KURTULUŞ Parkı’nda, Celal Bayar Bulvarı’na bakan banklardan
birinde yeterince oturduğumu söyleyen zihnim, bedenimi rahat bırakmıyordu. Sıkılmış
olmalıydım ki ellerim sık sık kravatımı düzeltmek için hareketleniyor, gözlerim
sol kolumdaki saatle caddeden geçen resmî araçları kontrol arasında mekik
dokuyordu.
Uzun sayılacak bir süre beklemiş olmanın umutsuzluğu
mevsimin de etkisiyle pişmanlığa doğru eviriliyordu. Üşümeye başlamıştım ve altında
oturduğum genç çınar ağacının yaprakları sonbahar rüzgârları ile sağa sola savrulurken,
aklım, bu görüşmenin ne kadar gerekli olduğunu sorgulamaya başlamıştı. Niyetim
sadece uzun zamandır görmediğim yüksek bürokrat arkadaşıma hâl hatır sormaktı.
“Ankara’ya gelirsen mutlaka uğra” diyordu istisnasız her telefon görüşmemizde.
Bunu o kadar sık ve ısrarla söylemişti ki gittiğimde uğramazsam çok ayıp
olacağı düşüncesi baskı boyutunda yer etmişti içimde.
Beklemem gereken yeri o tarif etmişti dün ona geleceğimi
söylediğimde. Saatini ve yerini kararlaştırdıktan sonra da kahvaltı yapmamamı
tembihlemişti. Bildiği çok meşhur bir çorbacı varmış, kurumdakiler hep oraya
takılırmış. Mâkâm arabasıyla çorbacıya gitmek bana göre bir iş olmasa da galiba
şeytana uymaya karar vermiştim.
Birkaç kez oturduğum yerden kalkarak gitmeye niyetlenip
sonra vazgeçtim. Randevu saatimizin üzerinden yaklaşık bir saat geçmişti. Whatsapp
mesajımı görmedi, iki kez aramama rağmen telefon açılmadı. Endişelenmeli
miydim, üzülmeli mi, bilemedim. Etrafıma göz gezdirdim; parkta yiyecek arayan
birkaç kargayı saymazsak, benden ve az önce ters ters bakarak geçip giden -argo
deyimle kılıksız- adamdan başka kimse yoktu. Biraz da sanırım bu yalnızlık
hissi oluşturan sakinlik etkili olmuş olmalıydı; son kez saatimi ve kravatımı
kontrol ederek yerimden kalktım. Aklımdan geçen ihtimâllerden bir tespih yapıp “Lâ
havle” çekerek yürümeye başladım. İlk önce meşhur çorbacı niyetine sakladığım
açlığımı bastırmalıydım…
Ankara, çok nadir yolumun düştüğü, yabancısı olduğum bir
şehir. Buraya her gelişimde nedense ilk hissettiğim, bir an önce geri dönme
isteği olmuştur. Caddelerinin ve de sokaklarının beni tanımadığı bu şehrin
soğuk bir sonbahar sabahında oturduğum parktan ayrılıp bilmediğim bir yöne
doğru yürümeye başladım. Hangi yöne gideceğinin önemli olmadığı ama bir karar
vermek zorunda kaldığı zamanları olur insanın, tam da öyle bir kavşaktaydım.
Sağa sola, yukarı ve aşağıya, her tarafa gidebilirdim. Ben bile merak ettim,
neye göre karar verecektim? İçimde oluşan yaralanmışlık hissinin etkisiyle
sanırım Sıhhiye tabelasını buldu algılarım. Yol üstünde de elbet gözüme hoş
görünen bir çorbacıya rastlardım…
Üç beş masalık şirin bir esnaf lokantasının önünde
durduğumda “Burası güzel” diye seslendi biri. Takip edildiğimi, sesin geldiği
tarafa döndüğümde anladım: “Kelle paçası çok iyidir, Maraş usulü yaparlar, ben
kefilim.”
Bu meczuba, yarı deli (belki de tam deli) adama inanmalı
mıydım, karar veremedim. Adamın kirli görünen sakallarına, sigaradan sararmış
gibi duran bıyıklarına bakarken içerideki sıcak hava, açık kapıdan yüzüme
vuruyordu. Çorbanın tadını bilmem ama sıcak havanın bir cazibesi olduğu
kesindi. Hem içeri girersem, musallat olan dilenci kılıklı adamdan kurtulmuş
olurdum belki.
Bütün cesaretimi toplayıp, insana hiç de güven vermeyen ama çorbanın tadına kefil olan bu adama, “Beğenmezsem parasını sen ödersin” dedim. Söylediğimi ciddiye alıp benden uzaklaşmasını ummuştum ama yanılmıştım. Tereddüt bile etmeden, “Canın sağ olsun baba!” dedi.
İçeri girdim, adamın tavsiyesine uyarak siparişimi
verecekken yanımdaki gölge seslendi: “Bana da bir çorba söylesene…”
Sesin sahibini tanıyordum artık ve dilenciye hem benzeyen,
hem de benzemeyen bu adamı iyiden iyiye merak eder olmuştum. Çorba parası
isteyenleri değil ama çorba isteyenleri bugüne kadar hiç geri çevirmemiştim. Siparişlerimizi
verip aynı masaya oturduk. Dilencilerde görmeye alıştığımız ezik hâl ve
isterken yalvaran ses tonu yoktu adamda. Daha çok, emreder gibiydi!
Aslında dikkatle bakıldığında, çorba istemesinin dışında
onu dilenci olarak niteleyecek bir özelliği yoktu. Evet, üzerindeki palto ve
başındaki bere biraz eski, saçı sakalı da biraz karışık duruyor olabilir ama bu,
onun tam bir dilenci olduğunu göstermezdi. Ekmeği bölerken ellerine baktım,
oldukça temiz görünüyorlardı. Üstelik iyi temizlenmediklerinden dolayı
dilencilerin üzerlerinde oluşan yoğun kir kokusu bu adamda yoktu.
Çorbaya daldırdığım ilk kaşıkta, “Sen hiç kelle paça
yemedin mi hayatında? Mercimek çorbası muamelesi yapma şu güzelim nimete!”
diyerek sirke, sarımsak, karabiber, pul biber ve masada ne kadar baharat varsa
yığdı önüme. Aklım gidip geliyordu; deli miydi, dilenci miydi, kimdi bu adam? Sabah
sabah ne yaşıyordum ben?
Birkaç kaşık sonrası gözlerini kaldırıp, “Üzülme, bu
Angaralılar sık sık yapar bunu. Bak bana, beklemekten saçım sakalım ağardı”
diyerek gülümsedi. “Kimden ne bekledin saçın sakalın ağarıncaya kadar?” diye
sordum. “Bir çorbaya satmam hikâyemi ama öğle yemeğine fit olurum” demesin mi? “Çattık!”
dedim içimden. Kontrolü ele alma zamanı gelmişti. “Ben de hikâye alıcısı
değilim, sen bilirsin. Zaten birkaç saat sonra beni arasan da bulamazsın” diye
karşılık verdim. Nereli olduğumu sordu biraz durakladıktan sonra ilk tanışan
her Türk gibi. Memleketimi söyleyince, “Bilirim sizin oraları” dedi, “Saman
alırdım kışın hayvanlara yedirmek için”. Bir kere daha şaşırmıştım. Bir öğle
yemeği ısmarlamaya değerdi aslında. İpuçları ilginçti. Belki bir yemekten
fazlası bile ederdi. Ne kazandıracaktı bana merakımı gidermekten başka? İnsan
zaten hayatını bir merak uğruna harcamıyor muydu, bir garibana öğle yemeği
ısmarlamışsın, çok mu? Hem anlatacağı şeyler ilginç olmasa ne çıkar, Allah
rızası için bir garibanın karnını doyurmuş olacaksın sana yaban olan şu ellerde.
Birkaç isim sordu bizim oralardan. Tanımadığımı söyledim.
Onları tanımayışımı genç oluşuma bağladı. “Tanımasan da olur zaten” dedi, “Gereksiz
adamlardı bu dünya için”. Bir an bir katille karşı karşıya olup olmadığımı
düşünüp ürperdim. “Hâlâ yaşıyorlar mı, bilmiyorum” deyince rahatladım. Çok
merak ediyorsa hayatta olup olmadıklarını öğrenebileceğimi söyledim. “Bir
telefona bakar” dedim, bizimkiler mutlaka tanıyordur. “Alacağımı aldım ben
onlardan” dedi. Merak katsayım, adamın sarf ettiği her cümle sonrasında
artıyordu. Hiçbirini tanımıyor olsam da on civarında isim saymıştı bizim
oralardan. İçlerinden sadece biri avukat, diğeri eski belediye başkanlarından olan
iki kişinin ismi tanıdık gelmişti. Hem artık yenildiğim merak, hem de sevap
dürtüsüyle Pandora’nın kutusunu açacak soruyu ne dilime, ne de kılık kıyafetime
uymayan bir jargonla sordum: “Nasıl oldu bu iş dayı?”
Soru, esrarengiz adamın öğle yemeği teklifini kabul
ettiğim anlamına geliyordu. O bıyık altından gülümserken, ben öğle yemeğine kaç
para ödeyeceğimi tahmin etmeye çalışıyordum.
Çorbalarımızı bitirip dışarı çıktık. Ankara’nın öz
öncesine göre katmerlenmiş soğuğunda aklıma takılı kalan tabeladaki istikamete
doğru yürümeye başladık. Üç beş adım sonra durup sordu: “Ben dilenci miyim?”
Yine şaşırtmıştı beni. Hiç beklemediğim soru karşısında afallamıştım.
“Ne diyeceğini bilmediğinin farkındayım. Ama korkmadan ‘Evet’ diyebilirsin.
Evet, ben geçimini insanlardan para toplayarak sağlayan bir dilenciyim” diyerek
başladı anlatmaya…
Bundan yaklaşık otuz yıl kadar önce, evli barklı, üç
çocuk babası ve bir ahır dolusu hayvanı olan bir adam olarak Yozgat’ta
yaşıyormuş. Bizim oraları bilmesi de bundan. Bir gün hayvanları bulaşıcı bir
hastalığa yakalanmış ve hemen hepsi telef olmuş. Toparlanmak için kimin
kapısına gittiyse eli boş dönmüş. Üstelik sözlerini senet belleyerek ne süt
verdiği mandıralardan, ne veresiye hayvan sattığı kasaplardan bir kuruş tahsil
edemeyince, geçim sıkıntısı hâd safhaya ulaşmış. Eşi de çocuklarını alıp
babasının evine gidince, onun deyimiyle hepten kayışı koparmış. Aylar sonra meczup
hâlde dolaşırken insanların kendisini tanımadığını fark edince, bunu fırsata
çevirmeye karar vermiş. Bazen dilenerek, bazen yalvararak, fırsatını bulduğunda
da çalarak mandıralardan, marketlerden (biraz uzun sürse de) alacaklarını
tahsil etmiş. Sonra da Yozgat’ı terk edip İstanbul, İzmir derken Ankara’ya
demir atmış.
Hikâye ilginçti ama hikâyenin adamı filozof hâle
getirmesi sanırım daha da ilginçti. “Önemli bir şeyi fark ettim bu süreçte”
dedi, “Bir iş olmuşsa, mutlaka olması gerektiğinden ötürüdür. Bu gereklilik
bana bir misyonum olduğunu öğretti. Aslında herkesin bir misyonu var ama kimse
bunun farkında değil; doyumsuz ve bencil olan insan, varlık sebebinden habersiz
yaşıyor. Misyonumun ne olduğunu öğrendim, şimdi bunun için yaşıyorum. Gördüğün
bu cadde dolusu insanların hepsinin cüzdanında ihtiyaç sahiplerinin hakkı olan
miktarlar var. İstemeyince kimse vermiyor, hepsini kendilerinin sanıyorlar. Ben
insanlardan bunu alıyor ve asıl sahiplerine iade ediyorum. İnsanlar farkında
değil belki ama iki taraflı iyilik yapıyorum; aldıklarımın içi huzur doluyor,
dağıttıklarım ise mutluluktan uçuyor. Evet, topladıklarımı dağıtıyorum. Biriktirmiyorum,
çünkü biriktirmek kambur oluşturur sırtında. Sakin ve sade yaşamak güzeldir. Aç
kalmak endişesi kadar yersiz bir duygu yoktur, zira karnını doyurmak çok
basittir”.
O anlattıkça ben bir sis bulutu içinde yürür hâle geldim.
Hangi caddelerden geçtik, hangi sokaklardan döndük, ne kadar zaman geçti,
farkında değildim. Konuşma bittiğinde, Hacı Bayram Camiî’nin avlusundaydık. Bir
ara telefonum çaldı. İzin isteyerek çalan telefonumu cevapladım. Arayan, yüksek
bürokrat arkadaşımdı. Özür diliyordu; anî ve gitmesi elzem bir toplantısı
çıkmış. “Önemli değil” dedim, “Olması gereken ne ise o oluyor”...