
BİR
önceki yazımızda sizlere arz ettiğimiz yazının bir paragrafı naçizane şöyle
idi:
“Hiçbir görevli, manen kuvvet aldığı devlet gücünü şahsî
ikbâlinde kullanmamalıdır. Günümüzde birçok bürokrat, hak etmedikleri mâkâm-mevki
peşinde koşturur. Kazara bir mâkâma geldiklerinde de kibirlerinden yanlarına
yaklaşılamaz, kıymeti kendilerinden menkul zannederler. Burunları havada gezer,
gücü kendilerinden vehmederler/zannederler...”
Çeşitli şekillerde ve şartlarda devlet idaresinin
mekanizmasındakilere yönelik menfi ifadelere rastlamak mümkündür. Devlet
idaresinde bu durum yeni bir hâl de değildir. En canlı misâli ise zımnen şikâyetleri
haklı çıkarırcasına, yeni Adalet Bakanı’nın, ziyaretine gelen iktidar milletvekillerine
hitaben yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullanmasıdır: “Milletvekili milleti temsil
eder. Milletin taleplerini iletir. Milletimizin talepleri bizim için önemlidir.
Milletimizin taleplerine kayıtsız kalamayız. Milletvekili telefonuna çıkmayan
bakan yardımcısı veya genel müdür, bürokrat olursa, onu derhâl görevden alırım.”
Bakan’ın rahatsızlık duyduğu bu hâl, meraka mucip olan
menfiilik, acaba ülkemizde genel bir problem midir? Özellikle bürokrasinin, devletin
idare mekanizmasının işleyişi hakkında bilgi ve salahiyet ehliyetine lâyık
olmadığı gerçek midir? Veya sadece başarısız örnekler mi afişe ediliyor?
İktidarın muvaffakiyeti, devlet bürokrasinin meselelerin
bihakkın üstesinden gelmesi, hazırlanan plân ve programlar çerçevesinde hareket
etmesine bağlıdır. Yıllardır bürokrasi hakkında menfi ve müspet kanaatlerini
serdeden araştırmacılar, ilim çevreleri, üst düzey yetkili zevat ve ahalinin
olduğu bir hakikattir. İşinin ehli, liyakat sahibi ve en önemlisi de Rabbinin
emrine göre hareket eden, Hakk’a tapan devlet görevlilerinin olmasının yanında,
tavassutla ve tabirini hoşgörün ama yerlerde sürünerek, liyakatsiz ve siyaset
cambazlarının harcı olan tavırlara sahip bürokratların olduğu da gerçektir. Bu
yaraya merhem olmak hâddimize değildir.
Ancak yıllarca bürokraside görev almış bir naçiz olarak
kanaatlerimizi not düşmek isteriz.
***
Ehliyetsiz, mâkâmını tapılacak (hâşâ) put görmüş memur sıfatı
taşıyanların, yaptıkları ile millet istikbâline menfi etkiler bırakanların olduğunu
akıldan ırak tutmamak lâzım. Bu bahisle alâkalı olarak ehl-i salib tarafından
yüz yıl önce Müslüman milletimiz bir kumpasa hapsedilerek, önce başta idare
tarzını kendilerine benzetmelerinin yanında içimizdeki mankurtların
marifetiyle; beraberinde de, başta devlet kurumlarının idare yönünü Batı’ya
çevirmişlerdir. Hakkı teslim etmek gerekirse(!), Cihan Devleti’nden yeni bir
rejime geçerken, resmî ideoloji koruyucuları rıza-i İlâhî yerine, mevcut
rejimin ve onu koruyup kollayan kanun ve yönetmeliklerin korunmasının şart
olduğunu söyleyerek yeni yapının mekteplerde okutulmasını müfredat hâline getirmiş,
bu konuda bürokrasi oligarşisi vazgeçilmez umdeler hâlinde, âdeta bir manifesto
şeklinde ezberletilmiştir.
Cici demokrasinin çok partili siyâsî (!) yakın tarihimizin
yapısı sağcı (ne menem şeyse) geçinenleri İslâm’a karşı hep mesafeli durmuş, kimi
zamanda laikos cenah muhalif olduğunu, gizlemeden ve zehir zemberek söz ve
fiiliyatla aşk ve sevdasının rengini göstermiştir.
Ancak uzun bir zaman diliminde, parlamenter sistemdeki seçimlerin
neticesinde iktidar olan ve “sağ” tabir edilenlerin, İslâmî hayata göz
kırpanların, bürokrasi oligarşisini aşamadıklarını müşahede ediyoruz.
Yani iktidar olanların muktedir olamadıklarını, diğer bir
ifadeyle ise bürokrasi oligarşisini ve koruyucu çelik zırhını aşamadıklarını,
meselelere hâkim olmadıklarını, Jakoben yapının devam ettiğini söyleyebiliriz.
Kur’ân-ı Kerim ışığında, hem de klasik dönemdeki İslâm
siyaset düşünürleri, yöneticiliği ve liderliği daha ziyade “devlet idareciliği”
bağlamında ele alarak “İmamlık/İmamet ve Hilâfet/Halifelik” kavramları ile
ifade etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim imamlara, halifelere öncelikle işlerinin ehli
olmayı, ilim sahibi olmayı, ehil ve ilim sahibi yardımcılar edinmeyi,
kararlarını ve amellerini yardımcıları ile istişare etmeyi, hakkaniyetli
olmayı, kanaatkâr olmayı ve de en önemlisi adil olarak yaşlı-genç, kadın-erkek,
evli-bekâr, hasta-sağlıklı demeden tüm ümmete eşit ve adil davranmayı
hükmetmiştir. Bu hükümler, siyâsî meşruiyete yönelik evrensel ilkelerdir ve
Kur’ân-ı Kerim, yönetici ve yönetilenler kim olursa olsun, rejim ne olursa
olsun, yöneticilerin bu ilkelere uyma gerekliliğini buyurmuştur.
Liderlik etmek, çok büyük bir sorumluluğun altına girmektir.
Hadis-i şerifte, kıyamet günü Yüce Allah’ın (cc) en sevmediği ve meclisinden
uzak tutacağı kişilerin adaletle hükmetmeyen zalim hükümdarlar olduğu bildirilmiştir.
Ayrıca, “Siz memuriyet alma hususunda pek istekli
davranacaksınız. Hâlbuki elde etmek için çırpındığınız o vazife, kıyamet
gününde bir pişmanlık sebebi olacaktır” (Buhârî, Ahkâm 7; Nesâî, Bey’at 39,
Kudât 5) diye buyurularak önemli olanın lâyıkıyla yani adaletle, ilimle,
zulümden uzak kalarak yönetmek ve liderlik etmek olduğu vurgulanmaktadır.
Allah’ın emri, Risaletin sırrı ve kadim tarihimizde Selçuklu ve Osmanlı, İslâmî
esaslara riayet ederek sevlet idaresinin mekanizmasındakilere hep Allah-u
Teâlâ’nın şeriatına göre hareket etmeyi emretmiş ve bu belli kurallara
uymayanın ne olacağını göstermiştir.
Bursa Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Nilüfer Rüzgâr Hanım’ın
“İslâm Geleneğine Göre Yöneticilerin ve Liderlerin Taşıması Gereken Özellikler”
isimli akademik çalışmasından bir paragrafı alıyorum:
“Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen önemli ve kıymetli liderlerin
vasıflarına bakıldığında, İslâm geleneğine göre liderlerin taşıması gereken
özellikler şu şekilde toparlanabilmektedir: Aklıselim sahibi olmak yani kişinin
Allah’ın (cc) rıza göstereceği eylemlerde bulunarak kötülüklerden kaçınması…
Kabiliyet yani gerekli liderlik vasıflarına sahip olmak ve dolayısıyla işinin
ehli olmak… İlim yani yapacağı işi, yöneteceği, yol göstereceği ümmetin hem
bireysel, hem de toplumsal psikolojilerini, tarihini, örf ve âdetlerini,
sosyolojisini, dini ilimlerini bilmek ve bununla beraber içinde yaşadığı çağın
siyâsî, iktisadî, sosyal, kültürel yapısına hâkim olmak… Adalet yani hısımlık,
zenginlik, fakirlik, cinsiyet, ırk gözetmeden ümmetin hakkını korumak, adaleti
her daim sağlamak ve bu konuda asla taviz vermemek… Cesaret yani gerekli
olduğunda her türlü riskin sorumluluğunu almak; ancak bunu yaparken tehevvürden
yani taşkınlıktan kaçınmak… Basiret-feraset; zeki olmak, muhatap olduğu
kişilerin kelimelerinden gerekli çıkarımları yapmak, gizli niyetlerin farkına
varmak ve bununla beraber beden dilinden de çok iyi anlamak… Dürüstlük yani hem
kalpte, hem dilde aynı niyeti taşımak ve göstermek, niyetlerle amellerin aynı olmasına
özen göstermek… Sabır-sebat yani istikrarlı olmak ve ağır yüklerin altından
kalkabilmek için dayanıklılık ve kararlılık davranışlarını sergilemek… Affetmek
yani gerektiğinde yapılan hataları bağışlayarak fazilet sahibi olduğunu
kanıtlamak… İstişare, yani etrafında ehil olan yardımcılar bulundurarak onlarla
fikir alışverişi yaparak kararlarında ve icraatlarında isabetli olmaktır...”
***
Büyük mutasavvıf İmam-ı Gazalî şöyle diyor: “Yöneticilerin/liderlerin
sahip olması gereken özellikler ise şu şekildedir: Tevazu sahibi olup kibirden
uzak durmak, kanaatkâr olmak, ilim sahibi olmak, dinine bağlı olmak, merhametli
ve adil olmak, ümmetine örnek olacak davranışlar sergilemek…”
Gazalî’nin bir diğer vurguladığı nokta ise, mâkâm hırsından
sıyrılma gerekliğidir. Mâkâm hırsı var oldukça hata yapma ihtimâli de
yükselmektedir.
***
Yönetici olmak isteyen kişi anlayışlı olmalı. Millî harstan
(kültürden) haberdar olmalı. Halkı yönetmek için hem akıl, hem cesaret gerekir.
Ariflere göre dünyaya hâkim olan büyük hükümdarlar bu mâkâma anlayış ile
ulaştılar. Halkı yönetenler de bu işi bilgi ile başardılar. Hazreti Âdem
dünyaya ineliden beri iyi kanunlar hep anlayışlı insanlar tarafından
konulmuştur.
Bugüne kadar hangi çağda olursa olsun, ulu mâkâmlar daima bilgili
kişilere nasip olmuştur. Anlayış ve bilgi bir kimsede bir arada bulunursa, o
kişi mükemmel insandır. Kanaatimiz odur ki, Müslüman milletimizin hissiyatına
tercüman olan medeniyet tasavvurumuza göre bürokrasi, tepeden tırnağa kadar
İslâm dinine bağlı olarak yeniden yapılandırılmalı, Nizam-ı Âlem ülküsünün
istikametine göre olmalıdır. Bunda muvaffak olmanın uzun ve sabırlı bir menzil
olduğunun farkında ve şuurundayız. Hemen ifade edelim ki, art niyet taşıyan,
şahsî ikbâllerini milletinin bekası üzerinde gören, devlet erkinin önlenemez
kudretini arkasına alarak vazifede suiistimal eden bürokratların olduğu bir
hakikattir. Bahse konu görevlilerin devlet idaresinin
işlenmesinde/işletilmesine telâfisi güç menfiliklere sebebiyet verdiklerine
tarih şahittir. Bu menfi durumlar iyilerin yoluna takoz değil, istikbâle emin
adımlarla yürümenin itici gücü olmalıdır.
Genç kuşaklara, İncili Kaftan sahibi Muhsin Çelebileri,
Tiryaki Hasan Paşaların feda-i can olan serencamlarını örnek göstermeli.
Kırım Girayı Murad ile İttihat Terakki Cemiyeti lider ve
muhiblerinin de hırs ve kinleri anlatılmalıdır. Batı başkentlerinde arz-ı endam
eden monşerler de konumuzun içinde unutulmamalıdır.
“Muhakkak Allah, adalet ve ihsanla emreder.” (Nahl, 90)
Vesselâm…