Dilenci

Çorbaya daldırdığım ilk kaşıkta, “Sen hiç kelle paça yemedin mi hayatında? Mercimek çorbası muamelesi yapma şu güzelim nimete!” diyerek sirke, sarımsak, karabiber, pul biber ve masada ne kadar baharat varsa yığdı önüme. Aklım gidip geliyordu; deli miydi, dilenci miydi, kimdi bu adam?!

KURTULUŞ Parkı’nda, Celal Bayar Bulvarı’na bakan banklardan birinde yeterince oturduğumu söyleyen zihnim, bedenimi rahat bırakmıyordu. Sıkılmış olmalıydım ki ellerim sık sık kravatımı düzeltmek için hareketleniyor, gözlerim sol kolumdaki saatle caddeden geçen resmî araçları kontrol arasında mekik dokuyordu.

Uzun sayılacak bir süre beklemiş olmanın umutsuzluğu mevsimin de etkisiyle pişmanlığa doğru eviriliyordu. Üşümeye başlamıştım ve altında oturduğum genç çınar ağacının yaprakları sonbahar rüzgârları ile sağa sola savrulurken, aklım, bu görüşmenin ne kadar gerekli olduğunu sorgulamaya başlamıştı. Niyetim sadece uzun zamandır görmediğim yüksek bürokrat arkadaşıma hâl hatır sormaktı. “Ankara’ya gelirsen mutlaka uğra” diyordu istisnasız her telefon görüşmemizde. Bunu o kadar sık ve ısrarla söylemişti ki gittiğimde uğramazsam çok ayıp olacağı düşüncesi baskı boyutunda yer etmişti içimde.

Beklemem gereken yeri o tarif etmişti dün ona geleceğimi söylediğimde. Saatini ve yerini kararlaştırdıktan sonra da kahvaltı yapmamamı tembihlemişti. Bildiği çok meşhur bir çorbacı varmış, kurumdakiler hep oraya takılırmış. Mâkâm arabasıyla çorbacıya gitmek bana göre bir iş olmasa da galiba şeytana uymaya karar vermiştim.

Birkaç kez oturduğum yerden kalkarak gitmeye niyetlenip sonra vazgeçtim. Randevu saatimizin üzerinden yaklaşık bir saat geçmişti. Whatsapp mesajımı görmedi, iki kez aramama rağmen telefon açılmadı. Endişelenmeli miydim, üzülmeli mi, bilemedim. Etrafıma göz gezdirdim; parkta yiyecek arayan birkaç kargayı saymazsak, benden ve az önce ters ters bakarak geçip giden -argo deyimle kılıksız- adamdan başka kimse yoktu. Biraz da sanırım bu yalnızlık hissi oluşturan sakinlik etkili olmuş olmalıydı; son kez saatimi ve kravatımı kontrol ederek yerimden kalktım. Aklımdan geçen ihtimâllerden bir tespih yapıp “Lâ havle” çekerek yürümeye başladım. İlk önce meşhur çorbacı niyetine sakladığım açlığımı bastırmalıydım…

Ankara, çok nadir yolumun düştüğü, yabancısı olduğum bir şehir. Buraya her gelişimde nedense ilk hissettiğim, bir an önce geri dönme isteği olmuştur. Caddelerinin ve de sokaklarının beni tanımadığı bu şehrin soğuk bir sonbahar sabahında oturduğum parktan ayrılıp bilmediğim bir yöne doğru yürümeye başladım. Hangi yöne gideceğinin önemli olmadığı ama bir karar vermek zorunda kaldığı zamanları olur insanın, tam da öyle bir kavşaktaydım. Sağa sola, yukarı ve aşağıya, her tarafa gidebilirdim. Ben bile merak ettim, neye göre karar verecektim? İçimde oluşan yaralanmışlık hissinin etkisiyle sanırım Sıhhiye tabelasını buldu algılarım. Yol üstünde de elbet gözüme hoş görünen bir çorbacıya rastlardım…

Üç beş masalık şirin bir esnaf lokantasının önünde durduğumda “Burası güzel” diye seslendi biri. Takip edildiğimi, sesin geldiği tarafa döndüğümde anladım: “Kelle paçası çok iyidir, Maraş usulü yaparlar, ben kefilim.”

Bu meczuba, yarı deli (belki de tam deli) adama inanmalı mıydım, karar veremedim. Adamın kirli görünen sakallarına, sigaradan sararmış gibi duran bıyıklarına bakarken içerideki sıcak hava, açık kapıdan yüzüme vuruyordu. Çorbanın tadını bilmem ama sıcak havanın bir cazibesi olduğu kesindi. Hem içeri girersem, musallat olan dilenci kılıklı adamdan kurtulmuş olurdum belki.

Bütün cesaretimi toplayıp, insana hiç de güven vermeyen ama çorbanın tadına kefil olan bu adama, “Beğenmezsem parasını sen ödersin” dedim. Söylediğimi ciddiye alıp benden uzaklaşmasını ummuştum ama yanılmıştım. Tereddüt bile etmeden, “Canın sağ olsun baba!” dedi.


İçeri girdim, adamın tavsiyesine uyarak siparişimi verecekken yanımdaki gölge seslendi: “Bana da bir çorba söylesene…”

Sesin sahibini tanıyordum artık ve dilenciye hem benzeyen, hem de benzemeyen bu adamı iyiden iyiye merak eder olmuştum. Çorba parası isteyenleri değil ama çorba isteyenleri bugüne kadar hiç geri çevirmemiştim. Siparişlerimizi verip aynı masaya oturduk. Dilencilerde görmeye alıştığımız ezik hâl ve isterken yalvaran ses tonu yoktu adamda. Daha çok, emreder gibiydi!

Aslında dikkatle bakıldığında, çorba istemesinin dışında onu dilenci olarak niteleyecek bir özelliği yoktu. Evet, üzerindeki palto ve başındaki bere biraz eski, saçı sakalı da biraz karışık duruyor olabilir ama bu, onun tam bir dilenci olduğunu göstermezdi. Ekmeği bölerken ellerine baktım, oldukça temiz görünüyorlardı. Üstelik iyi temizlenmediklerinden dolayı dilencilerin üzerlerinde oluşan yoğun kir kokusu bu adamda yoktu.

Çorbaya daldırdığım ilk kaşıkta, “Sen hiç kelle paça yemedin mi hayatında? Mercimek çorbası muamelesi yapma şu güzelim nimete!” diyerek sirke, sarımsak, karabiber, pul biber ve masada ne kadar baharat varsa yığdı önüme. Aklım gidip geliyordu; deli miydi, dilenci miydi, kimdi bu adam? Sabah sabah ne yaşıyordum ben?

Birkaç kaşık sonrası gözlerini kaldırıp, “Üzülme, bu Angaralılar sık sık yapar bunu. Bak bana, beklemekten saçım sakalım ağardı” diyerek gülümsedi. “Kimden ne bekledin saçın sakalın ağarıncaya kadar?” diye sordum. “Bir çorbaya satmam hikâyemi ama öğle yemeğine fit olurum” demesin mi? “Çattık!” dedim içimden. Kontrolü ele alma zamanı gelmişti. “Ben de hikâye alıcısı değilim, sen bilirsin. Zaten birkaç saat sonra beni arasan da bulamazsın” diye karşılık verdim. Nereli olduğumu sordu biraz durakladıktan sonra ilk tanışan her Türk gibi. Memleketimi söyleyince, “Bilirim sizin oraları” dedi, “Saman alırdım kışın hayvanlara yedirmek için”. Bir kere daha şaşırmıştım. Bir öğle yemeği ısmarlamaya değerdi aslında. İpuçları ilginçti. Belki bir yemekten fazlası bile ederdi. Ne kazandıracaktı bana merakımı gidermekten başka? İnsan zaten hayatını bir merak uğruna harcamıyor muydu, bir garibana öğle yemeği ısmarlamışsın, çok mu? Hem anlatacağı şeyler ilginç olmasa ne çıkar, Allah rızası için bir garibanın karnını doyurmuş olacaksın sana yaban olan şu ellerde.

Birkaç isim sordu bizim oralardan. Tanımadığımı söyledim. Onları tanımayışımı genç oluşuma bağladı. “Tanımasan da olur zaten” dedi, “Gereksiz adamlardı bu dünya için”. Bir an bir katille karşı karşıya olup olmadığımı düşünüp ürperdim. “Hâlâ yaşıyorlar mı, bilmiyorum” deyince rahatladım. Çok merak ediyorsa hayatta olup olmadıklarını öğrenebileceğimi söyledim. “Bir telefona bakar” dedim, bizimkiler mutlaka tanıyordur. “Alacağımı aldım ben onlardan” dedi. Merak katsayım, adamın sarf ettiği her cümle sonrasında artıyordu. Hiçbirini tanımıyor olsam da on civarında isim saymıştı bizim oralardan. İçlerinden sadece biri avukat, diğeri eski belediye başkanlarından olan iki kişinin ismi tanıdık gelmişti. Hem artık yenildiğim merak, hem de sevap dürtüsüyle Pandora’nın kutusunu açacak soruyu ne dilime, ne de kılık kıyafetime uymayan bir jargonla sordum: “Nasıl oldu bu iş dayı?”

Soru, esrarengiz adamın öğle yemeği teklifini kabul ettiğim anlamına geliyordu. O bıyık altından gülümserken, ben öğle yemeğine kaç para ödeyeceğimi tahmin etmeye çalışıyordum.

Çorbalarımızı bitirip dışarı çıktık. Ankara’nın öz öncesine göre katmerlenmiş soğuğunda aklıma takılı kalan tabeladaki istikamete doğru yürümeye başladık. Üç beş adım sonra durup sordu: “Ben dilenci miyim?”

Yine şaşırtmıştı beni. Hiç beklemediğim soru karşısında afallamıştım. “Ne diyeceğini bilmediğinin farkındayım. Ama korkmadan ‘Evet’ diyebilirsin. Evet, ben geçimini insanlardan para toplayarak sağlayan bir dilenciyim” diyerek başladı anlatmaya…

Bundan yaklaşık otuz yıl kadar önce, evli barklı, üç çocuk babası ve bir ahır dolusu hayvanı olan bir adam olarak Yozgat’ta yaşıyormuş. Bizim oraları bilmesi de bundan. Bir gün hayvanları bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış ve hemen hepsi telef olmuş. Toparlanmak için kimin kapısına gittiyse eli boş dönmüş. Üstelik sözlerini senet belleyerek ne süt verdiği mandıralardan, ne veresiye hayvan sattığı kasaplardan bir kuruş tahsil edemeyince, geçim sıkıntısı hâd safhaya ulaşmış. Eşi de çocuklarını alıp babasının evine gidince, onun deyimiyle hepten kayışı koparmış. Aylar sonra meczup hâlde dolaşırken insanların kendisini tanımadığını fark edince, bunu fırsata çevirmeye karar vermiş. Bazen dilenerek, bazen yalvararak, fırsatını bulduğunda da çalarak mandıralardan, marketlerden (biraz uzun sürse de) alacaklarını tahsil etmiş. Sonra da Yozgat’ı terk edip İstanbul, İzmir derken Ankara’ya demir atmış.

Hikâye ilginçti ama hikâyenin adamı filozof hâle getirmesi sanırım daha da ilginçti. “Önemli bir şeyi fark ettim bu süreçte” dedi, “Bir iş olmuşsa, mutlaka olması gerektiğinden ötürüdür. Bu gereklilik bana bir misyonum olduğunu öğretti. Aslında herkesin bir misyonu var ama kimse bunun farkında değil; doyumsuz ve bencil olan insan, varlık sebebinden habersiz yaşıyor. Misyonumun ne olduğunu öğrendim, şimdi bunun için yaşıyorum. Gördüğün bu cadde dolusu insanların hepsinin cüzdanında ihtiyaç sahiplerinin hakkı olan miktarlar var. İstemeyince kimse vermiyor, hepsini kendilerinin sanıyorlar. Ben insanlardan bunu alıyor ve asıl sahiplerine iade ediyorum. İnsanlar farkında değil belki ama iki taraflı iyilik yapıyorum; aldıklarımın içi huzur doluyor, dağıttıklarım ise mutluluktan uçuyor. Evet, topladıklarımı dağıtıyorum. Biriktirmiyorum, çünkü biriktirmek kambur oluşturur sırtında. Sakin ve sade yaşamak güzeldir. Aç kalmak endişesi kadar yersiz bir duygu yoktur, zira karnını doyurmak çok basittir”.

O anlattıkça ben bir sis bulutu içinde yürür hâle geldim. Hangi caddelerden geçtik, hangi sokaklardan döndük, ne kadar zaman geçti, farkında değildim. Konuşma bittiğinde, Hacı Bayram Camiî’nin avlusundaydık. Bir ara telefonum çaldı. İzin isteyerek çalan telefonumu cevapladım. Arayan, yüksek bürokrat arkadaşımdı. Özür diliyordu; anî ve gitmesi elzem bir toplantısı çıkmış. “Önemli değil” dedim, “Olması gereken ne ise o oluyor”...