Dinime dâhleden Müslüman olsa!

Bu mesele pek çok konuda olduğu gibi iktidar-muhalefet çekişmesine indirgenerek basite alınmaz. Bazı müptezellerin beyin cimnastiği konforuna bırakılmayacak kadar hayatîdir ve Türkiye karşısında saf tutan güçlerden korkarak Batı’nın meseleye yaklaşımını benimseyip sahibinin sesi olmaya çalışan düşünce özürlülerine bir kere daha hatırlatmak da boynumuzun borcudur.

AJANDANIN sayfalarını çevirip birbirinden önemli gündem konularının başlıklarına baktım…

Çok taze olan Milâdî yılbaşının neler getirip bize neler kaybettirdiğini yazarsam, nefsime yenilirim… Bir de bu konu gözler önünde cereyan ediyor.

Türkiye’de Milâdî yılbaşı suâline verilecek cevapları aşağı yukarı tahmin edebiliriz. Başta Devlet olmak üzere bütçelerinin âkıbetini görmek isteyen kurum ve kuruluşlar “Kesin Hesap Bilanço”sunu çıkarırlar. Frenk mukallidi olanlar ise bir ay kala süsleyecekleri çam ağacını (yapay da olsa) satın alırlar. Bizim mahallenin sosyeteleri ise gerek yurtiçi, gerekse yurtdışı kayak merkezlerinden yer ayırırlar.

Yerli “AVM” dedikleri merkezlerde ise israf ve şatafattan geçilmez. Klavyenin (Türkçe karşılığını bulamadım) başına geçince yoğun gündem arasında yukarıdaki konuyu yazmayı pek münasip görmedim...

Meselâ, “31 Aralık 1988’de dâr-ı bekâya varan mütefekkir Seyyid Ahmet Arvasi’yi mi yazayım?” dedim, zira hepimizin üzerinde hakkı var. Ama bu bahsi ayrı bir başlıkla ele almak lâzım. Kendisinden Allah (cc) râzı olsun.

Milâdî 11 Ocak 630'da Mekke’nin Fethi’nin mü’minler tarafından 31 Aralık-1 Ocak olarak kutlanmasını da düşündüm, altmış yıllık rüyamız olan millî otomobili de…

Sonunda Libya meselesinin yazılmasının daha ehemmiyetli olduğuna karar verdim.

***

Libya ile yapılan mutabakatın teknik kısmını bir önceki yazımızda arz etmiş idim. Konunun daha çok gündemde kalacağını biliyoruz. 31 Aralık 2019 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan Sayın Zekeriya Kurşun'un ifadelerini burada anmak isterim:

"Libya meselesi bir ihtiras, yayılma, iktidar şımarıklığı, bireysel kahramanlık meselesi değildir. Doğrudan varlık meselesi ve devlet siyasetidir. Libya meselesi Akdeniz’de kalabilmenin, Güney’den ve Batı’dan emin olabilmenin ve yarım asırdır millî bir dâvâ olarak varlığını sürdüren Kuzey Kıbrıs’ı koruyabilmenin anahtarıdır. Bu yüzden bir gözün sürekli takipte olması gereken coğrafyanın bizzat kendisidir.

Doğu ile Batı arasında dünyanın en büyük köprüsü olan Türkiye, Antalya açıklarına hapsedilerek jeostratejik öneminden uzaklaştırılıp içeriye mahkûm edilirken sessiz kalmak, gayret gösterenlerin önünü tıkamak, daha da vahimi söz ve yazıyla bu projeye destek vermek, en basit deyimiyle akılsızlık, en ağır ifadeyle de ihanettir…"

Devlet Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın on yıl önce o günkü Libya Devleti lideri Muammer Kaddafi ile yaptıkları bir anlaşmanın bugün hayatiyet kazanmasının, malûm Batı emperyalizmini niçin âdeta çıldırttığını anlayabiliyorum. Ancak bizim yerli Halife Hafter yanlısı muhalefetin ifadelerini duyunca fazla şaşırmadığımızı dersem abartmamış oluruz.

Hani bunlar değil miydi “Cereblus’ta, El Bab’da neyi arıyoruz? Afrin’e girmeyelim, Barış Pınar’ı bizim neyimize” diyenler? O malûm zihniyeti anlayabiliriz; lâkin millî olduğunu söyleyen İngilizlerin dâmâdıyla, Cumhur İttifakı'nı gayr-i millî olmakla suçlayan, eli yazmalı ve Türkolog olmakla övünen partinin lideri ve sözcülerine ne demeli?

Oysa bu mesele pek çok konuda olduğu gibi iktidar-muhalefet çekişmesine indirgenerek basite alınmaz. Bazı müptezellerin beyin cimnastiği konforuna bırakılmayacak kadar hayatîdir ve Türkiye karşısında saf tutan güçlerden korkarak Batı’nın meseleye yaklaşımını benimseyip sahibinin sesi olmaya çalışan düşünce özürlülerine bir kere daha hatırlatmak da boynumuzun borcudur.

Hele hele ana muhalefet partisi sözcüsünün, “Türkiye’nin vekâlet savaşlarında yer alması kabul edilemez” deyişi, tam bir Batı hayranlığı ve yandaşlığıdır!

Üzülerek ifade etmeliyim ki, Türkiye’de muhalefet sadece, iktidardaki Hükûmet'in her yaptığının aksini söylemekle icra-i siyaset yapıyor.

Eskiden dış politikada, “Rus sefirine bakın, ne söylüyorsa aksini yapın, o hâlde doğrusunuz” tekerlemesinin günümüzdeki karşılığını “Muhalefetin dediğinin tersi doğrudur” şeklinde anlamak lâzım.

İktidarın her icraatını yanlış görmek, millî meselelerde particilik yapmak, akıl kârı değildir.

Türkiye'nin Libya ile imzaladığı anlaşmanın muhalifleri, başta Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, BAE, Suudi Arabistan, Mısır, İsrail ve başrol oyuncusu Fransa, ABD ve diğer irili ufaklı AB ülkeleri, ayrıca dolaylı Rusya…

Devlet Başkanımızın Tunus’u ziyaretleri gösteriyor ki, Şimâl-i Afrika’da, başta Tunus olmak üzere dolaylı olarak Cezayir’in de o meşum koalisyona katılmayıp Türkiye ile beraber hareket etmeye yanaşmaları yönünde…

Ayrıca dost ve kardeş Katar’ın da Türkiye’ye omuz vermesi kıymetlidir ve dış politikadaki muvaffakiyetimizin nişanesidir.

Günümüzde her aklıselimin teslim ettiği bir hakikat vardır ve milletlerarası problemli coğrafyalarda söz sahibi olabilmenin şartı, “Sahada güçlü olan masada da güçlü olur” gerçeğidir.

Her zaman söylediğimiz bir hakikat vardır; yaklaşık yüz elli senedir Milletimizi bir kıskaca alan vesâyetlerden, o kuşatmanın müsebbibi emperyalizmin kıskacından, son yıllarda yaptığımız yerinde ve özümüze yakışan bir vakarla kurtulmaya ve o kıskacı kuranların başında parçalamaya başladık.

Hâl böyle olunca, her seferinde başka bir hile ve desise ile üstümüze gelmeye çalışıyorlar. Onun için de devamlı teyakkuzda olmalı, düşmanın hile ve tuzaklarına karşı ayakta durmalıyız.

Her millî refleksi başkasının ağzıyla tenkit eden, bazen burun kıvırarak, bazen iftira atarak istikametimize engel olmak isteyenlerin ipleri dışarıdadır; figüranları bazen kavmî kisvelere bürünür, bazen inandığımız dinî değerlerimizi istismar ederek hızımızı kesmeye çalışırlar.

Nitekim Suriye’de, şimdi de Libya’da “Müslümanları mı öldüreceksiniz?” yollu tevillerle riyakârlık yapıyorlar. Bu yaban ellerin hâli pürmelâli, eskilerin deyimiyle “Dinime dâhleden Müslüman olsa” dedirtiyor.

Bir hafta önce yazdığımız yazıda Libya meselesinin, Libya’ya asker gönderilmesinin TBMM’de görüşüleceğini yazmış idik. Naçizane biz de Prof. Dr. Zekeriya Kurşun'un kanaatine katılıyoruz, çünkü aklın yolu birdir:

“Libya, sadece duygusal bağımızın olduğu bir coğrafya değildir. Libya meselesi, psiko-tarih ataklarımızın terapi aracı hiç değildir. Sahip olduğu kaynaklardan dolayı teröre bulanmış, meşru hükûmeti tehdit altına alınmış olan Libya, Türkiye’nin hayat-memat meselesidir.

Bu bilinçle TBMM, barışı tesis etmek için Türk askerinin Libya topraklarında faaliyet göstermesine izin vermelidir…”

İnşallah muhalefet partileri, biri hâriç diğerleri, meseleyi iktidar-muhalefet çekişmesi, Devlet Başkanımıza duydukları olumsuz hisse indirgeyip kurban etmezler.

Vesselâm...