Dilin
kemiği
İNSANLIĞI dilimlesek, bıçak
dil olur. Medeniyet ayracı kullansak, dilden yapılmış olur. Kültür dile gelse,
kendi dilini çıkarır. Özgürlük sancak açsa, üstünde dil yazar. Soykırım başlasa,
sığınak dil olur. “Biz” kararı verilse, “benden öte” dil olur. Dilsizleşme; onursuzlaşma,
kölelik sürecine giriş ve en önemlisi de kendine yabancılaşmadır. Dile
saldırmak, onura saldırmaktır. Dilin hakkı verilmeli, dilin varlığına saygı
duyulmalıdır; dile tecavüz ve soykırım, insanlığa saldırıdır.
Dilin
özüne ve de sözüne en fazla saygı gösteren ve onu kollayan dindir. Çünkü din,
kudreti kavranamaz tek ilah olan Allah’ın mesajıdır ve onu her zaman dil kabı
ile sunar. Dili yaratan, Âlemlerin Rabbidir; mesajı ile onu kollaması ise
Rahman oluşundan...
Ancak
insanoğlu sadece dine karşı değil, dile karşı da zaaf ve ihanetlere yönelebilmektedir.
Tarihte kayıtlara geçen en büyük hainliklerden biri de “dili inkâr”dır. Dili
inkâr, “toplum ateizmi”dir. Tanrıyı inkâr ile dili inkâr arasındaki ortak duruş
aynıdır: Büyük zulüm…
Peki,
dil kıymeti ve dillerin hikmeti biliniyorken, neden bir dil, başka bir dili
öldürmek ister? Bir dil, neden imkân verilse yeryüzünde bir tek kendisinin
kalmasını ister? Bir dil, başka dili neden aşağılar ve köleleştirmek ister? Dil,
neden kendini inkâr edercesine kendi kendisini yücelerin yücesi kılmak adına
başka dillere kendi yöntemince soykırım uygulamaya cesaret eder? Hatta “dil
teorisi” adı altında neden bir dil, kendisini Tanrı’nın ve insanın temel dili
olarak tarihe dayatır?
Çünkü…
Dilin kemiği yok!
İnsan,
kendisini ve evreni Yaratanı inkâr edebiliyorken, masum insanı öldürebiliyorken
ve yeryüzünü cehenneme çevirecek hırsları için zulümler desteleyebiliyorken,
dili dile kırdırma çabasının garipsenecek bir tarafı var mıdır? Yok! Ancak bunu
deneyen insan tarzı (el-insan) var!
Dilin
omurgası
İnsan
anatomisi “hareket” orjinli. Hareket varsa sağlık vardır. Hareket ve beden
omurgası arasındaki ilişki çok açık: Ayakta durmak... Nitekim “omurgasız”
demekle “yerde sürünen canlı” vurgusu yapılır. Dil yerde sürünüyorsa, o zaman
omurgasız hâllerdedir. Peki, dilin omurgası nedir?
Dilin
omurgası konusunda farklı teoriler var. Bunun nedeni, dilin anatomisine ilişkin
bilimsel aşamanın henüz buna kesin cevap verebilecek kadar gelişememiş
olmasıdır. Çünkü dil, tıp ve mühendislik kadar bilimsel ilgiye, desteğe ve gelişmeye
konu edilememiştir. Hatta dile yönelik ciddî ilgi ve projeler bile başka
dilleri köleleştirmek ve inkâra yönelik kullanılmış, bu da açıkça göstermiştir
ki dil sömürülmekte ve başka hedefler için kullanılmaktadır.
Dilin
omurgasına ilişkin yaklaşık/tahminî tezlerin “matematik-fizik yasası” gibi
formüllere yaslanamaması sebebiyle olgusal öngörülerle sınırlı durumda kalması
da omurgaya ilişkin bilimsel çıktıları sübjektif kılmaktadır. Ancak kesin olan
bir şey var: Dil, canlı gibi hayattadır, soyu vardır ve geleceğe yönelik
yönelişleri takip edilebilmektedir. Nitekim “Türkçe”, “İngilizce”, “Arapça”
veya “Fransızca” derken işaret edilen de bu canlılıktır.
Kuşkusuz
“göç-fetih” aksları ve birlikte yaşama tecrübesinin meyvesi olarak dilin yerli
ve millî serencamı, “Saf dil kaldı mı?” tartışmasını, daha doğrusu “Dilin
omurgasında değil, aklında değişim var mı?” sorusundaki tez konusunu gündemden
hiç düşürmemiştir. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu süresince Arapça ve Farsça
sözlüğünden yararlanan Türk aklının kullandığı Türkçeye ilişkin tespitleri, bu
gündem eksenindedir.
“Türkçe
konuşmak yasak!” veya “Kürtçe konuşmak yasak!” politikalarını hatırladığımızda,
“ısırdığında zehir akıtan çatallı dil” ile karşılaşmaktayız. Yani zulmün
sömürdüğü dil veya kendini kutsayan egoist dil ile yüzleşmekteyiz. Hatta “Dilim
farklı… Benim de devlet olma hakkım var!” ezberinin dilaltı, aynı yüzleşmenin
aynadaki aksıdır. Bu ayna da “politika dili ve dilin politikası” kadrajıdır ki
biz buna “savaşın dili” de diyebiliriz. Çünkü dilin, âdeta kılıcın kını gibi
kullanıldığı politikalar zaman için hep var olmuştur. Bazen barış, bazen savaş
için çekilen kılıcın kını görevini gören dilin, adalete hizmet ettiği kadar
masumların öldürülüşünün suç ortağı da kılındığı olaylar mevcuttur.
Peki,
savaş ve barış dönemlerinde “politik” karaktere bürünen dilin “resmî dil” stratejisi
neye işaret etmektedir? Daha açık soralım: “Resmî dil” ne demek?
Resmî
dil ve dilin resmi
Resmî
dilin net bir tanımı var: “Devlet dili”… Peki, toplumun resmî dili olur mu?
Hayır! Toplumun “anadili” olur.
Toplum
anadilini “resmî dil” diye anlamak ve uygulamak sathına girilirse, o zaman
başka dillerin varlığından tedirgin olmaya ve hatta gücü yettiğinde başka
dilleri susturan, kendi içine kapanan “dil sendromu”na düşülür. O nedenle
toplum, anadilinin devletin resmî dili olmasını görmek ister; başka türlü dil
sakinleşmez ve dil şişer...
Peki,
farklı dillerin toplumda anadil olarak yaşadığı fakat “tek devlet”, “tek
bayrak”, “tek vatan”, “tek millet” gibi taleplerin veya yaşayan birliğin içinde
“tek dil” olmamasının anlamı nedir? Başka bir pencereden aynı bahçeyi görecek
şekilde soralım: Farklı anadillere sahip olan bir toplumun devletinde resmî
dilin bir tane olması ne anlama gelir?
Resmî dil, atama usûlü ile seçilen bir seçenek midir, yoksa politik güç ile toplumsal enerjinin ürettiği doğal bir seçim sonucu mudur? Çünkü Türklerin resmî dilinin Farsça veya Arapça olduğu dönemler de vardır. Demek ki ırk ve dil ilişkisi, sebep-sonuç ilişkisi denklemine sahip değildir.
Resmî dil ile bir dilin dünyadaki resmi arasında sebep-sonuç ilişkisi işlemiyor. Çünkü dil için “canlı gibi” demekle dilin aklının da var olduğunu vurgularız, duygusunun da…
Bugün
dünyanın en yaygın dilinin İngilizce olması, hiçbir devletin resmî diline veya
toplumların anadillerine “tehdit” sayılmıyor. Neden? Yani resmî dil ile bir
dilin dünyadaki resmi arasında sebep-sonuç ilişkisi işlemiyor. Çünkü dil için
“canlı gibi” demekle dilin aklının da var olduğunu vurgularız, duygusunun da.
“Güneş
Dil Teorisi”ni yeri gelmişken resmedelim mi? Hani bütün dünya dillerinin
anasının ve atasının Türkçe olduğu teorisinden, dünyayı üstümüze güldüren dil
oyunlarından, o -kemiği yok ki- dil nüktesinin içindeki “Dil bu!” dedirten dil
şakasından bahsedelim mi? Bir ülkede aslı astarı Türkçe olan yerleşim isimlerinin,
öz adı Türkçe olan isimlerin Bulgarcaya çevrilmesi veya aslı astarı Kürtçe olan
yerleşim alanlarının ve özü sözü Kürtçe olan isimlerin ısrarla Türkçeye
çevrilmesindeki aklın hangi akla hizmet ettiği veya dilin aklının giriştiği
akıl oyunlarını hatırlayalım mı? Yoksa yakın tarihimizdeki hafızamız bize acı
acı gülümseten hâller mi sunar?
Dikkat
ettiniz mi? Dil ve politika ilişkisi, dili nasıl da çatallandırıyor! Oysa dil,
özünde, kendinde kaldığında medeniyet inşâ eden ve hatta devlete analık eyleyen
bir insanlık anasına eviriliyor, insanlığı doğuran ve kendisi yaşadıkça
insanlığı besleyip giydiren bir erdemler kurucusu oluyor.
Dil
ile şiirde, türküde, masalda, deyişte, atasözünde, aşkta, acıda, neşede
karşılaştığımızda nasıl da görkemli resimlerle karşılaşıyoruz, değil mi? Birden
resmî dili veya çatallanmış dili unutuveriyoruz. Kuşkusuz resmî dilden
vazgeçmiyoruz. Geçemeyiz de… Ancak tedirgin olmadan, huzur içinde, uzun uzun
sohbet ediyoruz dille.
Farklı
dildeki şarkılar, şiirler, masallar neden biz gibi durur? Çünkü insana dokunur,
fıtratta akar durur. Değilse, bir Türk liderin Farsça divan sahibi olmasını
nasıl izah ederiz? Demek ki dilden dile dillenen insanlık var!
Günlük
hayatta en çok karşılaştığımız dil karikatürü şöyle: “İngilizce tabelalar çoğaldı,
neden Türkçe değiller?” Bu serzenişin sebebi nedir? “Kapitalizmin, küresel
endüstrinin tüketici üretme plânlarının sonucu bunlar!” yorumları da eklemleniyor
bu serzenişe. Acaba başka dillere sahibi olanlar bizim anadilimizde tabela
kullansalar, aynı tepkiyi verir miyiz?
Öteki
kılmadan dil yaşar mı?
“Ötekileştirme”
veya “Öteki üzerinden beni tanımlama” gündemli tepkiler geliştirmek bir moda
oldu. Belki “öteki” kelimesi potansiyel olarak kötü değildir. Yani benlik,
zaten özünde öteki ile ancak kendini resmedebilir. Meselâ “Müslüman” diyerek
belki kendini resmederken, resmin dışında kalan öteki de olmaktadır. Öteki
demekle “düşman” tanımı söz konusu değildir belki. Öyle olsaydı, hiçbir dil
başka dilden kelime almaz, kelime vermezdi. Hatta dil farklı diye Müslümanlar
bile kız alıp vermezlerdi. Bugün Türk olduğunu söyleyip konuşurken birbirini
anlamakta güçlük çeken toplumları nasıl izah edeceğiz? Demek ki dilin omurgası
olabilir; bu omurga olduğu için “Türkçe”den söz açabiliyoruz. Ancak dilin aklı değişebilir
ve gelişebilir.
Bugün
Türkiye’nin yakın tarihinde “Kürt yoktur, Kürtçe de yoktur!” diyen akıl, acaba
medeniyet dillerinden olan Türkçenin aklı mıdır, yoksa bazı zalimlerin dili
sömürmüş süngeri mi? Tabiî ki bu bir zulüm dilidir ve Türkçe konuşması bizi
aldatmamalıdır. Çünkü zulüm, her dilde konuşur. Önemli olan, bizim ona karşı
dilsiz kalmamamızdır. Çünkü bu vurgudaki dilsizlik, şeytan aklının dil
anlayışıdır.
Türkçe
kendi omurgasına sahip çıkarsa, kimse “Bu akıllıca değil, ötekileştirme var!” diye
sahtekâr diller geliştiremez. Önemli olan, dile canlı gibi bakmak ve onun
omurgası ile aklını ayırt ederek canlandırmaktır. Değilse, akıllı geçinen dil,
yerlerde sürünebilir. Veya “omurga çalışması” adı altında ayakta ama zihinsel
engelli bir dile dönüşebilir.
Dil’imlenen
ülke: Türkiye
Osmanlı
çok dilli idi. Çünkü çoğulcu ve çoklu toplumlar koalisyonu idi. Türkçe “Türk
aklı” ile “Arap aklı” ve “Fars aklı”nı sentezleyerek ortaya bir “Osmanlı”
çıkarabildi. Resmî dili Türkçe idi, ancak bütün anadilleri koruyup kollayan
akıllı bir dil idi. Osmanlı dağıldıktan sonra hem omurgasız, hem de akılsız dil
teorileri ve pratikleri geliştirildi. Geçmişinden, medeniyetinden kopmuş ve
hatta Fransızca veya İngilizce konuştuğunda kendini çağdaş hisseden uşak ruhlu
dinsiz ve dilsiz kuşaklar yetiştirilmek istendi. Türkçe konuşmaktan utanan bu
zavallı tipler, Batı’ya gitmeyi cennete koşar gibi gören köleleşmiş kalpler
taşıdılar. Bu tiplerin ülkeye ödettiği bedelleri hepimiz biliyoruz. Bu süreçte
zulme karşı duran Türkçeyi kullanmayan, dilsizleşmiş ve şeytanlaşmış
zihniyetler gördük. Öyle ki, dil başına ülkemizi dilimlemeyi plânlayanlar
çoğaldı. “Ben Kürtçe konuşuyorum; öyleyse bayrağım ayrı, devletim ayrı olmalı!
Hatta Türklerle bin yıllık kardeşliğimizi unutarak yola devam etmeliyiz!” diyen
çatallanmış zehirli dil geliştirilebildi böylece. Kendi anadillerine yönelik
zulmü gerekçe gösterip, anadili Kürtçe olan masum insanları öldüren caniler
türedi.
Yeryüzü
din ve dil savaşları ile dolu. Oysa ikisi de insanı yaşatan en temel fıtrat
imkânları. Fakat insan cahil, zalim ve öldürmeye çok meraklı! Çünkü insan
omurgasız ve beyinsiz şeytan diline özendiğinde, sonuç, yeryüzünü cehenneme
çeviren acılarla doluyor.
Öyleyse
dilimiz döndüğünce haykıralım: “Tek bayrak, tek devlet, tek vatan, tek millet!”