SOYSUZUN biri, sosyal
medya hesabından, cezaevindeki Selahattin Demirtaş’ın eşine ahlâk dışı
ifadelerle saldırmış. Bunun üzerine tüm terörist seviciler o soysuzun üzerinden
AK Parti’ye vurmaya başladı. Zannedersiniz ki, kendi taraftarları daha önce hiç
böyle çirkinleşmemiş, kendileri ülkenin Cumhurbaşkanı’na hiç küfretmemiş, geçmişleri
o kadar temiz ki ahlâk bekçisi kesilmeleri haklarıymış…
Bir
defa şunu çok net olarak ortaya koyalım: Küfür tek millettir ve hiçbir şekil ve
şartta ahlâksızlığın savunuculuğu olamaz!
Yani
bu yazıda Başak Demirtaş’a yapılan çirkinliği savunan cümleler bulamayacaksınız.
Evet,
Başak Demirtaş, eşinin kimliğinden dolayı bizim sıcak bakamayacağımız biri.
Evlâdı olsa, ebeveynini seçme şansı olmayacağından dolayı farklı düşünebilirdik
ama eş olmak kendi tercihleri ve bir teröristi tercih eden, benim için o
terörist gibidir. Dolayısıyla onu da savunmaktan hicap duyarım. O yüzden, son
örnek olması hasebiyle konuya onunla girdim ama genel durumun üzerinden
yorumlamaya devam edeceğim…
Adı,
sanı, mesleği, kariyeri, ailesi, konumu, siyâsî fikri ne olursa olsun, hiç
kimsenin hiç kimseye küfür etme, taciz etme, ahlâksız yakıştırmalar yapma,
hayâl gücünü zorlayan îmâlarda bulunma lüksü olamaz.
Konuyu
bu genellemeyle kabul edince hiç sorun kalmayacak aslında. Ancak, rakibime
yapılan hakarete alkış tutar, haydi en hafifinden duymazdan gelir de benim
tarafımda olan birine benzer terbiyesizlik yapıldığında çıngar çıkarırsam,
bunun adı “ikiyüzlülük” olur.
Başak
Demirtaş olayı da siyasetin bu konudaki duyarlılığını test etmek açısından
önemli bir fırsat oldu hepimiz için. Zamanında, Ensar Vakfı ile ilgili taciz
iddialarını, sanki AK Parti ve seçmeni destekliyormuş, hattâ AK Partililerin
hepsi tacizciymiş gibi bir siyâsî malzeme yapan muhalefet, bu olayda da
iktidara saldırmakta gecikmedi. Sonradan görüldü ki, o hesabın sahibi, her siyâsî
fikirden kişiye küfürler etmiş, belli ki bundan haz almış, psikolojik yardıma
muhtaç bir zavallı. Ya muhalefetin psikolojisi?
Argo
ve küfürden ağzı kokan bir kadını İstanbul İl Başkanlığı, “gençlik hatâsı” diye
savundukları “kızcağızı” İzmir Gençlik Kolları Sekreterliği ve ilçe meclis
üyeliği ile ödüllendirenler bunlar değiller mi?
Sizin
organize ettiğiniz, pislik kokan kadın yürüyüşlerinde açılan pankart ve
dövizleri tutan kaç üyenizin Başak Demirtaş’a yazılandan yüzü kızarır ki? Şimdi
kalkıp ne yüzle kadın namusundan dem vuruyorsunuz?
Türkiye’de
bu konuda konuşacakları sıraya soksak, size sıra gelmez!
Hâlbuki
iktidar kanadı hiç gecikmeden tavrını koymuş, Adalet Bakanı düzeyinde
açıklamasını yapmış, Başak Hanım’a bir insan olarak destek vermişti. Garip
olan, belki de görüntülenmesi birkaç yüzü geçmeyecek bir mesajın CHP ve HDP tabanı
tarafından öyle bir yayılması ki, mesajın yayınlandığı hesabın askıya alınmış
olması bile hiçbir işe yaramadı ve yayılım sürdü. Sonuçta bir kadın, küçük beyinli
bir terbiyesizin küçük bir hesabından attığı düşük menzilli bir silahla
vurulmaya çalışıldı.
O
kadını koruduğunu iddia edenler ise, o mermiyi alıp menziline ulaştırmak adına ellerinden
gelen gayreti sarf ettiler.
Kadın
haklarını, bir kadının namusunu koruma gayretinde olanların yapması gereken bu
muydu peki? Olayın faili sıradan biri olduğuna göre, konu bu kadar dallanıp
budaklanmadan, mağdurun psikolojisini bozacak kadar çok paylaşılmadan yani milyonlarca
kişinin haberi olmadan çözülemez miydi bu?
Olurdu
elbette! Bir şikâyete bakar sonuçta… O mesajı yazan, şimdi olduğu gibi o zaman
da bulunur, tutuklanır, cezasını çekmesi için her adım atılırdı. Ama yok, olayı
siyasileştirmek adına acıyı büyütmeyi seçtiler! Zira son yerel seçim örneğinde
izlediğimiz üzere, “mağdur” edebiyatı yapmak, muhalefetin saflarının
sıklaşmasına yardımcı oluyor. Yani “kadın hakları-insan hakları” gibi dâvâların
savunuculuğuna soyunanlar, aslında mağduriyeti büyüterek oy devşirmekten başka
bir gâyenin peşinde değiller.
Korkunun
verdiği fren ayarı
Diğer
tarafta da durum farklı değil aslında. Erdoğan’ın rahmetli annesini hedef alan
sosyal medya mesajlarını raflardan çıkaran, eşine söylenenleri çarşaf çarşaf
önümüze koyan, kendisine edilen galiz küfürleri hiç sansürsüz yayınlayan bizim
mahalledekiler, doğru yaptıklarını mı düşünüyorlar acaba?
Asla!
O
mesajlarla her karşılaştığımda benim bile sinirlerim altüst olduğuna göre,
muhatapları ne hissediyordur, düşünün bir kere!
Medeniyet,
merhum Âkif’in dediği gibi öyle bir “tek dişi kalmış canavar” hâlini aldı ki
ona sahip olduğunu düşünenler, insanlığın gerektirdiklerini unuttular. Muhatabı
ile yüz yüze iken kaşını gözünü oynatamayacak kadar âciz olanlar, klavyenin
başında kendilerini dünyanın en güçlü adamı zannediyorlar. Aslında bu,
büyüklenmekten ya da güçlü hissetmekten ziyâde, kanunî karşılığından
korkmamalarından kaynaklanıyor biraz da.
Açın
bakın “mafya babası” sayfalarını; mesajların altlarında bir tek argo cevap
bulamazsınız. Zira o dünyada cezalar ağır olur. “Ya bulunursam?” korkusu
dizginler klavye delikanlılarını.
İşte
bu yakalanma ve ceza alma korkusunun sosyal medya kullanıcılarında daha fazla
hissedilmesini sağlamak lâzım. Bunun adı, birilerinin iddia edeceği gibi
despotluk falan olmaz. Mağdurun hakkını, gasp edenden sormaktır bu. Ve devlet
olmanın da gereğidir aslında!
Biz
sadece tanınmış kişilerin, siyasetçilerin, kadınların, çocukların mağdur olduğu
konuları ön plâna çıkarıyor, bazen bir bardak suda fırtına koparmaktan
çekinmiyoruz. Hâlbuki sosyal medyada bu tür utanmazlıklardan mustarip o kadar çok
vatandaş var ki…
Devletin
görevi, Başak Demirtaş’ın hakkını nasıl aradıysa, 82 milyonun hakkını aynı
hızla arayıp aynı şiddetle kınamaktır.
Her
bir vatandaş, tek bir e-posta ile şikâyetini delilleriyle bildirebileceği ve
sonucu hakkında bilgilendirileceği bir sisteme dâhil olmalıdır. Göz önündeki
hesaplar için daha erken refleks gösterilmesinin sebebi, yetkili mercilerin
daha erken haberdar olmasından öteye geçmemelidir.
Hâlen
kullandığımız sosyal medya plâtformları yabancı kaynaklı olduğu ve tüm dünyanın
ortak kullandığı bir sisteme dayalı olduğu için, uygulamaların uygunsuz
kullanımını önlemek zor elbette; her kimlik numarasına tek bir hesap
açılabilmesi gibi teklifler de kontrol devlette olmadığı için havada kalıyor
her seferinde. Ancak kullandığımız teknoloji ulaştığımız zekânın üstünde
olmadığına göre, bir çözüm bulunabilir diye umuyorum. O çözüm üretilinceye
kadar da ahlâk yoksunu insancıkları törpülemek adına caydırıcı cezalarla korku
salınmasını bekliyorum.
Son
söz
Gâvurun yaptığı ve benim de şu anda kullandığım yazı programı, “gâvur” ve “çıngar” kelimelerinin altını çizip beni “argo veya kaba sözcük” diye uyarırken, benim Müslüman kardeşiminse küfrü hayatının olmazsa olmazı gibi benimsemiş olması ne acı!