Dinden uzaklaştırma operasyonlarıyla “din”lendik, hamdolsun!

Kamu personeli için başörtüsü yasağının kalkması, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Ekim 2013’te açıkladığı Demokratikleşme Paketi ile oldu. Kılık Kıyafet Yönetmeliği 5’inci maddede yapılan değişiklikle, kısıtlayıcı hükümler hükümsüz kılındı. Genç ve güvenilir insan enerjisinin kıymetsizliği son buldu. 11 yıl dinlendirildik…

HATIRLIYORUM da, ilkokul dönemlerinde ezber edilmiş bir esprinin bıkıp usanmadan tekrarından nasıl da mutlu olurduk. Esprilerimiz bize hiç bayat gelmezdi. Zaten yedekte taze şaka kaynakları da yoktu.

Yapmak istemediğimiz, vermek istemediğimiz, gitmek istemediğimiz zamanlarda “Şubat’ın 30-31’ine” söz verir, sınıfa yeni gelene ikinci dönem bu şakayı yapar, ayıkanı zekiye sayar, ayıkmayanı dilimize dolardık. Her defasında yeniden keşfetmiş gibi, zararsız haşarılığımız ve mutluluğa meyyâl saflığımızla çocukça gülerdik...

Sonra biraz büyüdük. Büyürken yeni şakalar öğrendik. Yetmedi, “şaka gibi” dediğimiz amansız ve zamansız sancılı hatıralar dinledik büyüklerimizden.

Büyüklerimiz Adnan Menderes’in (rûhu şâd olsun) idamından söz ederdi, biz gözlerimizi fal taşı gibi açar, “Nasıl yani?” diye sorardık. “Darbe” derlerdi. “Dinleyin gençler, din/leyin! Ne vakit dini bütün insanların sayısı artsa, dinden uzakta, dinlenelim (dine ara verelim) diye dindarlara hâd bildirmenin yolu darbelerden, muhtıralardan geçer bu ülkede! Bir zamanlar (1932)1 minarelerden ‘Tanrı uludur’ nidasından hoşnut olanlar, (1950’ye kadar)2 1960’da fakültelerdeki İslâm hanımefendilerinin sayılarının arttığını görünce, ‘Ulu Tanrı’ aşkına darbeyi indiriverdiler” diye sürdürürlerdi sözlerini…

“Şaka gibi” derdik. Dinden, dindarlardan bu kadar korkmalarını anlamazdık. Henüz hayatımızda çok kanallı TV’ler, çok çeşitli gazeteler, “trol, fake” gibi tuzaklar, sosyal medya hesapları gibi algı araçları yoktu. Gözü kapalı sığırcık yavrusu gibi vatanımızı yuva, tüm kanatlıları kuş sanırdık.

Takvimler 12 Eylül 1980’e işaret ettiğinde, artık akledebilir, olup biteni gözlemleyip peşi sıra takibini yapabilirdik. Bir sabah dışarı çıktığımızda, şehrimiz, hiç şâhidi olmadığımız kadar sessizdi. Jandarmalar, “Ordu, yönetimi ele geçirdi, evinize dönün!” diyorlardı. Bu, benim aklımın erdiği ilk “darbe” tecrübemdi ve ilk tanıştığım “sokağa çıkma yasağı” yani OHAL idi.

O dönemde, kız kardeşlerimizin gözüne yaş, anne-babaların omuzlarına tonlarca yük düşmüştü. Haberlerden ayıkacak kadar zeki, ayıkmayacak kadar anlamsız bulduğumuz bir şaka daha yapıldığını öğrendik. Ve gerekçesi “din” olan kararları yaşadık. “Çıkarılan ve yaklaşık 31 yıldır yürürlükte kalan “Kamuda Kılık Kıyafet Yönetmeliği” nedeniyle kadınlar, kamu kurumlarında başörtüleriyle çalışamadılar. Millî Güvenlik Konseyi’nin oluşturduğu Bakanlar Kurulu tarafından Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık Kıyafetine Dair Yönetmelik’in 5’inci maddesine göre, kamuda kadınların başlarının daima açık olması gerekiyordu. Aynı yıl, hem Millî Eğitim Bakanlığı, hem de Yüksek Öğretim Kurulu benzer bir genelge yayımladı: Kız kardeşlerimiz örtüleriyle okuyamayacaktı. Onlar ağladı, biz içimizde umudumuzu suladık!

Âdettir bu ülkede “Ulu Tanrı” aşkına -ortalama neredeyse on yılda bir- darbe şakası yapmak… Tanklar garnizonlardan şehre iner, jandarmalar sokak başlarını ve kamu binalarının önünü tutar, kimliksiz sokağa çıkma gafleti nezaretle sonuçlanır. TRT’nin radyo ve televizyonundan bir bildiri yayımlanır ve siyah beyaz bir tarih yazılır.

İşte bir darbe daha: “İrtica ile mücadele” edilecek darbesi… 1997 yılında yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısında “irtica”, öncelikli tehdit olarak kabul edildi. İrticayla mücadelede yapılması gerekenler 18 maddede toplandı ve aslında tavsiye niteliğinde olması gereken kararlar hayata geçirildi. Listenin en etkin bir şekilde uygulanan maddesi, başörtülülere karşı kamu kurumlarında yaptırımlar içeren madde oldu. 23 Şubat 1998’de, Türkiye’nin tarih perdesine yansıyan filmin “Kemal” 3 adlı iki aktörü vardı ve asker kararlıydı; dinden uzaklaşarak “medenen” dinlenmemiz emrolunuyordu.

Öyle yaptık. Önce “dinen” din/lendik”, adına “sabır” dedik. 7 ay kadar sonra, 11 Ekim 1998’de, on binlerce dinlenmiş vatandaş, “Özgürlük İçin El Ele” tutuştu. Hepimiz fişlendik. 267 kişi göz hapsine alındı, polisin tazyikli su püskürtmelerine maruz kaldık.

Sabrın sonu selâmet oldu, 2007’de YÖK Başkanlığındaki değişimle, üniversitelere başörtülü öğrencilerin girmesinin önü açıldı. Dönemin YÖK Başkanı’nın rektörlüklere gönderdiği talimatla yasak, uygulamadan kaldırıldı! Binlerce zekâ, öğrenme özgürlüğüne kavuştu. Darbecilerin korkulu rüyasıydı ve binlerce örtülü genç kız eğitimine devam edebilecekti. Etti de…

O dönemin genç hanımefendileri, çocuklarıyla birlikte üniversite amfilerinde eğitim aldılar. Gençler “Neden?” diye sordu, anneler 28 Şubat’ı anlattı. Tarih tekerrür ediyordu ve onlar da tıpkı bizim 60 İhtilâli’ni anlamakta zorlandığımız gibi sordular: “Nasıl yani?” Değişen tek şey, “i” seslerinin biraz daha uzatılmasıydı.

Kamu personeli için başörtüsü yasağının kalkması ise, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Ekim 2013’te açıkladığı Demokratikleşme Paketi ile oldu. Kılık Kıyafet Yönetmeliği 5’inci maddede yapılan değişiklikle, kısıtlayıcı hükümler hükümsüz kılındı. Genç ve güvenilir insan enerjisinin kıymetsizliği son buldu. 11 yıl dinlendirildik…

Aslında onca yılın ziyanı, reaktif kılınan insan enerjisi açısından bir israftı. Fakat o dönemin mağdur hanımefendileri, nadasa çekilmiş toprak gibi dinlendiler.

“28 Şubat”, kara bir leke olarak tarihe yazıldı ve bayat şakalarımızı bizden çaldı. Şimdi darbecilerin ayıkmadığı ve bizi gülümseten yeni bir şakamız var ki içimizden kıs kıs gülmekten kendimizi alamıyoruz doğrusu. Onlar bizi darbelerle dinden uzaklaştırıp dinlenme molası vermeye çalıştıkça, bizler hakkıyla “din”leniyoruz, hamdolsun! Zor oyun bozar; darbecilerin yorgunluğunu, kaybedilen zamanları bir türlü anlayamıyoruz.

Tuhaf olan ne, biliyor musunuz? Cumhuriyet’in ilân edilmesinden sonra hazırlanmış Türkiye Cumhuriyeti Anayasalarında hiçbir zaman resmî olarak “başörtüsü yasağı” tanımı yer almadı yani bunca darbenin gerekçesi din ve örtü iken, aslında darbecilerin yasal bir yaptırıma haiz olmadıklarıydı. Ve “irtica ile mücadele” adı altında uygulanan kararlar “yasal” değildi.

Son yüzyılda, 27 Mayıs 1960 İhtilâli, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 Darbesi, 28 Şubat 1997 Post-Modern Darbesi, 27 Nisan 2007 e-Muhtırası, 15 Temmuz 2016 darbe girişimleriyle tank, panter, postal ve cop, genel kültürümüzün bir parçası hâline geldi. Masumları katleden azılı katiller dünyayı talan ederken, uzaktan kumanda ile Türkiye’nin Başbakanını astıran ve terörü legalleştiren zihniyetin ülkemizdeki takipçilerine ibret olsun ki, onlar darbe yaptıkça, biz ele ele tutuşmayı öğrendik. Meydanlarımızdan dünyaya demokrasi dersi verdik.

 

1) 30 Ocak 1932 tarihinde ise ilk Türkçe ezan, Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii'nde okundu. 3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesi'nde de, Ayasofya Camii'nde Türkçe Kuran, tekbir ve kamet okundu. 18 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Riyaseti, ezanın Türkçe okunmasına karar verdi.

2) Türkiye'de, 1945 yılında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) dışında ikinci bir partinin -Nuri Demirağ liderliğindeki Millî Kalkınma Partisi (MKP)- kurularak 1946 genel seçimlerine çok partili sistemle gidilmesi ile başlamıştır.

3) İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu ve YÖK Başkanı Kemal Gürüz