DİL-DİN
ilişkisi, dil ve fert, dil ve aile, dil ve toplum, dil ve iletişim, dil ve dua,
dil ve zaman ve “geçmiş, an ve gelecek üzerinde tesirler”…
Konu böylesine genişleyince, okyanusa açılmış bir kayıkta tek
başına kürek çeken birinin bahtiyar sayılması gerektiğini düşündüm.
Bu başlıkların her biri, okkalı birer kitap olur.
Hâddimi aşmaktan çekinerek, ancak bir ucundan giriş
yapabileceğime, aile kısmıyla iletişim kısmına dair birkaç söz
söyleyebileceğime karar verdim.
Pîrimiz Nasrettin Hoca geldi hemen aklıma…
Herkesin bildiği yerden başlamak, çoğu zaman avantajlı
olabilir. Zira insanların ekseriyetle bir şey öğrenmekten ziyade, bildiklerinin
onaylandığı metinlere sıcak baktığı rivayet edilir.
Hocamızın karısı vefat etmiş. Bir süre sonra çevresindekiler “Yalnızlık
Allah’a mahsus” diyerek, ona uygun birini bulduklarını söylemişler. Kabul
etmiş, evlenmişler. İlk gün, karısı sormuş: “Hoca efendi, hısım akrabadan kime
görüneyim, kime görünmeyeyim?”
Hoca, karısının güzellik hususunda epeyce sıkıntılı olduğunu
evlendikten sonra fark ettiği için, herkesin bildiği şu cevabı vermiş: “Bana görünme
de kime görünürsen görün!”
Şimdi, böyle bir durumda gelin de iletişimden söz edin!
Daha başlarken biten bir ilişkinin ne tür bir iletişimi
olsun?
Dil, burada kifayetsiz kalır; ayaklarını ve başını kabuğunun
içine çekmiş kaplumbağa gibi bütün imkânlarını esirger ve söz tükenir. Sükût
başlar.
Ne kadar iletişmek istersen iste!
Her çaba beyhudedir.
İletişim fakültesini birincilikle bitirmiş de olsan, hatta o
fakülteye dekan seçilsen bile, nafile!
Günler günleri, haftalar haftaları kovalar. Hoca’nın karısı
her fırsatta eski kocasından söz etmektedir. Öyle zamanlarda Hoca’nın da aklına
eski karısı gelir ister istemez.
Bir gece kadın yine “Benim eski herif” diye söze
başladığında, Hoca’nın tepesi atar. Bir hamle ile karısını iterek yataktan
düşürür. Neye uğradığını anlamayan kadın, oflayıp puflayarak doğrulmaya
çalışırken, “Hoca efendi, niye beni yataktan aşağıya ittin?” diye sorar.
Hoca der ki, “Bir ben, bir sen, bir senin eski kocan, bir de
benim eski karı… Hepimiz birden yatağa fazla geldik, sığmadık. O yüzden düştün
aşağı!”.
***
Derler ki, “Tarih yazıyla başlar”.
Yazı, bir başka ifade ile dil…
Kelimeler olmasa dil olmaz; dil olmasa, yazı ne yazar?
Kelimelerin de esası anlamdır. Anlam, düşüncenin ürünü…
Elma diyecek olsak, meselâ… Her lisanda farklı kelime ile
ifade edilse de elma, elmadır. Anlam, sabit. İfade başka başka… İnsan kelimeye
muhtaç… Aksi hâlde derdini anlatmanın sınırı çok daralır.
Dua etmek için de, alışveriş yapmak için de, ilim için de dil
gerekli.
Yabancı bir ülkede lisan bilmeyen biri, yumurta almak için
tavuk gibi gıdakladığını anlatmıştı.
Yumurtayı başka türlü ifade edemediğinden dolayı gıdaklayıp
da alışverişini tamamlayan kişi, sanılmasın ki lisana ihtiyaç duymadan işini
çözmüştür.
Gıdaklama da tavuğun lisanı…
Küçük bir çocuğun yurtdışı gezisinde “A! Burada kediler Türkçe miyavlıyor” demesi, o sebeple nükteden ibaret değil.
Hem yazarlıktan dem vuracaksın, hem imlâyı önemsiz göreceksin yahut yanlış bilecek, yanlış yazacaksın. Akla ziyan bir durum! Bu, bir şoförün direksiyon kullanmayı gereksiz görmesi gibi...
***
Dil, nefes alıp vermek gibi doğuştan gelen bir yetenek, bir
bilgi olmadığı için, öğrenme gerekiyor.
İnsan, içinde yetiştiği toplumun dilini doğal olarak
öğreniyor. (Bebekliğinden itibaren ormanda yetişen bir insanın lisanı,
çıkardığı bir takım seslerden ibarettir ve hayvanî nitelikten öteye geçemez.)
İçinde yaşadığı toplumun dilini öğrenen kişi, ikinci, üçüncü
dilleri öğrenmek için de eğitim almak zorunda.
Ancak gündelik dilin ötesine geçmek, ilim veya sanat yönünde
ilerlemek için daha fazlası lâzım.
Lisanın imkânlarına hâkim olmak, inceliklerine ulaşmak, hatta
sınırlarını zorlamak söz konusu olduğunda ise, öyle sanıyorum ki ilk şart, dili
sevmektir.
Sevmeden ilerleyebileceğini düşünen yanılır.
Burada bir alt başlık gerekiyor kanaatindeyim.
O da imlâ!
Yazı ile meşgul olanların bu hususta kusurlu olmasını kabul
edilebilir görenlerden değilim.
Fakat maaaaalesef (buradaki “a”lar elimde olmadan geldi,
kendiliğinden oraya kuruldu) imlâya hiç dikkat etmeden yazıp çizenleri
görüyoruz.
Hem yazarlıktan dem vuracaksın, hem imlâyı önemsiz göreceksin
yahut yanlış bilecek, yanlış yazacaksın.
Akla ziyan bir durum!
Bu, bir şoförün direksiyon kullanmayı gereksiz görmesi gibi...
Dört tekerli bir arabanın üç tekerlekle de ilerleyebileceğini düşünmesi gibi...
“De” ve “da”ların, “mi”ler “mu”ların ayrı yazılacağını
söylediğimde, biri, “İçin de ki” yazmıştı.
Burada lisan sevgisinden yahut daha azı olan lisan
bilgisinden söz edebilir miyiz?
Ne sevgi vardır öyle bir durumda, ne bilgi.
İlgi bile noksan demektir!
Yeri gelmişken, bir ufak noktaya daha temas etmek iyi olacak.
“Değerli konuklar, kıymetli misafirler” diyerek söze başlayan
ve hoş geldiğimizi anons eden bir program sunucusuyla karşılaştığımızda, hoş
bulmadığımızı haykırıp oradan ayrılmak gelmiyor mu içimizden?
Gelse de bunu gerçekleştirmek her zaman kolay olmuyor ne
yazık ki!
***
İlk emrin “Oku” olması…
O emre uysaydık, böyle mi olurduk?
Mevzu derin, biz sığ sularda ayaklarımızı ıslatmakla
yetiniyoruz. “Oku” emrine muhatap olanların bugünkü durumu, uyumsuzluk ve
anlaşmazlıklarla dolu.
Birlik fikrinden uzak, beraberliği sağlayamamış, farklı
düşünen, farklı yaşayan, ilimden irfandan nasibini almamış, küçük şahsî
menfaatler uğruna birilerinin oyuncağı olmaya razı olmuş, her biri farklı
yönlere doğru yürüyen…
Daha sayalım mı?
Bu kadarı bile yeter! Ötesine hiç gerek yok.
***
İstanbul Sultanahmet’te, bizim Temel ile Dursun bir bankta
otururken, yanlarına gelen turist İngilizce sormuş: “Do you know English?”
“Haa?” demişler.
Turist Fransızca sormuş: “Connaissez-vous le français?”
“No” demişler.
Bu sefer Almanca sormuş: “Sprechen Sie Deutsch?”
“O ne be?” demişler.
Adam ısrarcı… İspanyolca bilirler belki diyerek, “Hablas
español?” sorusunu patlatmış.
Bizimkiler bakakalmış.
Turist son defa şansını İtalyanca üzerinden denemek istemiş: “Parli
italiano?”
Yine ses çıkmamış onlardan. Ellerini iki yana açmakla
yetinmişler. Turist talihine küsüp uzaklaşmış.
Dursun çok üzülmüş, artık bir yabancı dil öğrenmeleri
gerektiğini söylemiş.
Temel’in kafasına yatmamış o fikir: “Ha uşağum, ne edecasun
bir yabancı dilu? Baksana adam beş altı dil biliyor da derdunu anlatabildu mu?”
***
Issız arazide dolaşırken, bir şişe bulsak ve tozdan topraktan
temizlemek için okşayınca içinden bir cin çıksa da “Dile benden ne dilersen”
dese, pek çok kişi maddî imkân isteyebilir. Ancak dil bahsini kendine dert
edinenler, dilimizin saldırılardan korunabilmesini istemelidir. Yahut öyle bir
şişeyi, kandili bulmayı beklemeden, bu uğurda elinden geleni yapmalıdır. Çünkü
dert çok, sıkıntı fazla, sözün de sınırı yok!
Dilimizin güzelliği, Türkçe üzerine oynanan oyunlar, dili
bozmak ve zayıflatmak isteyenlerin çabaları, bizim zaaflarımız, yabancı dil
öğrenmenin önemi ve fakat ancak mancak kendi dilimize lâyıkıyla sahip çıkamayışımız
ve teşne tavrı gibi daha birçok hususa da temas etmek isterdim.
Lâkin bir yerde noktayı koymak gerekir.
Kalın sağlıcakla…
Dilinize iyi bakın!