Dilimiz, özgürlüğümüzdür

Gençliğe bakıyorum da, inanın, düşüncesini bile dile aktarmakta ne kadar üşengeçse, konuştuğu dilin kelimelerini de kullanmakta o kadar üşengeç! “Sosyal medya” dediğimiz araçları kullanırken kelimeleri resmen katlediyorlar. Meselâ mesaj yazışmalarında Allah’ın bir selâmını vermekten aciz düşüp “slm” ifadesi ile işi kurtarıyorlar. “Nasılsınız?” diye sormayı “nbr” ile geçiştiriyorlar.

“BENİM gibi bunca yıldır, ilkokuldan başlayıp ortaokullarda, liselerde, Darü’l-Fünun’da gerçek hocalardan öğrenip geldiğimiz ve yıllar yılı yüksekokullarda, üniversitelerde öğretmeye çalıştığımız Türkçeyi tanımaz, anlamaz hâle geldik.” (Orhan Şaik Gökyay, 1992)

“Bu Vatan Kimin?” adlı şiiriyle tanıdığımız ve rahmetle andığımız, şairliğinin yanında değerli araştırmacı ve eleştirmenlik yönüyle öne çıkan yazarımızın bu sözü, ne yazık ki güncelliğini bu zamanda da korumaktadır!

Böyle diyorum, çünkü hepimizce malûm ki, kendi dilimizin neredeyse yabancısı olduğumuz bir boyuta geldik. Hep şikâyet ettiğimiz şekliyle dilimizi doğru kullanmıyor ya da kendimizi doğru kelimelerle ifade edemiyoruz. Çağımız her ne kadar gelişmemize fırsat verse de konuşma dili konusunda kısır kalmamıza neden olan dilde yozlaşma ve bozulma tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliyoruz. Eski zamanlardan günümüze kadar gelen süreç içinde yeni kelimeler dilimize girse de yeniyi bile doğru ve düzgün kullanmaktan aciziz.

Canlı varlıklar içinde konuşma yetisi, bir tek insana verilmiştir. İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran ve farklı kılan bu özellik, dilin yaşadığımız dünya üzerindeki yerini, önemini ve değerini ortaya çıkarır. "İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır" sözü de buraya uyacaktır sanırım. Dilin yaşayan bir varlık olduğunu, durağan olup durduğu yerde donup kalmadığını, dilin ve düşüncenin birbirini etkilediğini görüyoruz.

Hangi dili konuşuyorsak, o dile ait kelimelerle düşünürüz. Bu minvâlde dilin düşünceyi etkilediği yargısına varılıp varılmayacağı da tartışma gerektiren bir konudur. Dilin düşünceyi mi, yoksa düşüncenin dili mi doğurduğu konusu kesinlik kazanmadığı gibi, her düşündüğümüzü dile dökmenin ne kadar sağlıklı olacağı da bizim için bu önemlidir.

Gençliğe bakıyorum da, inanın, düşüncesini bile dile aktarmakta ne kadar üşengeçse, konuştuğu dilin kelimelerini de kullanmakta o kadar üşengeç! “Sosyal medya” dediğimiz araçları kullanırken kelimeleri resmen katlediyorlar. Meselâ mesaj yazışmalarında Allah’ın bir selâmını vermekten aciz düşüp "slm" ifadesi ile işi kurtarıyorlar. “Nasılsınız?” diye sormayı "nbr" ile geçiştiriyorlar. “Allah'a emanet olunuz” diyerek En Güzele emanet etme eylemini "aeo" ile bitiriyorlar. Bunda bile üşengeçler! (Örnekler çoğaltılabilir.)

Nedense, yazı dilinde sesli harfler yok sayılıyor; yakında konuşma dilinde de bu üşengeçliği görürsek şaşırmayalım. Öyle zengin bir dile sahibiz ki, “Neresinden kıstırayım, neresinden kırpayım da derdimi en kısa yoldan anlatayım?” kısır döngüsünü yaşatmak kimsenin hakkı değil. Dilin canlı bir varlık olduğunu söylemiştik, bizse o dili öldürmek için her yola başvuruyoruz. Bu da ne kadar az okuduğumuzun göstergesini ortaya çıkarıyor.

Dil, aynı zamanda özgürlüktür. Bir milletin yaşayan bir dili varsa, dilinin özgürlüğü ile o millet, kendi diliyle var olmaya devam edecektir.

Dil nedir?

Dilbilim sözlüğünde “dil”, “insanlar arasında karşılıklı haberleşme olarak kullanılan, duygu, düşünce ve isteklerin, ses, şekil ve anlam bakımından her toplumun kendi değer yargılarına göre biçimlenmiş ortak kurallarının yardımı ile başkalarına aktarılmasını sağlayan, seslerden örülü çok yönlü ve gelişmiş sistem” olarak tanımlanır. Bu tanım üzerinden gidersek, her toplumun kendine has bir ortak dil oluşturduğunu ve bu ortak dil üzerinden anlaştığını, hem konuşma, hem de yazı dilini kullanarak bunu yaptığını görüyoruz.

Yazımın bundan sonraki devamında çeşitli kitaplardan alıntılarla dil üzerine söylenmiş bazı önemli noktalara değineceğim.

Prof. Dr. Mustafa Özkan, “İnsan, İletişim ve Dil” kitabında şöyle diyor:

“Ortak dil, bir toplulukta bölgeler üstü anlaşma aracı olarak tanınıp benimsenen ve kurumlaşan dildir. Bu dil, bir ülkede konuşulan lehçe ve ağızlar içerisinde yaygınlaşarak hâkim duruma geçen, herkes tarafından benimsenip kullanılan yazı ve edebiyat dilidir. Toplumda herkes, dili bireysel anlamda kullanma özgürlüğüne sahiptir. İster eski kelimelerle kullansın, ister yeni oluşturulan ve üretilen dili, bireylere farklı anlam dünyaları kurma imkânı verir, farklı üslûplarla konuşma ve yazma imkânı sağlar. (…)

Ağızlar farklı söyleyişleri yansıtır. Her dilin kuruluş döneminden gelen bir yapı ve işleyiş tarzı vardır. Yani bir dilin cümle kuruluşu yüzyıllarca önce belirlenmiştir. Bu bakımdan bir milletin yazı dilindeki cümle kuruluş düzeni, o milletin düşünme sistemine sıkı sıkıya bağlıdır; yani dil ile dünce birlikte gelişir.”

Recep Aslan, “Medeniyet Türkçesi” kitabının “Dil Felsefesi” başlıklı yazısında şu ifadelere yer veriyor:

"Dil felsefesine göre dili kullanmak, dili anlamak, insanı diğer var olanlardan, yaratıklardan farklı kılan özelliktir. Dil, dünyayı resimleyerek anlatır. Her önerme, bir resmetmedir. (…)

Türkiye'de Türkiye Türkçesi, daha özel olarak İstanbul Türkçesi konuşulur. İdeal Türkçe, İstanbul Türkçesi'dir; ama Türkiye'nin her ilinde Türkçenin bir başka ağzı vardır. İnsanları, kelimeleri telaffuz ediş biçimlerinden Niğdeli, Konyalı, Kayserili, Gaziantepli, Adanalı, Kilisli, Denizlili, Antalyalı diye tanıyabiliriz."

Burada araya kısa bir not düşüreyim: Türkçede yazının konuşma dili ile yazılmadığını, yazı dili ile de konuşulmadığını hepimiz biliriz. Fakat bu özelliği çoğumuz kullanmayız nedense. Bu yüzden konuşma ve yazma dilinde çoğumuzun hataları olabiliyor. Her ne kadar buna itiraz edecek olan varsa da durum böyle. “Öz Türkçe” dediğimiz ve bizim kullandığımız Türkçe arasında elbette farklılıklar var. Biz Türkiye'de Türkiye Türkçesi kullanıyoruz. Her ne kadar dilimize Arapçadan, Farsçadan, Fransızcadan, İngilizceden kelimeler girse de zamanla kendi kelimelerimizle özdeşleştirdiğimizde ve yerinde kullandığımızda, hatta bunu TDK onayladığında, artık o kelime, Türkçe bir kelime olarak yerini almaktadır. Ekler ve kaynaştırmalarla o dil artık kendi içinde gelişir ve kullanılmaya başlanır.

Ayrıca sözlük ve imlâ kılavuzunu kullanma gibi bir alışkanlığımız da yok. Konuşma ve yazma dilinin özelliklerini imlâ kılavuzlarıyla öğrenmeyi alışkanlık hâline getirebiliriz. Yavuz Bülent Bakiler, Türkiye Gazetesi’nin 9 Şubat 2013 tarihli baskısında, "Meselâ mı, Örneğin mi Diyelim?" başlıklı makalesinde bu konuyla ilgili kendi düşüncesini çok güzel aktarmış:

"Yazılarım, şiirlerim, kitaplarım meydandadır. Konuşmalarımı dinleyenler de görmüşlerdir: Ben Türkçe düşünen, Türkçe konuşan, Türkçe yazan bir kimseyim. Uyduruk kaydırık kelimelere veya Öztürkçe tarzına kendimi bildim bileli hiç, ama hiç heveslenmedim. Bana göre Türkçe başka, Öztürkçe başka bir dildir. Türkçe, milletimizin dilidir. Öztürkçe, bir avuç azınlığın kekelemesi… Ben, Türkçeye sevdâlı bir adamım. Öztürkçeden ise yılan görmüş gibi kaçan biriyim. Birisi bana bir kitabın methini yaptı mı, gidip o kitabı buluyorum. Sayfalarını çevirip şurasından burasından okuyorum.

Eğer o kitap uyduruk kaydırık Öztürkçe kelimelerle yazılmışsa ve hele hele devrik cümlelerle yüklüyse, tiksinerek yerine koyuyorum. Bizim konuşmalarımızda devrik cümleler elbette vardır. Meselâ konuşurken, ‘Gittim sabahın erken saatlerinde çarşıya ben’ diye söze başlarız. Ama kalemi elimize aldığımız zaman, ‘Ben sabahın erken saatlerinde çarşıya gittim’ diye yazarız. Devrik cümlelerle yazılmış bir makaleyi veya bir kitabı okuduğum zaman, kendimi nadasa bırakılmış bir tarlada yürüyormuşum gibi yorgun hissediyorum. Bizim nesrimizde devrik cümle yoktur. Evimdeki kütüphanemde 10 bin (on bin) kitabım var. Bu on bin kitap içerisinde Öztürkçe ile veya devrik cümlelerle yazılmış bir tek kitap yoktur. Öfkelenmemek ve iğrenmemek için öyle kitapları kaldırır atarım. Necip Fazıl Kısakürek bir dörtlüğünde diyor ki, ‘Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim/ Ya bunlar Türkçe değil yahut ben Türk değilim/ Oysa halis Türk benim, bunlar işgalcilerim/ Allah Türk'ü korusun, yalnız bunu dilerim’.

Dil, elbette canlı bir varlıktır. Dile, elbette zamanla birtakım kelimeler girer ve birtakım kelimeler çıkar. Ben bunu elbette kabul ediyorum. Ama dilimizde bin yıldan beri bulunan, kullanılan, dal budak salan, deyimlerle, vecizelerle, atasözleriyle güzelleşen kelimeleri çıkarıp atmayı en büyük ihanetlerden biri sayıyorum. Meselâ İstanbul'un şu veya bu semtinde toprağı ve göğü sımsıkı kucaklayan 500 yıllık, bin yıllık bir çınarı keserek, yerine cılız bir kavak veya akasya dikmek nasıl bir gaflet ve ihanetse, bin yıldan beri kullanageldiğimiz bir kelimeyi çıkarıp atmak da o kadar gaflet ve ihanettir!

Bu makaleyi niçin yazıyorum, biliyor musunuz? Benim sevgili hemşehrilerimden bir edebiyat öğretmeni, ‘Türkçe ‘örnek’ sözüne bu yadsıma nereden kaynaklanıyor?’ diye soruyor. Yadsıma, Öztürkçede reddetmek, yok saymak, tanımamak karşılığında bir kelime. Ben ‘örnek’ kelimesine itiraz etmiyorum. Kültür Bakanlığı tarafından hazırlanan ‘Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü’nün 680. sayfasında şöyle bir açıklama var: ‘Biz Türkiye Türkçesinde ‘örnek’ diyoruz.

Hiçbir Türk cumhuriyetinde ‘örneğin’ kelimesi yok. Cumhuriyet devrimize kadar bizde de yoktu. Nereden çıktı bu ‘örneğin’ ucubesi? Ermenicenin ‘orinagin’ kelimesinden… Kabul edelim ki ‘örneğin’ kelimesi tamamen Türkçe. Pekâlâ, ben neden bin yıllık ‘meselâ’ kelimesini 40 yıllık 'örneğin'e kurban edeyim?”

Türkçe yazalım, Türkçe konuşalım, Türkçe düşünelim, Türkçe anlaşalım. Özümüzden kaybetmeden, kendi dilimize kendimiz sahip çıkalım.

Dil, hafızadır

“Türkçe Bilen Aranıyor” isimli kitabında Nejat Muallimoğlu, dilin vazifelerini maddeler hâlinde sıralamış:

"Dilin insan toplulukları içinde çeşitli vazifeleri vardır.

1-Dil, bir topluluğu oluşturan fertler arasındaki anlaşmayı sağlar.

2- O insanların babalarının, büyük babalarının, atalarının yüzyıllar boyunca elde ettiği tecrübeleri muhafaza eder ve onları nesillerden nesillere aktarır.

3- Bir milletin uzun ve çeşitli tecrübeleriyle oluşturduğu kavramları, kelimeler ve deyimler hâlinde kalıplara sokar ve böylece millî düşünce faaliyetini düzenler.

4- Müşterek düşünce ve ifade birliği içinde bir araya getirdiği toplulukların manevî varlığını korur.

5- İnsan topluluklarını müşterek bir fikir faaliyeti içinde birleştirerek onları bir millet hâline getirir.”

Yine aynı kitabın önsözünden aktaralım:

“‘Millet’ denilen topluluğu meydana getiren maddî ve manevî unsurların en önemlisi dildir. Bir milletin millî ve sosyal dayanışmasının temeli, o milletin dilidir. Aynı sınırlar içinde yaşasalar dahi aynı dille konuşmayan, aynı dille hissetmeyen, aynı dille coşmayan ve aynı dille üzülmeyen insan toplulukları, millet olabilme vasfına haiz değillerdir. Bir milletin millî kültürü, dini, felsefesi, edebiyatı, dilinin kelimelerinde, kavramlarında, deyimlerinde ve atasözlerinde toplanmış, billurlaşmıştır. Bir milletin dili ile oynamak, onu nirengi noktalarından mahrum bir çölde yapayalnız bırakmak gibidir ki dilini kaybeden bir millet de zamanla yok olmaya mahkûm, gayesiz ve şevksiz bir kuru kalabalıktan başka bir şey olmaz.

Dil, bir milletin ‘millî şuuru’, ‘hafızası’dır. Yabancı dilden gelip yerleşen kelime, halk arasında kendi anlamını ve kavramını bulmuşsa, artık o kelime o dilin malı sayılır. ‘Lisan, kelime uydurmasyonu değildir’ diyor Peyami Safa (Milliyet, 2 Aralık 1962). Meselâ ‘nesil’ yerine ‘kuşak’ demek, ‘avize’ yerine ‘sarkanak’ demek, halt etmektir.”

Kitapta alıntılanan birkaç notu da paylaşmak isterim:

"Türkleri seven bir İngiliz profesörün sözleri: ‘Bakıyorum, sevimli Türk çocukları başka ülkelerde gördüğüm akranlarından daha zeki şeyler, ama merak ediyorum, sonra hangi metotları kullanıyorsunuz da bu zeki çocuklardan şu farklı büyükleri yetiştiriyorsunuz?’ (Dr. Suha Özbaydar, 1972)”

Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun, “Dilde Birlik” (s.11) kitabında, "Elbirliği ile dilimizi Pasifik adaları kabilelerinin diline çevirdik" diyor. Güzel ve sağlam dili kullanmak kimsenin umurunda değil, herkes bir vurdumduymazlık içinde. Dili anlaşma vasıtası olarak ele alan Ercilasun, şöyle devam ediyor:

“Bilindiği gibi dilin anlaşma hususundaki vasıtalığı iki boyutludur: Mekân ve zaman boyutu… Yani dil hem aynı zaman içinde yaşayan insanlar arasında, hem de farklı zamanlarda yaşayan insanlar yani nesiller arasında anlaşmayı sağlar. İşte bu ikincisine ‘zaman boyutu’ diyoruz. Eski nesiller, bıraktıkları yazılı eserler vasıtası ile bizlere hitap ederler. Biz de aynı şekilde yazılı eserlerimizle gelecek nesillere mesaj bırakıyoruz.

20’nci yüzyılda konuşmayı zapt eden âletler, bize yalnız yazılı eserlerimizin değil, sesimizin de geleceğe kalabilmesi imkânını vermektedir. Görüldüğü gibi, nesiller arasındaki bağlantıyı, anlaşmayı sağlayan vasıta, yazılı olsun, sözlü olsun, dildir.”

Dr. Şerafettin Karakaya, “Dil Gelişimi ve Dil Politikası” kitabının giriş kısmında çok önemli bir konuyu ele almaktadır:

"Dil, uygarlığın güçlü taşıyıcısı, yeni atılımların ve buluşların ifade aracıdır. Diline böyle bir görevi yeterince veremeyen ve dilini değerlendiremeyen bir toplum, uygarlıkta ve toplumlararası uygarlık yarışında geri plâna düşmeyi peşinen kabullenmiş görülür. Çünkü yeni nesillerin hayata başladığı uygarlık seviyesi, kendilerinden öncekilerin getirdikleri gelişme seviyesidir. Dil, kuşaklar arası ilgili devamlılığı sağlayan sürecin aracıdır. Psikolojik ve biyolojik açıdan dil, insanın en temel fakat aynı zamanda en karmaşık niteliğidir. İnsana ait bu kabiliyet, insanın diğer kabiliyetlerinin gelişmesinde en etkili bir faktördür."

Sonuç

Yazımızın sonunda benim de çok önemsediğim ve naçizane -hâddimi de aşmayarak- şiddetle önerim olsun: Türkçe yazalım, Türkçe konuşalım, Türkçe düşünelim, Türkçe anlaşalım. Özümüzden kaybetmeden, kendi dilimize kendimiz sahip çıkalım.

Değerli dergimizin imtiyaz sahibi, değerli editörümüz, değerli yazarlarımız ve siz değerli okuyucularımız, yeni yılınızı en kalbî duygularımla kutlar, hayırlara vesile olmasını Rabbimden temenni ederim. Savaşın olmadığı, barış ve sevginin, mutluluğun ve sevinçlerin, merhametin ve vicdanın, saygı ve hürmetin bitmediği güzel ve hayırlı günlerin olmasını cân-ı gönülden istediğim daha nice yıllar geçirmemiz dileğiyle, hoşluklarla kalınız...