Dilim, benim anayurdum!

Dilin işi de zor! Kolay mı onca kelimenin yükünü taşımak? Vücudumuzdaki en sağlam kas olması ondan mı? O kadar sağlam olmasa nasıl baş eder onca yükle? Dayanamaz bazen bu yüke ve fırlatır oklarını, büyür cürmü.

ELİMİN kalem tutmasında, yazarlar arasında adımın anılmasında pek çok kimsenin etkisi var elbette, ancak Türkçeyi ilk öğrendiğim, ninni ve masallarıyla her zaman benim için canlı bir hafıza olan rahmetli anacığımın yeri doldurulamaz katkısı hepsinden fazla.

Dilimiz için “anadili” denmesi boşuna değil. “Dil, insanın anayurdudur” dense yeridir. Eskiler boş yere “Dil giderse il (ülke) gider” dememişlerdir. Diline sahip çıkamayan, iline de sahip çıkamaz, yurdunu da koruyamaz. İline sahip olmak, diline sahip olmaya bağlıdır bir bakıma. Vatanın manevî sınırlarını korumak, söz süvarilerinin işidir.

Dil, kalbin anahtarı, gönül hazinemizin yağmalanmaması için yaptığımız tılsım. Boş bulunup kem söz ettiğimizde yaralar, yaralanır sözcük. Demlendirip konuştukça ağızdan bal akar. Kalp kırmak dilimizden dökülecek bir lâfa bakarken, gönüller bir sözle sevgiye akar. Dil sustukça şişer, tartıp yutkundukça kelimeler pişer.

Kiminin dilinden bal akar; sözü yürekten gelir çünkü, varacağı yer gönüldür. Gönülden gönle çağlayıp akar sessiz ırmaklar gibi. Gönül dilidir bu.

Sözde fazlalık olabilir, yalan karışabilir cümlelere. Ağızdan maksadını aşarak çıkabilir lâkin asla yalan söylemeyen, bizi her zaman olduğumuz gibi gösteren bir dil vardır; beden dili…

Bir dil daha vardır ki, kişinin Allah’la arasında sapasağlam bir köprüdür. Perdeler çekilmiş, engeller kalkmıştır aradan. Lisan-ı hâl ile huzuruna kabul eder bizi Yaratan. İşte bu da hâl dili!

Dili doğru olanın hâli de doğru olur. İnsanların farklı dilleri konuşuyor olmaları, birbirleriyle tanışıp anlaşmaları için değil mi? Dillerin Babil Kulesi’nden geldiği efsane olsa da, gerçek olan şu ki, bütün dillerin yolu lisan-ı hâle varır.

Söz, fırlatılan ok gibidir

Nazlı yârin kapısında dil dökeriz. Dilimizden düşmez sevdiklerimizin adı. Duyabilene taş duvarlar da “dile gelir”, konuşur. Acıyla kavrulunca yüreğimiz, “dilimiz tutulur”; bir türlü söyleyemez kara haberi, “dilimiz damağımıza yapışır”. Şaşkınlıktan “dili dolaşır” insanın.

Dili durmaz boşboğazın. Uzar bir karış, “pabuç” gibi… Ne de olsa “dilin kemiği yok”. En olmayacak sözü söyler, en beter haberi pervasızca duyurur. “Dilini eşek arısı soksun!” demeye mecbur bırakır insanı. Aldığı kargıştan olacak ki, önünde sonunda “dilinin cezasını çeker”.

Dilin işi de zor! Kolay mı onca kelimenin yükünü taşımak? Vücudumuzdaki en sağlam kas olması ondan mı? O kadar sağlam olmasa nasıl baş eder onca yükle? Dayanamaz bazen bu yüke ve fırlatır oklarını, büyür cürmü.

Kimi tutamazken dilini, kimi de “dilinin ucuna” geldiği hâlde bir türlü söyleyemez diyeceğini, lâl olur, sanki dilsizdir dil. Arif olan anlar ve “Dilinin altında bir şey var” der suskunluğunu bozmak için. Yeter ki bir “bakla” çıkmasın dilinin altından!

“Türkçe, Erenköy’de bahardır”

Dil olmasa hâlimiz nice olurdu? Bize konuşmak gibi üstün bir meziyet veren Yüceler Yücesine şükrümüzü nasıl sunardık dilsiz? Dilimiz olmasa nasıl kanatlanırdı dualar? Onsuz sesi çıkmazdı en büyük hatiplerin.

Nihat Sami Banarlı’nın “Türkçe’nin Sırları”, Feyza Hepçilingirler’in “Böyle Diyor Türkçe Off”, Oktay Sinanoğlu’nun “Türkçe Giderse Türkiye Gider”, “Bye Bye Türkçe” ve Yavuz Bülent Bakiler’in “Sözün Doğrusu” kitaplarını hatırlamakta fayda var. Bu arada Hakkı Devrim’in Radikal gazetesindeki “Cihannüma” yazılarını da anmak gerek. Dil yanlışlıklarını çok sıkı takip edip köşesinde açıkladığından, kendisine “Dil Zabıtası” denildiğini de hatırlıyorum.

Nihat Sami Banarlı, Türkçeyi Yahya Kemal’in eserlerinde kullandığı dil olarak tanımlar ve şöyle der: “Türk dili, ‘Kendi Gök Kubbemiz’ kitabını meydana getiren muhteşem şiirlerin söylendiği lisandır. Bir dil ‘Açık Deniz’ gibi, ‘Sülaymaniye’de Bayram Sabahı’ gibi, ‘Bir Tepeden’, ‘Itrî’, ‘Vuslat’ ve ‘Erenköyü’nde Bahar’ gibi şiirler söyleyebiliyorsa, bu dil, hatta dünya ölçüsünde büyük lisan demektir. ‘Kendi Gök Kubbemiz’ bir semboldür. Türkçe ona benzer ve onun ayarında İstiklâl Marşı gibi, Çanakkale Şehitleri gibi, Bülbül gibi, Ahmet Haşim’in ‘Piyale’sinde mûsikîleşen şiirler gibi, Orhan Seyfi’nin ‘Peri Kızıyla Çoban Hikâyesi’ gibi, Faruk Nafiz’in ‘Han Duvarları’ gibi daha nice şiirler söylenmiştir. Bir milleti ebediyen ayakta tutabilecek kudretteki bu müstesna şiirler, biliyoruz ki milletimizi çürütmek isteyenlerin kâbusudur.”[i]

İsmail Gaspıralı bizi “dilde, fikirde, işte” birliğe çağıralı bir asır oldu. Öyleyse el ele, gönül gönle olmak için daha ne bekliyoruz?

Dil yâremiz

Dil, ana sütü gibi ak ve temiz olmalıdır. Bir damla sirke nasıl sütü bozarsa, yanlış bir kelime de dili bozar. “Dil, ayna gibidir” denmiştir. Ayna camdandır ama sırlıdır. Cam tozlandığı zaman, bırakın uzakları seyretmeyi, yakını bile göremezsiniz. Görüş mesafeniz daralır. Rüyetiniz kuru dumanlı, pusludur artık. Bu lekeler çoğalırsa sis çöker yazıya ve göz gözü görmez olur; ne şekil kalır, ne anlam.

Dilin temizliği kadar devamlılığı da önemlidir. Dün olmadan bugün, bugünsüz de yarın olmaz. Ortalama kültür sahibi bir İngiliz Kelti, Germenleri anlayıp Shakespeare’yi tercümansız olarak okurken, bizim bir mezar taşındaki kitabeyi okuyamamamız, daha altmış yetmiş sene önce yazılan romanları gençlerimiz anlasın diye sadeleştirmemiz ne acıdır!

Attilâ İlhan, “Yûnus Emre’yi, Pîr Sultan Abdal’ı, Şeyh Galib’i, Baki’yi, Nedim’i inkâr ederek bir yere varamayız. Biz Yakup Kadri’yi, Halide Edib’i, Reşat Nuri’yi Meşrutiyet’ten yani Osmanlı’dan devraldık. Bugünün gençleri o kitapları tercüme ederek okuyabiliyorlar. Yabancı bir milletin lisanını kullanırsanız, zamanla o milletin kölesi olursunuz! Bana kalsa, Osmanlıcayı okullarda mecburî ders olarak okuturdum”[ii] deyip durdu ölene kadar.

Dil de yanar. Dil de yaralanır, yaralar. Ne söylersen söyle, istediğin kadar “dil dök”, bir türlü anlatamazsın kederini kimi zaman. “Dilinde tüy biter”. Ne çare ki, o, “dilinin ucuyla” dinler seni. Asıl mesele gönüldedir. Yeter ki “taş bağırlı” olmasın insan!

Yûnus Emre ses verir dilimize: “Taş gönülde ne biter/ Dilinde ağu tüter/ Nice yumuşak söylese/ Sözü savaşa benzer.”

Dilimizi çiçeklerle bezemek, yılanı deliğinden çıkarmaktır hüner!



[i] Develi, Hayati (2010), Dil Doktoru, İstanbul. Kesit yayınları (5.Baskı) s.153

[ii] TRT-2 konuşmaları. Türk Edebiyatı Dergisi Mart-2002. s.34 ve Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan 20.10.2004 tarihli röportaj.