BİR arada yaşama,
aynı toplumda yaşayan bireylerin, sahip oldukları din, dil, ırk, kültür gibi
farklı özelliklerini ayrıştırma unsuru olmaktan çıkarıp, toplumsal bir
zenginlik hâline getirebilmeleridir. Bu durumun, birtakım siyâsî, idarî ve hukukî
prensiplerin yanında eğitim ile altyapısının sürekli olarak beslenmesi gereken
barış, adalet, empati, hoşgörü gibi evrensel olan değerlerle de desteklenmiş
olması gerekmektedir.
Bir
arada yaşama olgusu, insanlığın varoluşunun başladığı zamana kadar uzanan
tarihsel bir tecrübedir. Başta din, dil, ırk gibi birtakım ölçütler, bireylerin
başta dünya görüşünü olmak üzere yaşamlarını adlandırma gibi konularda da
farklılaşmalarını sağlamıştır. Bu anlamda gerek İslâm, gerekse diğer büyük
dinler, insanlar arasındaki bu mevcût farklılıkları kendi dinamikleri ve
inançları çerçevesinde tanımlamışlardır. Fakat bu farklılıkları belirlemedeki
temel rasyonalist tutum, en belirleyici olan ölçüyü bize vermektedir. Ki bu
tutum, insanın kendi iradesine bağlı olarak değiştirebileceği birtakım
farklılıkları bulunurken bunun dışında insan olarak doğuştan getirmiş olduğu,
elinde olmayan ve değiştiremeyeceği farklılıkları içinde barındırır.
Yeryüzünde
farklı şart ve imkân dâhilinde dünyaya gelmiş insanlar, bu durumdan kaynaklanan
farklılıklarından sorumlu tutulamazlar. Yani insan, yeryüzünde yer edinirken ve
birtakım farklılıklara maruz kalırken, çoğu zaman da kendi eliyle bunu
şekillendirecek bilince sahiptir. Bizler bir arada yaşama kültürü adına
farklıkların hoş görülmesi durumuna eğileceksek, bu farklılıkları kişinin
bulunduğu şartları ve imkânları göz önünde bulundurduktan sonra sadece insanın
kendi iradesi ile seçmiş olduğu hayat görüşü itibari ile belirlemeliyiz.
İnsan
tamamen yaratılış kaynaklı ve kendi elinde olmayan birtakım farklılıklarından
toplumsal mahiyette sorumlu değilken, buna karşın öğrenme yoluyla, aklını
kullanarak ve üzerinde düşünerek daha iyi olanı seçebileceği veya geliştirebileceği
şeylerden sorumludur. Esasında fikrî bazda tüm farklıkların insanlığa fayda
sağlayacak zenginlikler olduğu aşikârdır. Tabiî bu, karşılıklı sorumluluk
duygusu ile gerçekleştiğinde anlam kazanır. Dinimizce bu tür ayrımcılığa
gidilmenin doğru olmadığı, âyetlerce bizlere bildirilmektedir. Fakat buna
mukabil, insanın kendinden olmayana karşı gerek yapısal, gerekse sonradan
kazandığı özellikleri üzerinden kendi gibi olmaya zorlama, ötekileştirme veya
bir şekilde kontrol altında tutmaya çabalamaktadır. Durum böyle olunca, aynı
ülkede yaşayan insanlarda birbirlerinin farklı inanç değerlerine saygı duymama,
sosyal anlamda dışlama ve siyasal anlamda ayrımcılık, ötekileştirme ve hattâ (üzülerek
belirtmek gerekir ki) şiddete dahi dönüşebilmektedir.
Geçmiş
yıllardan beri bir arada yaşama kültürü ve şiddetle çoğu zaman karşı karşıya
gelinmiş ve yine çoğu zaman şiddetle olayın çözümlenebileceği düşünülmüştür.
Böyle durumlarda insanca yaşama kültürü son bulur ve toplumsal olarak sancılı
süreçler yaşanır. O zaman şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: Bir arada yaşama
kültürü çoğu zaman hoşgörü ile geçinmekten ziyâde, farklı fikirden olana katlanma,
onları kısıtlama ve hattâ yaşam hakkı tanımamaya doğru evrilmektedir.
Bir
arada yaşama kültürünü oluşturmak, aslında kolay bir mesele değildir. Bizden
olmayanın toplumsal kabulüne yönelik bazı hukukî ve siyâsî kabuller oluşması
gerekir. Fakat bundan daha ziyâde, değerlerin oluşması için de öncelik yine
eğitimde olmalıdır. Bir arada yaşama olgusunun kalıcı düzeyde olması için
eğitimin vazgeçilmez bir alanı olan din eğitimine oldukça fazla sorumluluk
düşmektedir.
Doğru
bir din eğitimi ve öğretim yöntemi uygulamak, insanlara dinin her zaman temel
olarak insanı ele aldığını ve onu öncelediğini belirterek bir arada yaşamanın
asıl mahiyetinin dinin özünde var olduğunu ortaya koymak önemlidir. Sadece
bunları bireye kazandırmak bile din eğitiminin üstlendiği sorumlukların başında
gelmektedir.
Meseleyi
farklı coğrafyalarda tarihsel açıdan ele aldığımızda da sonuç aşikârdır. Tarih
boyunca Müslümanlar bir arada yaşama adına birçok farklı coğrafyada deneyim
kaydetmişlerdir. Asya ve Anadolu topraklarında Selçuklu ve Osmanlı, yine Avrupa
topraklarında Endülüs örnekleri, bir arada yaşamanın en güzel örnekleridir. 711
tarihinde Müslümanların Endülüs’de başlayan varlığı, bu barış ve hoşgörü ortamı
sayesinde yaklaşık 15’inci yüzyıla sürebilmiştir. Bu topraklar üzerinde
bulundukları süre zarfında Müslümanlar, farklı kültürlerden olan insanları bir
arada tutma ve bu birliği sürdürme çabası ile Endülüs toplumuna şekil
vermişlerdir. Bunu yaparken, dönemin Müslüman yöneticileri kendilerine çizgi
olarak elbette Kur’ân-ı Kerîm’in öğretilerini ve Hazreti Peygamber’in
uygulamalarını kendilerine esas almışlardır.
Bu
toplumda da farklı inanç grupları vardı. Fakat bu farklılık, müşterek hayat
alanlarının ortaya çıkmasına engel olmayarak, farklı inançtan olan insanların
fikir ve enerjilerini de bir medeniyet etrafında buluşturma fırsatı
oluşturmuştur.
Yine
Selçuklu ve Osmanlı örneklerinde de durum böyledir. Bu dönemde farklı
inançlarla ilişkilerde, “adalet” ana prensip olmuştur. Kendisinden olmayana
karşı sağlamış olduğu insanî ve sosyal değerler sayesinde farklı din
toplulukları, kendi idareleri yerine Müslüman idaresinde olmayı seçmişlerdir.
Özelikle yönetimden halka sağlanan bu anlayış sayesinde farklı inanç grupları,
bir arada ve güven içinde yaşamışlardır. Selçuklu’nun başlattığı bu ortamı
Anadolu’ da ve daha birçok farklı etnik toplumda Osmanlı, topraklarını
genişletmesi ile bağlantılı olarak yaymayı başarabilmiştir.
Bu
anlamda sonuç olarak denilebilir ki, bir arada yaşamanın tarihteki örneklerinde
de olduğu üzere, bazı temel evrensel dinamikler vardır. Özellikle insanın
şiddet sarmalından kurtulamadığı çağımızda hem Müslümanların diğer inançlara
tâbi olanlar, hem de farklı fikir ve mezhebe bağlı olan Müslümanların
birbirleri ile olan ilişkilerinde başlıca evrensel değerler olarak adalet,
barış, saygı, empati ve hoşgörü gibi temel insanî değerler yer almalıdır.
Bu
temel evrensel dinamiklerin ötesinde, bireylere din eğitiminin öncelikli değer
olarak verilmesi gerekir. Bu, dinde farz olunan şeyleri gerçekleştirmek için
verilen bir din eğitimi değildir. Öncelikle din eğitimi verilirken, insan
ruhuna uygun bir dil kullanmak gerekir. Bireylere nasihat ederken dahi başlı
başına örnek olacak, üslûbu farklı bir dil olmalı bu. Bugün dünya üzerindeki
savaşların sebepleri arasında farklı inançların etkisinin olmadığını kim
söyleyebilir?
Bir
inancın diğer inanç ve değerlere uyguladığı tahakküm, bugün dünya üzerindeki
savaşların bile başlıca sebeplerindendir. O yüzden bireye verilmesi gereken
salt bir din eğitimi değil, başlı başına fıtrat üzere yapılandırılmış, evrensel
değerleri kişiliğimize nakşedecek, insan olmayı ve insanı anlamayı tüm
değerlerin ötesine geçirecek bir din eğitimi verilmelidir.