Dinî inançta doz ayarı

Eğer müminsek ve inanıyorsak “Din yanlıştır” diyemeyeceğimize göre, o zaman “Din algımız ve uygulamamızda bir yanlışlık, hattâ bin yanlışlık var” diyeceğiz. Bu algı ve uygulama yanlışlıklarını mercek altına almanın zamanı geldi de geçiyor bence.

DİN ve insan, birbirinden ayrılmaz ikilidir. Dinler tarihi, aynı zamanda insanlık tarihi demektir. Kendisini dünyada bulan insan, başını iki elinin arasına alıp düşünmüş, sorular sormuş ve cevaplar aramış ve karşılıklarını da dinde bulmuş.

Hak veya bâtıl, yaşayan her insanın, öyle ya da böyle bir inancı olmuş. İnanmayan, inançsız yaşayan/yaşadığını sanan insan, itiraf etsin ya da etmesin, fark etsin ya da etmesin, özünden mahrum ve uzakta yaşayan insandır. Çünkü insanlık özü kendi üstünde, kâinata aşkın bir varlığa bağlıdır ve daima onu arar, ona yönelir. İnsanın mutluluğu, özün sahibine bağlanması ile mümkündür. Kur’ân, “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur” der.

“Nereden geldim, nereye gidiyorum, ben kimim?” gibi ağır soruların altında ezilen insanın elinden din tutmuş, kendisini ve etrafındaki tüm evreni bir Yaratanın olduğunu, Ondan geldiğini ve yine Ona gittiğini öğretmiştir. Dünyaya gelişin amaçsız olmadığını, dünya nimetlerinin birtakım külfetleri de beraberinde getirdiğini, kendisine, diğer insanlara ve canlılara, kendisini Yaratana karşı görev ve sorumlulukları olduğunu, bu sorumlulukları yerine getirir ve iyi insan olursa karşılığında ödül alacağını, kendisine, çevresine zarar verir ve kötü insan olursa cezalandırılacağını dinler vasıtasıyla öğrenmiştir.

Ölüm sonrası bir hayatın varlığını da din aracılığıyla öğrenmiş, “ölüm” denen dayanılmaz acıya ancak böyle katlanabilmiştir. “Madem ölüm son değil ve ebedî hayatın başlangıcıdır, öyleyse fazla üzülmeye gerek yok” diye teselli olmuştur. Ölüm sonrası ahiret inancı, sadece ölüme katlanmayı kolaylaştırmaz; bir mümin için ahiret, bu dünyada erişilemeyen adalete, varlığa, her türlü nimet ve zenginliğe kavuşacağı ebedî yurdun da adıdır aynı zamanda.

Ölüm sonrası ebedî hayata inanan ve orada vaat edilen tükenmez nimetlere kavuşmayı hayâl eden insan, bu dünyada ahiretini kazanmaya motive olur. Kendisine bu yolda rehberlik eden dinlerin istediği, öğrettiği ve telkin ettiği bir hayat yaşamaya çalışır. İşte sorun da burada başlar! Ve yazımıza başlık olan “dinî inançta doz ayarı” da tam burada gereklidir!

Çünkü bu dünyanın geçici ve asıl hayatın ahirette olduğuna inanan ve onu kazanmaya çalışan bir mümin, çok yüksek bir inanç ve bağlılık sahibidir. Bu bağın ucu kötü niyetli din istismarcılarının eline geçerse, din adına insanlara her türlü abes iş ve dahası kötülüğü/zulmü yaptırabilir. Din alanı, alabildiğine geniş ve bir o kadar da tehlikeli bir alandır; bu alanda yürümek için ekstra dikkat gerekir.

İlk insandan günümüze kadar insanın yeryüzünde diğer insanlar ve canlılarla birlikte yaratılış gayelerine uygun bir uyum içinde yaşamasını sağlayan din, bağlamından kopartıldığında her türlü vahşetin, dehşetin ve cehaletin de kaynağı olmuş maalesef. Detayı yazının sınırlarını aşan din ve mezhep savaşları, din veya mezhep adına ortaya çıkan, türlü cinayet ve zulümleri gözünü kırpmadan işleyen terör örgütlerinin tamamı, ya dinin kötüye kullanılması ve istismarından ya da inançta doz aşımından meydana gelmiştir.

“İnançta doz aşımı” deyimini kullanırkenki kastımız, hâşâ, bir insanın Allah’a çok inanması, O’nu çok sevmesi ve bağlanması değildir elbette. Kastımız, Allah’a giden yolda insanın, önüne çıkan yanlış yön levhalarının peşine düşmesi, samîmiyetinin istismar edilmesi ve kötüye kullanılması tehlikesine dikkat çekmektir.

Allah insanı yaratmış ve Kendisini tanıtmak için elçiler göndermiş, elçiler vâsıtasıyla gelen buyrukları anlaması ve teraziye vurup tartması için de akıl bahşetmiştir. İnsanın aklını doğru kullanması ve kalbin ışığıyla sürekli aydınlatması, nurlandırması gerekir. Kalbin ve aklın Allah yolunda insana sürekli yol göstermesi, rehberlik etmesi çok önemlidir. Aksi hâlde hayat yolunda yalnız bırakılan, aklın da, kalbin de tek başına Allah’ı bulması -istisnalar hâriç olmak üzere- neredeyse imkânsızdır. Şeytan bazılarına soldan yaklaşmış, “Sana akıl yeter” demiş, bazılarına da sağdan yaklaşmış ve “Boş ver aklı, kalp sana yeter” demiştir. Her ikisi de sonuçta insanı saptırmış, Yüce Yaratıcı’nın dosdoğru yolundan uzaklaştırmıştır.

“Benim ümmetim, vasat ümmettir” ve “Hiç kimse yoktur ki, dinle yarışsın da din onu mağlûb etmesin” hadîslerini tam da burada hatırlamakta yarar var! Yaratıcı, bize yaratılışımıza mugayir bir teklifte bulunmamış, kaldıramayacağımız bir yük yüklememiştir. Fıtratımız gereği günaha meyyâl olduğumuzu bildiği için tövbe kapısını sekerat ânına kadar açık bırakmıştır.

Şunu da düşünmek lâzım: Din adına öldürülenlerin aynı zamanda hidâyet ihtimâlleri de öldürülmüş olmuyor mu? Elbette inançlı bir insan, inancı uğruna gerekirse ölür ve öldürür; ancak bu gereklilik hangi şartlarda ortaya çıkar? İşte bütün mesele bu!

Yanlış anlaşılmamak adına iddialı sözlerden berî duruyor ve sadece yüksek sesle düşünerek soruyorum: İnsanlığın barışı ve selâmeti için gönderilen dinler, nasıl toplu savaşların ve katliamların sebebi olabilir/gösterilebilir?

Eğer müminsek ve inanıyorsak “Din yanlıştır” diyemeyeceğimize göre, o zaman “Din algımız ve uygulamamızda bir yanlışlık, hattâ bin yanlışlık var” diyeceğiz. Bu algı ve uygulama yanlışlıklarını mercek altına almanın zamanı geldi de geçiyor bence. İşe önce inançta doz ayarı ile başlamak gerekir diye düşünüyorum.

Biz Şarklı toplumları aklımızdan vuramadı şeytan, çünkü zaten onu çokça kullanıyor değildik. Ancak kalbimizden fena vurulduk! Samîmiyetimiz, saflığımız sürekli istismar edildi. Aklımızı aydınlatması gereken kalbimizin ışığını sahte şeyhlere, mürşitlere kaptırdık, kaptırmaya devam ediyoruz.

Son söz yerine derim ki, “İnanmak farz, ancak doz ayarı da şart!”…