Dilenme kültürü

Tek çözüm yolu, Allah’ın Kur’ân’da bize lâyık gördüğü gerçek ve ekmel din olan İslâm’a geri dönmek, onun mesajını iyi anlamak ve kavramak, aklın ve ilmin önderliğinde sürekli olarak çalışmak, çalışmak, üretmek ve üretmektir.

HEP düşünmüşümdür; bu topraklarda ve İslâm coğrafyasında dilenme ve dilencilik kültürünün bu kadar yaygın oluşunun sebebi nedir acaba? Sadece bireysel dilenmeden bahsetmiyorum; toplumsal dilenme ve daha ötesinden…

Evet, “ekonomik sebepler” gösterilebilir bunun için. Bu birincil sebepler de olabilir. Ama meseleyi tam olarak izah etmeye yetmiyor bence. Başka sebepleri de hesaba katmak gerekiyor kanaatimce. Meselâ dînî, siyâsî ve kültürel sebepler gibi…

Dînî sebepler

Evet, din (İslâm), infak etmeyi, yardımlaşmayı, dayanışmayı emretmiş ve teşvik etmiştir ama bundan önce aklı kullanmayı, ilim sahibi olmayı, zamanı iyi değerlendirmeyi, çalışmayı, araştırmayı, üretmeyi ve bunun sonucunda kimseye muhtaç olmadan şahsiyetli, haysiyetli, şerefli ve başı dik bir şekilde yaşamayı da emir ve teşvik etmiştir. Hâl böyleyken, Müslüman toplumlar bunun tersini yapmış, aklı kullanmamış, ilim/bilim sahibi olmamış, zamanı iyi değerlendirmemiş, yeterince çalışmamış, üretmemiş, araştırma yapmamış ve ortaya bir şey koymamıştır. En azından son yüzyıllarda durum böyledir.

İnandıkları dinin kitabı (Kur’ân) bunu söylerken yâni aklı kullanmayı ve ilim sahibi olmayı emrederken, bizimkiler (Müslümanlar) Hint mistisizm ve tasavvuf anlayışının etkisiyle fakirliği, yoksulluğu, miskinliği ve tembelliği tercih etmiş, “Bir lokma, bir hırka” felsefesine râm olmuşlardır. Yücelttikleri “Miskin Yunus”un “miskin”lik sıfatı bunun en çarpıcı örneklerindendir. Bu örnekte bile bu sıfat, İslâm’ın “İki günü birbirine eşit olan zarardadır” anlayışına terstir. Bu şekilde Yunus’un “miskinlik” sıfatına sürekli olarak yapılan atıf, Müslüman insanın bilinçaltına ister istemez miskinliği aşılamış, dünyaya sırt dönme, sürekli olarak züht ve münzevî bir hayat yaşama algısı ve olgusu netice itibariyle Müslüman toplumların fakirleşmesini ve yoksullaşmasını beraberinde getirmiştir.

Pek tabiî olarak bu durum, Müslüman bireyin bir başkasına muhtaç hâle gelmesine yol açmıştır. Müslüman birey, “veren elden alan el” konumuna düşmüş ve bunların neticesinde de şahsiyet, haysiyet ve şerefini kaybederek başı önde dilenmeye ve dilencilik yapmaya razı olmuştur. Böylece bu topraklarda “dilenme ve dilencilik kültürü” gün geçtikçe yaygınlaşmış ve bugünkü düzeylere ulaşmıştır.

Bütün bu olumsuzluklara gelenekselleşmiş kültür İslâm’ının resmî kurumları ve kurumsallaşmış gayr-i resmî dînî grupların (cemaat ve tarikatlar) temsilcileri hizmet etmiş ve bu meyanda büyük katkı sağlamışlardır. Ne yazıktır ki, bunu bilinçli bir şekilde yapmışlardır. Dikkat edilirse bu resmî ve gayr-i resmî kurumlar her vesileyle ve sürekli olarak Müslüman halktan para istemekte (“dilenmekte”), Müslüman halkın dînî duygularını istismar ederek bir nevi “sömürücülük” yapmaktadırlar. Bu grupların faaliyetleri maddî açıdan mercek altına alınırsa ne demek istediğim açıkça anlaşılır sanırım.

Yine dikkat edilirse bu durum vaazlarda, hutbelerde, sohbetlerde sürekli olarak dile getirilir ve halktan para toplamak için âyetlerle, hadislerle, hikâye, menkıbe ve rüyâlarla da desteklenir. Hep infak etmeye, yardımlaşma ve dayanışmaya vurgu yapılır. Aklı kullanmak, ilim sahibi olmak, çalışmak ve üretmek pek ön plâna çıkarılmaz. Böylece dilenme kültürü bu topraklarda hiç eksik olmaz, fakirlik ve yoksulluk da hiç bitmez.

Hâlbuki bir Çin atasözünde olduğu gibi, “Bir insana iyilik yapmak istiyorsan, ona balık ikram etmektense balık tutmayı öğret” darb-ı meseliyle Müslümanları akıllarını kullanmaya, ilim sahibi olmaya, becerilerini geliştirmeye, üretmeye ve bir başkasına muhtaç olmamaya dâvet etmek gerekir. İşte vaaz, hutbe ve sohbetlerde ana tema olarak para toplamayı (bir nevi dilenme) ön plâna çıkarmaktansa Müslüman halkı öğrenmeye, çalışmaya, üretmeye ve kimseye muhtaç olmamaya dâvet etmek daha faydalı olur sanırım.

Siyâsî sebepler

Osmanlı’nın son dönemleri de dâhil olmak üzere uzun yıllar ülkeyi yönetenler “saltanat kayıkları”yla “Lâle Devri”ni yaşarlarken, ilim/bilim, teknoloji, çalışma, istihdam ve üretim alanlarında kayda değer bir katma değer üretemedikleri için Batı’ya muhtaç olmaktan kurtulamamışlar, “Duyûn-u Umûmiye” girdabının anaforlarında kaybolup gitmişlerdir.

Devleti “dilenci” durumuna düşüren bu durum Cumhuriyet döneminde de devam etmiş, Marshall yardımı, IMF ve Dünya Bankası’na olan borçlar -en azından son zamanlara kadar- Devlet’te bir haysiyet bırakmamış, ülke “70 sente” muhtaç edilerek milletçe başımız öne eğdirilmiştir. Unutulmasın ki, borç alan, emir de alır.

Şu sıralarda da benzer şeylerin olmaması için harekete geçen Devlet, diken üzerinde durmanın telâşıyla birtakım arayışlar içine girmiştir. Yakın geçmişte yapılan Arap ülkeleri ziyâreti ve ekonomi bürokrasisinin yenilenmesi bunun göstergelerindendir. Ancak bilim, teknoloji, üretim ve istihdam imkânları yaratılmadıktan sonra işlerin kalıcı olarak hâlledilmesi zor görünmektedir. Onun için tüketim ve israf ekonomisinden üretim ve tasarruf ekonomisine geçilmesinde büyük faydalar vardır.

Ayrıca Devlet’in sürekli olarak yoksul ve yoksun kesimlere para dağıtması, aynî ve nakdî olarak yardım yapması olağanüstü şartlarda (deprem gibi) bir anlam ifâde etse de orta ve uzun vâdede tembelliği ve miskinliği artırmaktan ve dahi “dilenme kültürünü” yaygınlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Dolayısıyla bu kültürün oluşmasında gelmiş geçmiş iktidarların yanında mevcut iktidarın da büyük vebâli ve sorumluluğu vardır. İnsanın aklına gelmiyor değil; acaba siyâsîler ve muktedirler vatandaşı kendilerine bağımlı kılmak, bu topraklarda sürekli olarak bir itaat ve biat kültürü oluşturmak için mi bunu yapıyorlar, bilmiyorum doğrusu.

Kültürel sebepler

Kültürün yapıcısı ve yaratıcısı insandır. İnsan yapımı olan kültürler yapa ede yüz, hatta binlerce yıl içinde yerleşik hâle gelir, kemikleşir, gelenekleşir. Dolayısıyla gelenekselleşen kültürler kolay kolay değişmez. Değiştirilmesi zordur ve zaman alıcıdır. İşte bizim bu dilenme ve “dilencilik” kültürümüzün de târihî bir arka plânı vardır. Bu kültürün oluşması yüzlerce yıl almıştır. Mezkûr kültür oluşumunun sosyolojik dinamiklerini göz ardı etmeden, bu oluşumda dinin de önemli bir payının olduğunu vurgulamaktan imtinâ etmeyeceğim.

Ama burada sormak lâzım: “Hangi din?” Cevap: Tabiî ki dine karşı olan din! Yâni Kur’ân merkezli İslâmiyet’e karşı gelenekselleşmiş kültür dini… Başka bir ifâdeyle, Rasûl kanalıyla gelen “Vahiy İslâm’ı”na karşı eklektik bir yapı arz eden ve Hint mistisizminden pagan Yunan inancına, İsrâîliyyâttan mesihyân ve Pavlusyân Hıristiyanlık inancına varıncaya kadar kültürel bir yapıya bürünmüş ve onlardan önemli derecede etkilenmiş olan “yaşayan Müslümanlık”…

Hâl böyle olunca, mistik Hint fakirliği, şirke bulaşmış Yunan paganizmi, esrarlı Yahudi İsrâîliyyâtı, kurtarıcı bekleyen Pavlusyan Hıristiyanlığı bu topraklarda ve İslâm coğrafyasındaki Müslümanları etkilemiş, miskin, tembel ve “bir lokma bir hırka”ya mahkûm olan bir din anlayışını, dolayısıyla dilenme ve dilencilik kültürünü de beraberinde getirmiştir.

Şimdi sormak lâzım: “Ey Müslümanlar! Bu sizin için bir zül değil midir? Ne zaman akıllanacak ve kendinize geleceksiniz?”

İşte bunun tek çözüm yolu, Allah’ın Kur’ân’da bize lâyık gördüğü gerçek ve ekmel din olan İslâm’a geri dönmek, onun mesajını iyi anlamak ve kavramak, aklın ve ilmin önderliğinde sürekli olarak çalışmak, çalışmak, üretmek ve üretmektir. O zaman göreceksiniz ki, nice “İslâm İnsanlık Medeniyetleri” kurulacak ve insanlığa numûne-i imtisâl olacaktır.