolacak izlere meylimizden başlayalım işe... Kötü izleri silecek dalgalarımız var mıdır bizim? Yoksa güzellik ve huzur adına çıktığımız yolculuklarımızda kötülükler mi siliyor ayak izlerimizi? İzleri silinen olmaya teşne miyiz, yoksa kötülerin, kötülüklerin izlerini silmek için mi gayretlerimiz? Adımlarımızı sorgulayalım: Nereye gidiyoruz, neden gidiyoruz, kiminle, neylemek için gidiyoruz? “Gidişimiz hatıralarımıza, etrafımıza iz bırakır mı?” diye soralım. Attığımız adım, kat ettiğimiz yol, yol mudur? Yoldur elbette, fakat bizim yolumuz mudur? Yolculuklarımızdan bize kalan iz bırakacak, çâre üretecek, bizi mes’ud edecek tatlı yorgunluk mudur?

Evet, denizi gıpta ile seyredip söylediklerine kulak verelim! Güneşle yârenlik edişine imrenelim. Güneşin kızgın elleri değince denizin mavi sînesine, yanınca canı, buharlaşınca kederi, yükselince âhı duâ olup göğe ve bulutlarda arınınca sitemi, yağmur olup yeniden katılınca kendinden olan her bir katre, nasıl berraklaştığına hayran olalım, hayret makamına çıkalım! Her gözyaşı acı değil, sancı değil, bir aklanmaymış, bir sırmış, bir yeşerişmiş diye düşünüp, Ey insan,/ Senin sırrın gözyaşının terkibinde saklıymış/ Bu gerçeği bir denizin dudağından öğrendim!” diyelim.

Kınayalım denizin göğsünde kendinden olmayanı barındırmayışını. Evet, kınayalım ki aynı ile terbiye olalım! Biz de barındırmayalım insan olmanın mesuliyeti ile şehevî, hayvanî ihtirasları içimizde. İnsan olmaklığın kutlu sorumluluğunu hatırlayarak tezyin edelim hayatlarımızı ve müzeyyen olsun hâtıralarımız! 

Bu tatil düşü içinde tatil plânları yaparken, aldığımız eşyalara, gittiğimiz yollara, konakladığımız konforlu odalara rağmen içimizde hep bir şeyler eksikmiş hissini veren ne varsa ruhumuzun kıyılarına savuracağımıza söz verelim. Meselâ hemen, ilkin, şâirin “‘Ne derler acaba?’ diye kahrolası bir put vardır!” tespitinden hareketle o putu kıralım.

Ve kumla başlayan, kumsalla devam eden, kumdan kaleler inşâ ettiğimiz bu düş yazısı içinde dünya çölünde bir kum tanesi olmanın hacmini hesaplayalım. Denizin angaryalarından kurtulduğu dalgalara nasıl sahip olabileceğimizi düşünelim.

Temizlensin içimiz, Peygamberimizin ahlâkını kuşanmayı dileyerek arşınlayalım hayatı. “Ashap” olmaya geç kaldık, fakat “ihvan” olup dalga dalga coşalım, çoğalalım, zâlimlerin kapısına dayanalım! Resûl’ün asırlar önce vedâsı değil bizim kalplerimizi daraltan, kasvetle bunaltan. O’nu kalbimizde ağırlayamayışımızdan bütün bu kalbî buhran! Çünkü Rabbimizden ve Resûlünden gayri ne varsa yükledik kalplerimize, düşlerimize, eylediğimiz, söylediğimiz her şeye...

“El-Emin” desinler bize

Güneş, tenimizden ziyâde ruhumuzdaki ummana değsin, buharlaşıp göğe yükselsin duâlarımız ve dünyayı kirlerinden arındıracak bir yağmur olarak yağalım yine kendimize. Kayalarla doldurulmuş sahil yolları gibi, kendi inisiyatifimiz ve gayretimizle kazandığımız parayı harcarken ruh denizimizi daraltmayalım!

Sonra kum olmanın kulluk mâkâmı olduğunu fehmedelim. Sevinçlerimiz su serinliği, kederlerimiz ateş olsun, onlardan yüksünmeyelim. Kum hâlimizi su yoğursun, ateş dağlasın, ulvî bir his üflesin ruhumuza zikirlerle biz ayna olalım! Bir dost baksın yüzümüze, seyre dalsın kendinde ne var ise. Bir dosta bakalım, görelim kıyımıza vurmuş kirlerden arınmış hâlimizin asûde yansımasını dostun ayinesinde. Emin olalım içimizin tertemiz, berrak mavi denizlerinden. “El-Emin” desinler bize, tıpkı ümmeti olduğumuz Resûlümüze (sav) dedikleri gibi... 

Yıkılmayacak kuleler inşâ edelim sevgiden! “Hubb” mayası ile demleyelim hayatı! Bastığımız yerde inançlı adımlarımız şan bıraksın! Her ne yapıyorsak, bize yakışsın!

Bolluk ve bereket zamanlarıdır bu demler ülkemde. Dört mevsimi güzel, güneşi kadar bulutu cömert bu coğrafyanın belki ideasızlıktan değil, fakat sevgi israfından, insan israfından, dost israfından, nîmet israfından zarar görecek hassâsiyetiyle titreyelim. Yemek, içmek farz olduğu kadardır israfın haramlığı; yemesek, içmesek, cinâyeti olur bedenimizin; fakat yerken ve içerken katletmektir israf cennet ülkemizi, cennetliklerimizi, hatta cennetimizi. Allah muhafaza, ukbâmızı heder eder böylesi israftan mülhem cinnet menkıbeleri. Zira “Kulu veşrabu velâ tusrifu” (Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz!) der bize Kur’an (Araf, 31).

Merak edelim!

Açlığımız mı bizi 80 çeşitten mülhem açık büfelere sürükleyen, tatminsizliğimiz mi? Yiyeceğimizden fazlasını tabaklarımıza alışımızın sebebini merak edelim meselâ! Derde devâ bulmanın yolu teşhisten geçer ya hani, hani bilirsek içimizdeki boşluğun nedenini, belki kavi doldurabiliriz o yeri.

Evet, denizlerin yaptığını yapıp soralım ruhumuza; içimizdeki ummanda yelken açalım ve dolaşalım kendi kıyılarımıza, bakalım bize ne söyleyecek… Dinlenmek bir suç olamaz, ancak nasıl dinleneceğimizin reçetesini belirlemeli değil miyiz? Bir reçete yok ise, doz fazlası ile zehirlenmez miyiz?

Uzayacak bu kahve eşliğindeki efkâr... Ben fincanımdaki son yudumumu alıp kalkıyorum çay bahçesinden. Damağımda kesif bir telve tadı var. Ya sizin!?

Aklımda bir başıma kalmaya muhtaç bir dinlenme plânı ile düşten gerçeğe dönüyorum. Ya siz!?

Güzel dostlar! Bakmayın “Ben”, “Sen”, “Siz”, “Biz” dediğime, hepinizi bu düş içindeki zaaflardan tenzih ederek nefsimle dertleşmenin yükünü hafifletmek için bu yola başvurduğumu îtiraf ediyorum.

Silinmiş ayak izlerim, yıkılmış kulem ve kum hikâyemin ardından aç karna içtiğim bu kahve bana iyi geldi doğrusu. Şimdi nefis bir kahvaltı yapabilirim. Nîmetlerden istifâde suç değil; iş ki, israf eden olmayalım. Her şey nev’inden şükür ister madem, Rabbimizin rahmeti ile ikrâm ettiği nîmetlerden tadalım. Sonra, “Ey bizi nîmetleriyle perverde eden Sultanımız! Bize gösterdiğin numûnelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir./.../ Sana müştak ve müteşekkir şu mut-i râiyetini başıboş bırakıp idam etme. Ya Rab! Kusurlarımızı affeyle. Bizi kendine kul kabul eyle. Emânetini kabzetmek zamanına kadar bizi emânette emin kıl. Ruhumuzu cesedimize, kalbimizi nefsimize, aklımızı midemize hakim eyle. Lezzeti şükür için isteyen kullarından eyle. Ya Rab! Resûl-i Ekrem (aleyhisselatu vesselâm) Efendimizin bereketi hürmetine bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızıklarımıza bereket ihsan eyle. (Âmin.)” diyerek duâya ve şükre dalalım!

Dinlenmek için çıktığımız tatillerimizden maddî-mânevî yorgunluklarla dönmekten kendimizi ve sevdiklerimizi koruyalım! Huzurlu, huşûlu, ruhlarımızın mutmain olduğu, şükre vesîle tatillerimiz olsun inşallah düş yoldaşlarım!