TÜRKİYE’de
din uzun zamandan beri siyasete ayar veremezken, siyaset dine ayar vermiştir.
İşin tuhafı, 1920’den sonra siyâsî otorite, dini yalnızca yararlanabileceği
ölçüde önemli görüp dikkate almıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) eliyle
yürütülen din hizmetleri bile daha çok dinî ve din kaynaklı muhalefeti denetlemek
ve halk nezdinde mahkûm etmek için bir araç olarak kullanılmıştır.
Dönemin Türkiye şartlarında din hizmeti,
dini istismar ve tahrif etmenin bir yolu olarak benimsenmiştir.
Türkiye’de laiklik uygulaması 1920’lerde
ve 1930’larda farklılık göstermiştir. Çünkü 1920’lerde din üzerinde mutlak bir
laik tahakküm kurmaya çalışılırken, 1930’larda doğrudan dinin gereksizliği
vurgularına ve dine karşı yeni cepheler açma isteğine göre düzenlemeler
yapılmıştır. Aslında bunun işareti 1927’de Nutuk’ta, “Bütün dinlerden nefret
ediyorum, insanlık belki de bir gün bütün dinleri birleştirecektir” cümlesiyle
verilmiştir.
Ancak Yaşar Nuri Öztürk’ın sağlığında sık
sık tekrarladığı “Mustafa Kemal’in Kur’ân tercümesi için kendi maaşından özel
bağış yaptığı” gibi duygusal iddiaları herkes hatırlamaktadır. Elbette bu iddia
Yaşar Nuri Öztürk ile sınırlı değildir. Benzeri iddiaları paylaşan çok sayıda
insanın varlığı bilinmektedir.
Laikliği hedef olarak seçmiş bir
idarenin Kur’ân ve hadis tercümeleri ile uğraşmasının makul bir açıklaması
yoktur. Üstelik Türkiye’de uygulanan laiklik, önemli ölçüde SSCB laikliği ile
örtüşmektedir. Yine de Kemal Paşa, 1932’de Kur’ân çevrisi ile neden ilgilendiğini
dönemin Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıkoğlu’na yazdığı mektupta, “Arap
oğlunun yavelerini Türk gençleri öğrensin diye Kur’ân’ı Türkçeye çevirttiğini”
açıklamıştır. Böyle bir amaca bağlı olarak yapılan Türkçeye çeviri
faaliyetlerinden Elmalılı Hamdi Yazır, Babanzade Ahmet Naim ve Mehmet Akif
Ersoy habersiz olabilir miydi?
Özellikle Elmalılı Hamdi Yazır ve Mehmet
Akif Ersoy’un siyaset ile içe içe ve de Abdülhamit’e muhalif olan faaliyetlerin
içinde oldukları bilinmektedir. Mehmet Akif, Ankara merkezli Millî Mücadele’ye
katılmış ve dolayısı ile Ankara’daki iktidar sahiplerini yakından gözlemiş,
arkadaşı Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in 27 Mart 1923’te öldürülmesinden
sonra İstanbul’a dönmüş, ardından iki yıllık aradan sonra ise Mısır’a gönüllü
sürgüne gitmiş biridir.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın ise İttihatçı
olduğu, Abdülhamit’in hal edilmesi için yazılan fetvanın hazırlayıcılarından
olduğu, Millî Mücadele esnasında İstanbul hükûmetlerinde görev aldığı, bu
yüzden İstiklâl Mahkemesinde yargılandığı, dolayısı ile hem siyasetin içinde, hem
de Ankara’daki iktidar sahiplerini tanımış olan biridir. Doğrudan Kemal Paşa
tarafından üyeleri tayin edilmiş olan TBMM’nin “Türkçe meal yazılsın, tefsir
yazılsın, Buhari adlı hadis kitabı tercüme edilsin” gibi dünyanın hiçbir laik
ülkesinde alınmayacak bir kararın nasıl bir siyâsî içeriğe sahip olduğunu
anlamamış olması inandırıcı değildir.
Ancak bu karar, belki her şeyle
açıklanır da, sadece İslâm’ın iyi anlaşılması/anlatılması isteği ile
açıklanamaz. O hâlde bu güngörmüş, iyi yetişmiş, âlim, fazıl, hatta Ankara’daki
iktidar sahiplerini iyi tanıdıkları ve bildikleri açık olan şahsiyetler nasıl
olur da böyle bir görevlendirmeye “Evet” demişlerdir?
Bunun önemli bir hata, hatta bir çeşit
siyâsî kırılma olduğu açıktır. Adı geçen bu üç bilge şahsiyete bu kabul hiç
yakışmamıştır. Gerçi Mehmet Akif, şiir hâlinde yazdığı meali teslim etmeyerek
DİB ile yaptığı sözleşmeyi feshetmiş ve mealinin Türkçe ibadet gibi bir faciada
kullanılmasını engellemiştir. Ancak Mehmet Akif gibi bir şahsiyete, işin
başında böyle bir sözleşmeye taraf olmamak yakışırdı. İşgalcilerin
yapamadıklarını kan ve ateşle yapmakla övünen bir idarenin memurları ile meal
yazmak için sözleşme yapmak, Mehmet Akif’in müktesebatına hiç uygun
düşmemiştir. Bu konuda yaptığı hatanın son halkası ise mealini yaktırmaktır.
Çünkü o meali yaktırmayıp aynı zamanda teslim etmeyerek uygun bir zamanda
yayınlanmasını sağlamış olsaydı, Türk Müslümanlar için büyük bir hizmet olacağı
açıktır.
***
Adı doğup büyüdüğü ilçeden daha çok
tanınır olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ise DİB ile yaptığı sözleşmeden
dolayı 1926-1938 arasında yazmış olduğu “Hak Dini Kur’ân Dili” adlı tefsirini
DİB’e teslim etmiştir. Bu tefsirin mahiyeti ve ilmî değeri, ayrı ve ehlinin
takdir edeceği bir konudur. Yine de Yazır’ın günlük siyâsî tartışmalarla ilgi
kurulabilecek yorumlardan uzak durduğu bilinmektedir. Dönemin şartlarına göre
dili de oldukça ağırdır. Bu tefsir, yoksulluk içinde ve tek partili/çok darağaçlı
idarenin baskısı altında hayat kavgası veren halkın dikkatini bile çekmemiştir.
Elmalılı tefsiri, “Kemal Paşa maaşından
para ayırarak tefsir yazdırdı” gibi içi boş ama istismar düzeyi yüksek
propaganda söylemlerinin bahanesi olmuştur. Elmalılı’da Mehmet Akif’in gösterdiği
siyâsî bilincin esamesi görülmemiş, DİB ile yaptığı sözleşmeye bağlı kalmıştır.
Hem tefsir yazdırılması, hem de Buhari-i
Şerif tercüme ettirilmesi çabası elbette siyâsî bir içerik ve de beklentiyle
yaptırılmıştır. Tefsirin başta TBMM üyelerine ve üst seviyedeki yöneticilere
hediye edilmesi gibi dönemin şartlarında garipsenecek işlerine karşılık Buhari
tercümesi, benzeri bir ilgiyi görmemiştir.
***
Babanzade Ahmet Naim de oldukça ağır bir
dille çeviri yapmıştır. Sonraki çeviriler için önemli bir adım ve hizmet olsa
da bu çeviri dönemin şartlarında ne bir ilginin, ne de haberin konusu olmuştur.
DİB sıfatına rağmen aynı zamanda CHP
Ankara İl Başkanlığı yapmış olan Rıfat Börekçi, bu çeviri işleri için öncülük
etmiştir. Yaptıklarından dolayı belki vicdanî bir teselli aramış, belki
efendisine yeni hizmet örnekleri sunmanın heyecanını yaşamıştır. Döneminde
işlenen büyük zulümlerin hiçbirine en küçük bir tepki bile göstermemiş olması,
Börekçi’nin vicdanî bir kaygıdan sonsuza kadar uzak olduğunu göstermiştir.
***
İBB himayesinde ve Antalya Elmalı
Belediyesi’nin düzenlemesi ile 19 Mart 2022’de İstanbul’da yapılan “Elmalılı
Hamdi Yazır’ı Anma Toplantısı”, yeni bir siyâsî istismar örneği ortaya
koymuştur. Anma toplantısına CHP Genel Başkanı, İstanbul İl Başkanı gibi
komünistlerin de katılmış olması, vaktiyle Elmalılı Hamdi Yazır’a yapılmış olan
zulümler için bir helâlleşmenin ya da onun tefsiri nedeniyle eski komünistlerin
tövbekârlıklarının örneği değildir. Çünkü CHP, “eski tas, eski hamam” misali
zulüm dönemlerine sahip çıkarken, İslâmî faaliyetleri “Orta Çağ karanlığına
çağrı” diye görürken, böylesi anma toplantılarına da koşulması, İslâmî
çevreleri aldatma isteğinin göstergesi olmalıdır. İslâm’a düşmanlık ve zulümle
anılan bir mirasın sahiplerinin değiştiğini, eski suçları ile yüzleşmeyi kabul
ettiklerini gösteren hiçbir işaret orta yerde yokken, Elmalılı’nın anma
toplantısı yalnızca yeni zulümler için yeni istismar örneği olarak kalmıştır.
Aslında Elmalılı Hamdi Yazır’ı anma
toplantısı iki önemli hususu hatırlatmaktadır: Birincisi, her şeyden önce
halkın kolayca aldatılabilecek bir topluluk olduğunu sanmaktadırlar. Gerçi
halkın bir bölümü bu beklentiyi doğrulamıştır. Ancak yüz yıldan beri CHP’nin
tek bir seçim kazanamamış olması, kolayca aldatılabilecek bir kitle olmadığını da
göstermiştir. Ancak CHP yönetimi bu basit gerçeği anlamamakta ısrarlıdır.
Bitmez tükenmez bir aldatma çabası içindedir. Ara sıra dindar görünerek, İslâm
âlimlerini bir değer saydıklarını göstererek halkı aldatabilecekleri hesabının
içinde olmalıdırlar. İkinci husus ise, İslâm âlimleri bunlar için bir aldatma
aracı durumundadır. Sağlıklarında kullandıkları/kullanamadıkları âlimlerin
ölülerini istismar etme hevesini tutkuyla sürdürmektedirler.
Kemalist mitolojide dinin olumlu bir
yeri yoktur. Ancak madem yönetim yetkisi seçimle elde edilmektedir, o hâlde
seçmene hoş görünmenin araçları çoğaltılmalıdır. Seçmen o araçlardan nasıl olsa
birisi ile kazanılacaktır. Bu tutum, bir ilkesizliğin işaretidir. Ancak bu
ilkesizlikle yaşayıp siyaset edenlerin asıl ilkeleri, İslâm’ın toplum
üzerindeki her türlü etkisini silip yok etme isteklerini örtme çabası içindedir.
İletişim araçlarının bu kadar yaygınlaştığı ve herkesi içine aldığı bir dönemde
hâlâ aldatılmayı sorun saymayan ve buna karşılık her aldatılmasına karşı
gözlerini ve duyularını kapatan seçmen kitlesi için Elmalılı’yı anma gibi
toplantılar, oltaya takılmış yemden başka bir şey değillerdir.
Yine de yüz yıldan beri yapılagelen bu
aldatma çabaları halkın bir bölümünde aldanma alışkanlığına yol açmıştır.
Halkın bir kesimi aldandıkça onlar da aldatmaya devam ediyorlar. Halkın bu
kesimi aldatanlara coşku ve heyecan vermektedir. Hiçbir şey halkın bu kesimini aldanmaktan
alıkoymamıştır. Tutkuyla aldanmaya devam ediyorlar.
Aldanmanın yeni kutsalları ve yeni
unsurları geçen zaman içinde oluşmuştur. Ve aldatılanlar, kendileri için
uydurulmuş kutsallara herkesin bağlılığını isteyecek kadar beklentilerini
yükseltmiştir.
Elmalılı gibi isimlere bu aldatma çabası
içinde bir yer biçilmesi, tarihin önümüze koyduğu ibretlik bir olaydır.
Abdülhamit’e düşmanlığın ötesinde aralarında hiçbir ortak unsur olmayanların
günümüzde Elmalılı adını siyâsî bir ranta dönüştürme aracı yapmaları,
istismarda sınır tanımadıkları kadar demirbaş istismar konularının da işe
yaramaz ve halk nezdinde kıymet-i harbiyesi olmayan nakaratlar olduğunu
göstermesi bakımından önemlidir.
Dine karşı dini kullanmış bir geleneğin
Elmalılı gibi isimleri cepheye sürmeye çalışması, kendi “öz değerlerinin” bir
işe yaramadığını ilân etmelerinden başka bir şey değildir.