ELİMİN kalem
tutmasında, yazarlar arasında adımın anılmasında pek çok kimsenin etkisi var
elbette, ancak Türkçeyi ilk öğrendiğim, ninni ve masallarıyla her zaman benim
için canlı bir hafıza olan rahmetli anacığımın yeri doldurulamaz katkısı
hepsinden fazla.
Dilimiz için “anadili”
denmesi boşuna değil. “Dil, insanın anayurdudur” dense yeridir. Eskiler boş
yere “Dil giderse il (ülke) gider” dememişlerdir. Diline sahip çıkamayan, iline
de sahip çıkamaz, yurdunu da koruyamaz. İline sahip olmak, diline sahip olmaya
bağlıdır bir bakıma. Vatanın manevî sınırlarını korumak, söz süvarilerinin işidir.
Dil, kalbin anahtarı, gönül
hazinemizin yağmalanmaması için yaptığımız tılsım. Boş bulunup kem söz
ettiğimizde yaralar, yaralanır sözcük. Demlendirip konuştukça ağızdan bal akar.
Kalp kırmak dilimizden dökülecek bir lâfa bakarken, gönüller bir sözle sevgiye
akar. Dil sustukça şişer, tartıp yutkundukça kelimeler pişer.
Kiminin dilinden bal akar;
sözü yürekten gelir çünkü, varacağı yer gönüldür. Gönülden gönle çağlayıp akar
sessiz ırmaklar gibi. Gönül dilidir bu.
Sözde fazlalık olabilir,
yalan karışabilir cümlelere. Ağızdan maksadını aşarak çıkabilir lâkin asla
yalan söylemeyen, bizi her zaman olduğumuz gibi gösteren bir dil vardır; beden
dili…
Bir dil daha vardır ki,
kişinin Allah’la arasında sapasağlam bir köprüdür. Perdeler çekilmiş, engeller
kalkmıştır aradan. Lisan-ı hâl ile huzuruna kabul eder bizi Yaratan. İşte bu da
hâl dili!
Dili doğru olanın hâli de
doğru olur. İnsanların farklı dilleri konuşuyor olmaları, birbirleriyle tanışıp
anlaşmaları için değil mi? Dillerin Babil Kulesi’nden geldiği efsane olsa da,
gerçek olan şu ki, bütün dillerin yolu lisan-ı hâle varır.
Söz, fırlatılan ok gibidir
Nazlı yârin kapısında dil
dökeriz. Dilimizden düşmez sevdiklerimizin adı. Duyabilene taş duvarlar da “dile
gelir”, konuşur. Acıyla kavrulunca yüreğimiz, “dilimiz tutulur”; bir türlü
söyleyemez kara haberi, “dilimiz damağımıza yapışır”. Şaşkınlıktan “dili
dolaşır” insanın.
Dili durmaz boşboğazın.
Uzar bir karış, “pabuç” gibi… Ne de olsa “dilin kemiği yok”. En olmayacak sözü
söyler, en beter haberi pervasızca duyurur. “Dilini eşek arısı soksun!” demeye
mecbur bırakır insanı. Aldığı kargıştan olacak ki, önünde sonunda “dilinin
cezasını çeker”.
Dilin işi de zor! Kolay mı
onca kelimenin yükünü taşımak? Vücudumuzdaki en sağlam kas olması ondan mı? O
kadar sağlam olmasa nasıl baş eder onca yükle? Dayanamaz bazen bu yüke ve
fırlatır oklarını, büyür cürmü.
Kimi tutamazken dilini,
kimi de “dilinin ucuna” geldiği hâlde bir türlü söyleyemez diyeceğini, lâl
olur, sanki dilsizdir dil. Arif olan anlar ve “Dilinin altında bir şey var” der
suskunluğunu bozmak için. Yeter ki bir “bakla” çıkmasın dilinin altından!
“Türkçe, Erenköy’de
bahardır”
Dil olmasa hâlimiz nice
olurdu? Bize konuşmak gibi üstün bir meziyet veren Yüceler Yücesine şükrümüzü
nasıl sunardık dilsiz? Dilimiz olmasa nasıl kanatlanırdı dualar? Onsuz sesi
çıkmazdı en büyük hatiplerin.
Nihat Sami Banarlı’nın
“Türkçe’nin Sırları”, Feyza Hepçilingirler’in “Böyle Diyor Türkçe Off”, Oktay
Sinanoğlu’nun “Türkçe Giderse Türkiye Gider”, “Bye Bye Türkçe” ve Yavuz Bülent
Bakiler’in “Sözün Doğrusu” kitaplarını hatırlamakta fayda var. Bu arada Hakkı
Devrim’in Radikal gazetesindeki “Cihannüma” yazılarını da anmak gerek. Dil
yanlışlıklarını çok sıkı takip edip köşesinde açıkladığından, kendisine “Dil
Zabıtası” denildiğini de hatırlıyorum.
Nihat Sami Banarlı, Türkçeyi
Yahya Kemal’in eserlerinde kullandığı dil olarak tanımlar ve şöyle der: “Türk
dili, ‘Kendi Gök Kubbemiz’ kitabını meydana getiren muhteşem şiirlerin
söylendiği lisandır. Bir dil ‘Açık Deniz’ gibi, ‘Sülaymaniye’de Bayram Sabahı’
gibi, ‘Bir Tepeden’, ‘Itrî’, ‘Vuslat’ ve ‘Erenköyü’nde Bahar’ gibi şiirler
söyleyebiliyorsa, bu dil, hatta dünya ölçüsünde büyük lisan demektir. ‘Kendi
Gök Kubbemiz’ bir semboldür. Türkçe ona benzer ve onun ayarında İstiklâl Marşı
gibi, Çanakkale Şehitleri gibi, Bülbül gibi, Ahmet Haşim’in ‘Piyale’sinde mûsikîleşen
şiirler gibi, Orhan Seyfi’nin ‘Peri Kızıyla Çoban Hikâyesi’ gibi, Faruk
Nafiz’in ‘Han Duvarları’ gibi daha nice şiirler söylenmiştir. Bir milleti
ebediyen ayakta tutabilecek kudretteki bu müstesna şiirler, biliyoruz ki
milletimizi çürütmek isteyenlerin kâbusudur.”[i]
İsmail Gaspıralı bizi “dilde,
fikirde, işte” birliğe çağıralı bir asır oldu. Öyleyse el ele, gönül gönle
olmak için daha ne bekliyoruz?
Dil yâremiz
Dil, ana sütü
gibi ak ve temiz olmalıdır. Bir damla sirke nasıl sütü bozarsa, yanlış bir
kelime de dili bozar. “Dil, ayna gibidir” denmiştir. Ayna camdandır ama sırlıdır. Cam tozlandığı
zaman, bırakın uzakları seyretmeyi, yakını bile göremezsiniz. Görüş mesafeniz
daralır. Rüyetiniz kuru dumanlı, pusludur artık. Bu lekeler çoğalırsa sis
çöker yazıya ve göz gözü görmez olur; ne şekil kalır,
ne anlam.
Dilin
temizliği kadar devamlılığı da önemlidir. Dün olmadan bugün, bugünsüz de yarın
olmaz. Ortalama kültür sahibi bir İngiliz Kelti, Germenleri anlayıp
Shakespeare’yi tercümansız olarak okurken, bizim bir mezar taşındaki kitabeyi
okuyamamamız, daha altmış yetmiş sene önce yazılan romanları gençlerimiz
anlasın diye sadeleştirmemiz ne acıdır!
Attilâ
İlhan, “Yûnus Emre’yi, Pîr Sultan Abdal’ı, Şeyh Galib’i, Baki’yi, Nedim’i inkâr
ederek bir yere varamayız. Biz Yakup Kadri’yi, Halide Edib’i, Reşat Nuri’yi Meşrutiyet’ten
yani Osmanlı’dan devraldık. Bugünün gençleri o kitapları tercüme ederek
okuyabiliyorlar. Yabancı bir milletin lisanını
kullanırsanız, zamanla o milletin kölesi olursunuz! Bana kalsa, Osmanlıcayı
okullarda mecburî ders olarak okuturdum”[ii] deyip durdu ölene kadar.
Dil de yanar. Dil de
yaralanır, yaralar. Ne söylersen söyle, istediğin kadar “dil dök”, bir türlü
anlatamazsın kederini kimi zaman. “Dilinde tüy biter”. Ne çare ki, o, “dilinin
ucuyla” dinler seni. Asıl mesele gönüldedir. Yeter ki “taş bağırlı” olmasın
insan!
Yûnus Emre ses verir
dilimize: “Taş gönülde ne biter/ Dilinde
ağu tüter/ Nice yumuşak söylese/ Sözü savaşa benzer.”
Dilimizi çiçeklerle
bezemek, yılanı deliğinden çıkarmaktır hüner!