
İNSAN inanmaya muhtaç bir canlı! Fıtratı bu ihtiyacı barındırır ve yaşamı süresince de bu ihtiyacını kovalar. Onun içindir ki insan kâinata peygamberlik mâkâmıyla teşrif etmiş, yeryüzündeki imar ve iskân, katliam ve isyan da insanın inanma melekesiyle paralel olarak cereyan etmiştir.
Dinler tarihi bize insanın inanma biçimleri hakkında oldukça çeşitli ve çarpıcı bilgiler verir.Öncelikle şu bilginin altını çizmek gerek: “İnsan, yeryüzüne ikame edilişinden itibaren daima bir inancı olmuş ve bu inancın öğretileriyle hayatı değerlendirmiştir.” Tüm inanç sistemlerinin özünün ortak paydası ise, “ebedi kurtuluş” amacı taşıyor olmasıdır. Bu ortak kabul gerek semâvî, gerek çok tanrılı, gerekse de kâhir ekseriyetle yaşam felsefesi formu taşıyan diğer dinlerde aynıdır. “Ebedi hayat” inancı ve bu inanç ekseninde yapılan ritüeller insanın “din” kavramı hakkında tanımsal ve kaynak barındıran bir öğretiden istifade ederek bu kavramı şekillendirdiği kanaatini oluşturur. Bu kanaatte de bizi mantık olarak ilk insan olan Hz. Âdem’e ve onun bir din misyonuyla dünyaya teşrifine götürür.
Bilim “din” kavramını tüm inanç sistemlerinden ari ve nispeten arkeolojik olarak ele alır. Yazı öncesi döneme ait üç boyutlu nesneler, duvarlara ve tabletlere çizilmiş şekiller insanın daima ilâhî bir varlığın tezahürünü aradığının net ve somut belgesidir. Bilim, insanlığın ilk dininin Paganizm olduğunu söyler fakat buna kesin bir kaynak gösteremez. Doğaya dönük, birden fazla ilâhî güç ve ata ruhlarını merkeze alan Paganizm, muğlak bir tanımlamayla dinden ziyade bir inanış biçimi olarak kabul edilir. Türklerin eski dini olduğu iddia edilen Şamanizm de Paganizm gibi bir inanç sistemidir ve içinde tanrı (gök Tengri) kabulü barındırır.
Asya inançlarından olan Hinduizm millî özelliklere ve daha sonra çıkan Budizm ise evrensel normlara sahip, farklı bakış açılarına göre bir din ya da felsefe olarak tanımlanır. Özellikle Hinduizm’in öğretileri, yaşam felsefesi bugün pazarlama yöntemleriyle tüm dünyaya servis edilmektedir. Bunun yanı sıra çoğunlukla Afrika devamında da Amerika kıtasında kabile dinleri, ilkel kabile dinleri ve ilkel dinler mensubiyeti az da olsa günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir.
İman perspektifinden “din” kavramının tarihî analizini yaptığımızda ise Kur’ân-ı Kerîm metinlerinin verdiği bilgiler kronolojik olarak da içerik olarak da oldukça ayrıntı barındırır. İnsanın din ile ilişkisini tüm yönleriyle ele alan Kur’ân-ı Kerîm, din (İslâm) kavramının insanı nasıl kâmil mertebeye ulaştırdığını, bu disiplinden uzaklaştığında bireyden topluma doğru bir bozulma ve yozlaşmanın yıkıcı, yok edici misâllerini ibret penceresinden muhatabına anlatır. İnsanın “derece” ve “dereke” hâlleri, Esfel-î sâfilî ve Âlâ-yı illiyîn kavramlarıyla örneklendirilerek insana dünyevî ve uhrevî akıbetlerden bahseder.
Vahyi kabulümüzün Allah katında tek dinin İslâm olması gerçeğinin yanı sıra nisyanla malûl olan insan tarihte kavimler olarak, günümüzde de -kitle etkileşim yöntemleriyle- daha çok bireysel anlamda hakikatin dışında arayışlar içine düşerek doğru yoldan sapma eylemi göstermiştir.
Biz inananlar, meseleyi iman cihetinden ele aldığımızda önümüz aydınlık, zihnimiz berrak olarak fiilî ve fikrî eylemlerimizi yaşama aksettirtiyoruz. İnsan/ dünya, insan/ toplum ilişkileri tüm kaide ve kurallarıyla, Vahiy ve sünnet kaynaklarıyla tesis edilmiş, aynı zamanda dünya ve ahiret yaşamının haritası aynı ehemmiyetle denge üzerinden tavsiye edilmiştir. Kâinat ve içindeki kanunları insanın varlığının devamlılığına vesile kılındığı gibi bu kurallardan istifade ederek insanlığa fayda sağlayacak bilimsel çalışmalara da olanak sunmuştur.
Yüce Allah gerek yaratılış gayesi gereğince, gerekse insanı ve toplumu düzenleyip yönetme maksatlı peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Zaman içerisinde gönderilen kitaplar tahrif edilmiş, ilâhî metinler dünya menfaatleri doğrultusunda düzenlenmiştir. Hristiyanlık çok tanrılı (teslis inancı) bir dine, Yahudilik (Siyonistler) ise ırkçı, faşist hatta terörizme doğru evrilerek özlerini tamamen kaybetmiştir.
Bugün özellikle Orta Doğu merkezli yaşanan katliamın, mezalimin ve vahşetin tek kaynağı, dinin kaidelerinin menfaatperest bir tahrifatın neticelerinden başka bir şey değildir. Din, insanın hem dünya hem de ahiret hedeflerini ifrat ve tefritten kaçınarak belirleyen ilâhî bir disiplindir. Şayet biz bu disiplinden ölçüler miktarınca uzaklaşırsak önce birey, devamında ise toplumsal deformasyonun ve yozlaşmanın kaçınılmaz neticelerini bedeller ödeyerek yaşarız. Tıpkı şu anda Filistin’de yaşanan soykırım, Doğu Türkistan’daki mezalim ve Afrika’daki sömürü düzeninin getirdiği sefalet gibi. Çünkü İslâm dini bahsettiğimiz gibi ne düşünsel bir felsefenin doğaya, ruhlara ve atalara atfettiği kutsiyeti, ne nesnelere yüklenmiş anlamları, ne de yaratıcıya ulaşmak için bir vasıta ihtiyacına doktrininde alan açmaz. Kişinin hürriyeti İslâm’ın temel kaidesidir. Çünkü İslâm, tüm ilkelerini insanın hürriyeti üzerine inşa eder. Bu “hür” olma ilkesi kişi ve devlet bazında bağımsız olmayı gerektirdiği gibi daha ziyade kişinin maddeyle olan ilişkisini vurgular. Mâkâm, para, güç ve hazza müptelalığı insanın kâmil mertebesini baskılar ve insana verilen hedeften alıkoyarak ona elim bir dereke hazırlar.
İnsan, varlık serüveninde gönderilen ilâhî kitaplara, peygamberlere rağmen Firavunca bir gücün, Sodom ve Gomorra’nın tanık olduğu sapkınlığın ve Mekkeli müşriklerinin gücü hakikate tercih etmeleri gibi nice yanılgının faili olmuştur. Tarihin ibret vesikalarından kendine pay çıkaramayan insanlık bugün bu fiillerin aynıyla meşgul olurken meseleyi yine din perspektifinden ele alır, fakat bunu pragmatist bir yaklaşım kullanarak meşrulaştırmanın gayretine koyulur. İslâm’ın “kul” ve “Yaratıcı” arasındaki aracısız bağın ve O’nun sonsuz rahmetinin, daha net ifadeyle Şeytan’ın insanı Allah’la kandırmasının cümleleri savunma refleksinin en kavi argümanlarına dönüşmüş vaziyette. Din, yani İslâm’ın insanı disipline edici; yeme-içme, giyim-kuşam, toplumsal sorumluluk, zamanın kullanımı gibi tasarruflarının tümünü kendi niyetinin yorumu altına alanların inşâ ettikleri yeni bir “İslâm”la müşerref olmuş vaziyetteyiz.
Dinin (İslâm) temel kaidelerini zaaflarından ötürü yerine getirememenin farkındalığı, haya ve had bilme noktasında kulca bir kabul ediş, aynı zamanda da hakikate zeval gelmemesinin farkındalığıyken, şimdilerde “iyi niyet” ya da “temiz kalp” gibi koruyucu, kutsayıcı yakıştırmalarla var edilen bir tehlikenin tam da ortasındayız. Bu, namazı bedensel bir eylem, orucu sağlam bir detoks ve tesettürü kıyas geliştirmenin mukavemetli bir karşı fikri olma noktasına getirdi.
İslâm elbette ki kıyamete kadar aslını koruyacaktır. Bu, Allah’ın vaadi. Tüm bağlılıklardan bağımsız, ademlikten Âdem’liğe yükselecek olan insan, esir olduğu nefsi ve müptelası olduğu dünya nimetlerinden dolayı varlığının tekâmülünde çoğu defa gâfildir. Devâsa bir kozmosun en nadide canlısı olarak kendisine bahşedilen hürriyeti ve verilen mâkâmı böyle hoyratça reddedişi, kendine karşı işlediği en büyük zulüm olarak hanesine işlenmiştir maalesef…