Dilimiz ve dinimiz

Dil ve din, milletlerin târihinde ve toplumların sosyolojisinde iki önemli konu ve iki değerli olgudur. Bunları önemsemeyen veya ihmâl eden toplumlar er veya geç hüsrana uğramaktan kendilerini kurtaramazlar. Kurtulma şansları da yoktur.

İKİ önemli kavram “dil” ve “din”. Sosyoloji bilimine göre milletleri gerçek mânâda millet yapan iki temel öge. Mensubiyet ve aidiyet (stereotip) nokta-i nazarından ortak bir payda oluştur bu iki öge, aynı zamanda cemiyetteki fertlerin iletişimi nokta-i nazarından da bir kesişme alanı oluşturur.

Ortak bir paydada kesişme alanı oluşmadığı zaman cemiyetteki fertler birbirlerine yabancılaşır, aralarındaki iletişim bağı kopar. Böylesi bir durumda gerçek mânâda bir milletin oluşması ya da oluşmuş olan bir milletin durumunu muhafaza etmesi çok zorlaşır. Bu bakımdan dil ve din, milletlerin hayatında son derece önemli iki temel faktördür.

Dil

Türkler târih boyunca yazı ve konuşma dilinin temeli olan birtakım alfâbeler kullanmışlardır. Göktürk, Uygur, Arap, Kiril ve Lâtin alfâbeleri bunlardandır.

Târihî olarak bu süreçte, özellikle Arap ve Fars dillerinden oldukça etkilenen Türkler, edebiyat, san’at ve ilim sahalarında önemli eserler vücûda getirmişler ve yüzyıllara sari bu dillerin etkisi altında kalmışlardır. Günümüzde dahi gerek konuşma, gerekse yazı dilinde bunun etkilerini görmek hâlâ mümkündür.

Cumhuriyet’in başlangıç yıllarında yapılan “Harf İnkılâbı” ile birlikte hayatımıza Lâtin harfleri girmiş ve bugünkü yazı ve konuşma dili böyle oluşmuştur. Bu dilin adına da “Türkçe” denilmiştir.

Her ne kadar Türkçe Cumhuriyet’le birlikte hayatımıza yeni giren bir dilmiş gibi görünse ve bilinse de, aslında “Eski Türkçe” ya da “Osmanlı Türkçesi” olarak adlandırılan bu dil, Osmanlılar döneminde harfleri Arap ve Fars alfâbelerine (Fars alfâbesi de çoğunlukla Arap harflerinden oluşmaktadır) dayalı olup, anlam ve söylem (telaffuz) bakımından zâten Türkçe idi. Lâkin yazı dili olarak Arap ve Fars harfleri kullanılıyordu. Bugün kullanılan harfler de Lâtin alfâbesine aittir ama nihâyetinde dilimiz Türkçedir.

Bugün bu dille “Türkî cumhuriyetler” denilen ve aslı Türk olan kardeşlerimizle kısa bir eksersizden sonra rahatlıkla anlaşabilmekteyiz. Her ne kadar târihî süreç içerisinde SSCB (eski Komünist Rusya) dilimiz üzerinde baskı kurmuş ve yapısıyla çok oynamış olsa da…

Cumhuriyet döneminde de dil üzerinde çok oyunlar oynandı ve Türkçe olmadığı hâlde Türkçeymiş gibi uyduruk birçok kelime dilimize sokuldu. Bu meyanda ve bu süreçte, önemli bir dil uzmanı ve Ermeni asıllı bir Türk vatandaşı olan Agop Martayan Dilaçar’ın (“Dilaçar” soyadı Atatürk tarafından verilmiştir) büyük katkılarıyla Cumhuriyet döneminde kurulan “Türk Dil Kurumu” ve “Güneş Dil Teorisi” çalışmaları, Türkçe üzerinde şu veya bu şekilde çok etkili oldu.

Görüldüğü gibi dil, bir milletin hayatında çok önemlidir ve milletleşme sürecinin başaktörlerindendir. Ancak, günümüzde özellikle İngilizce ve diğer yabancı diller bu süreci önemli ölçüde tehdit etmektedir.

Din

Din de itikâdî, imânî ve sosyolojik açıdan milletlerin hayatında son derece önemli bir yere sahiptir ve milletleri millet yapan çok değerli ve etkili bir olgu olarak bütün gerçekliğiyle karşımızda durmaktadır. Ancak sahih olmayan dinler, bir başka deyişle insan eliyle oluşturulmuş dinler (Hinduizm, Budizm, Brahmanizm, Şintoizm gibi) ile sonradan içine beşerî görüş ve düşüncelerin kaçtığı dinler (Yahudilik ve Hıristiyanlık) bugünün dünyasında (bilginin, bilimin ve teknolojinin geldiği nokta itibariyle) artık insanları tatmin etmiyor ve milletleşme sürecinde önemli handikapları da beraberinde getiriyor.

Her ne kadar Müslümanların yaşadığı “İslâmiyet” (eklektik bir yapıya bürünmüş geleneksel kültürel din) de benzer sorunları yaşıyor olsa da diğerlerine nazaran özünde taşıdığı şöyle bir avantaja sahip: Bu, özü bozulmamış, tahrif edilmemiş Kur’ân merkezli İslâm olup, varlığını ve sahihliğini hâlâ muhafaza eden bir dindir.

Buradaki sorun, sahih olan bu özün ya da potansiyelin kinetize edilerek açığa çıkarılamaması ve “Müslümanım” diyenlerin hayatlarına gerçek mânâda taşınamamasıdır.

Olur ya, bir gün Müslümanlar sahip oldukları kutsal kitaplarını (Kur’ân’ı) gerçek mânâda okur ve anlarlarsa (varlığın ontolojik ve fıtrî olarak amaç ve anlam yasasına uygun olarak yaratılışını), aynı zamanda mesajın önemine ve derinliğine vukûfiyet kesbederlerse, işte belki o zaman gerçek mânâda milletleşir, hatta çok sevdikleri ve özledikleri “ümmetleşme” sürecini yakalayabilirler. Yoksa, sloganlarla ve siyasal olarak İslâmcılık ve ümmetçilik yapmakla bu iş olmaz ve bu şekilde bir yere varılamaz.

Eğer bu “hayâl” gerçekleşirse, belki, sık sık vurguladığım “İslâm İnsanlık Medeniyetleri” projem realize olur ve bu sûretle hem Müslümanlar, hem de tüm insanlık kurtuluşa erer.

Ama Müslümanlar bugünkü eklektik ve geleneksel kültürel dinlerini yaşamaya devam eder ve bunda ısrar ederlerse -ki ediyorlar-, o zaman bu “hayâl” ya da ideâl hiçbir zaman gerçekleşmez, gerçekleşemez. İşte o zaman Müslümanların ne kendilerine, ne de insanlığa hiçbir faydaları olmaz, olamaz. Kendilerini kandırmak ve insanlığı avutmaktan öteye geçilemez. İnsanlığın kurtuluşuna vesile olacak bir iddia da ne yazık ki kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Buna, din adına konuşan hiç kimsenin hakkı olmadığı gibi, böyle bir sorumluluğu da hiç kimse taşıyamaz. Mâmâfih, bugün yapılanlar maalesef budur.

Görüldüğü gibi dil ve din, milletlerin târihinde ve toplumların sosyolojisinde iki önemli konu ve iki değerli olgudur. Bunları önemsemeyen veya ihmâl eden toplumlar er veya geç hüsrana uğramaktan kendilerini kurtaramazlar. Kurtulma şansları da yoktur.