Dilsizliğimiz

Dilimize hâkim olabilseydik, dil yanılsamalarına, “Nasıl söylerim de incitmem” yutkunmalarına, yerli yerinde kullanılmayan kelimelerle hırpalanmaya maruz kalmayacağımız gibi, eşimizle, dostumuzla gönül rahatlığı ile sohbet edecek, kırmaktan ve kırılmaktan azade olacak, “öyle değil, böyle” izahlarına lüzum kalmayacaktı. Yabancı dillere teveccühümüzden önce Vahy’in dilini ve anadilimizi servetimiz bilseydik, inancımızı, vatan sevdamızı, sevgimizi, kederimizi, neşemizi hakkıyla ifade edebilir, şükrümüzü ziyadeleştirebilirdik.

“GÖZLERİM lâl, dilim kör;

Ey ankebut, benim için gökyüzüne bir ağ ör!

Yıldızları kundaklayıp beleyim,

İpincecik hamağından arza ninni serpeyim.”

***

Anlam yolculuğundan ziyade hayat gailesinin telaşlı konuşmalarından mülhem iletişimlerimize “sohbet” demek mümkün değil.

Kalplerimizle mânâ arasındaki mesafe açılınca maddî kazanımları ifade eden kelimelerle kendimizi ifade etmelerimiz çoğaldıkça kelime biriktirmek gibi bir derdimiz de kalmıyor. Fakat böylesi bir dertsizlik, huzurun işareti olamıyor maalesef. Dilimiz dünyanın derdi ile dillenince kelâm kâle, söz ise lafa evrilmeye mahkûm oluyor çünkü. Sonra gelsin iletişim kazaları ve gelsin hissiyatımızın izahsız kalmışlığı!

Ve ardından kalplerimizin sessiz çığlığı gözlerimizde bir lâl oluş hikâyesini yazıyor.  

Bir zamanlar tecrübe edilmiş, sahiciliğin henüz dilsizleşmediği vakitlerde söylenen “Gözler yalan söylemez” tespiti hızla yerini, ferini yitirmiş kör bakışlara bırakıyor. Dilimiz dolanıyor hem kendimizi ifa edebilme çabasında, hem karşımızdakinin derdini anlama yolculuğumuzda.

Daha da fecisi, eşimiz ve dostumuzla kırılma noktası yaşadığımız kimi olaylarda ya yanlış anlamaktan yahut yanlış anlaşılmaktan az sözle çok derinden kalbe dokunmak varken, konuşmalara doyamadığımız, bildiğimiz kelimelerle iktifa edemediğimiz bir çırpınışa dönüşüyor barışmalarımız. Böylesi zamanlarda saatlerce konuşsak bile birbirine kör bir gürültüdür yaşadığımız.

En yakınlarımız, eşimiz, dostumuz, yolda yanlışlıkla çarptığımız bir yabancıya kadar hep bir “anlaşılmama” tedirginliğine duçar oluşlarımızın bir sebebi var: Dilli dilsizliğimiz ve anlamını yitirmiş kelimesizliğimiz…

***

Çocukluğumdan beridir büyük bir ukdedir içimde farklı dillerde yazılmış eserleri çevirisinden değil, asıl lisanından okumak.

Meselâ İranlı şair Firdevsi’nin Şahnâme’sinden şiirleri Farsça okumalıydım.

Meselâ Rus şair Alexandr Sergeyeviç Puşkin’in Aşk Şiirleri’ni Rusçasından işitmeliydim.

Meselâ Alman şair Rainer Maria Rilke’nin Duino Ağıtları’nı Almanca etüt edebilmeliydim.

Asrın Haçlı Şövalyeleri ABD’yi ve Avrupa’yı gayet iyi tahlil eden Roger Raraudy’nin eserlerindeki fikriyatı Fransızcasından edinmeliydim.

Yakın zamanda ebedî istirahatgâhına çekilen Prof. Fuat Sezgin Hocamızın 27 lisana anadili gibi hâkim olduğunu bilmesek, benim yabancı dillere olan hevesimin bir ütopya olduğu düşünülebilirdi.

Peki, neden bilinebilirliği mümkün olduğu hâlde ülkemizde yabancı dil eğitimlerinin sonuçları hep hüsran?

Neden çokça hevesli başlayıp yarı yolda kalmış dil yolculukları var pek çoğumuzun?

Yabancı dil eğitimine son yıllarda daha fazla temayül gösteren ebeveynler verdikleri emeğin, zamanın, paranın karşılığını alabiliyorlar mı?

Hayli kuvvetli bir iştiyakla yabancı dil öğrenme gayretine düşüldüğü hâlde bir başka ülkenin diline anadili kadar hâkim olanların sayısı kaçtır? Bu ülkenin kaç Fuat Sezgin’i vardır?

Böylesi cevabı girift sorular pek çoğumuzun, özellikle ebeveynlerin zihninde dönüyordur diye düşünüyorum. Ancak bu sorularımızdan önce zihnimizi meşgul edecek en önemli soru/nu göz ardı edip etmediğimizi de merak ediyorum.

İşte o dil öğrenmeden önce cevabını almamız gereken soru/n: Anadilimize ne kadar hâkimiz?

Zihnimiz anadilimizin gramerine, dilimiz telaffuzuna hâkim olsaydı, zamanın içinde birikerek çoğalan, çoğaldıkça ifade gücümüzü arttıran kelâmımızı öğrenemediğimiz yabancı dil kelimeleriyle takas etmeseydik, köklü geçmişimizin kökü olan kelimelerin öz kültürümüzün ziyneti olduğunu bilseydik, dilimiz yeni lisanlara daha yankın olmaz mıydı?

Köküne inemediğimiz “çizgi” yerine “had” deseydik, dünyevî-uhrevî lisan ziyanımızda haddimizi bilseydik, öz kültürümüzün hududunu çiğneyip geçmemizi emreden Batı/lı ihdad etseydik, köklerimize bağlı kaldığımız kadar lisanımızın kökünden neşet eden anlamlara sahip çıkabilseydik, muhtemel odur ki çokça dillenebilirdik.

***

Haftada minimum 2 saat ve 11 yıl yabancı dil eğitimi aldığımız hâlde işlevsel bir yabancı dil birikimine neden sahip değiliz?

Bu sorular dünyamızı zenginleştirmenin derdinden kaynaklıdır da, ukbamızı inşâ edecek dinimizin diline yabancılaşma mesafemiz için ne yapmalıyız?

İmam-hatip liselerinde verilen Arapça derslerinin hayata yansıma oranı nedir? Kaç İHL’li öğrenci mezun olduktan sonra Arapça bir metni tercüme edebiliyor yahut başını kurtarabilecek kadar Arapça konuşabiliyor? Konuşamıyorsak, okuyamıyorsak neden meşgul ediliyoruz?

Daha acı bir sorudur ki, yıllardır bu eğitim sisteminin marazlı sonuçlarını neden doğal bir durummuş ve geliştirilmesi imkânsız bir sistemmiş gibi kabullenip kendi imkânlarımızı zorlayarak özel okul ve kurslara para dökerek yabancı dil eğitimine çocuklarımız ve/veya kendimiz için talip oluyoruz?

Sahi, biz millet olarak kendi anadilimize ne vakit hâkim olacak ve ne vakit bilinçli bir istikrarla temayül ettiğimiz yabancı dil öğrenme serüvenimizi hakikate, mensubu olduğumuz dini anlama gayretimizi ibadete sevk edebileceğiz?

Ve son soru: Ne vakit “Anlatabildim mi?”, “Yanlış anlaşıldım”, “Öyle demek istememiştim” ifadelerinden kurtulacağız?

***

Dilimize hâkim olabilseydik, dil yanılsamalarına, “Nasıl söylerim de incitmem” yutkunmalarına, yerli yerinde kullanılmayan kelimelerle hırpalanmaya maruz kalmayacağımız gibi, eşimizle, dostumuzla gönül rahatlığı ile sohbet edecek, kırmaktan ve kırılmaktan azade olacak, “öyle değil, böyle” izahlarına lüzum kalmayacaktı. Yabancı dillere teveccühümüzden önce Vahy’in dilini ve anadilimizi servetimiz bilseydik, inancımızı, vatan sevdamızı, sevgimizi, kederimizi, neşemizi hakkıyla ifade edebilir, şükrümüzü ziyadeleştirebilirdik.

Geç değil, bugün itibariyle kelimelerle haşır neşir olmaya zaman ayırabilir, hiç olmazsa anadilimizi ve Vahy-i İlâhî’nin dilini anlamaya talip olabiliriz. Böylece çözülür belki gözlerimizin dilsizliği, dilimizin körlüğü.