GENÇLİK dönemlerimizin en güzel müzik türüydü arabesk. Müslüm
Gürses “Baba”sı, Orhan Gencebay “Kral”ı, Ferdi Tayfur “İmparator”uydu delikanlı
dünyamızın…
Arabesk müzikle büyüdü bizim kuşağın büyük
çoğunluğu.
Arabesk tınılar, çok derin anlamlar yüklüyordu o
hoyrat yüreklere.
Kelimelerden çok daha iyi ifade ediyordu
duyguları.
Yalnızlıkları arabeskte buluyor, çekilen acılar,
umutsuz aşklar arabeskle anlatılıyordu.
O bildik ritim ve melodilerin ötesinde bir şeydi
bu. Kalbin derinliklerine iniyor, en hassas tellerine dokunuyordu; her kelimesi,
her melodisi damardandı. Bir şeyleri alıp götürüyordu o hoyrat gönüllerin bir
köşesinden. Çoğu zaman acı verse de, kimi zaman da hayata dört bir elden
sarılmayı söylüyordu o arabesk şarkılar.
Orhan Gencebay’ın “Dil Yarası” plaklarda
dönerken içleri titretir, her bir nakaratı yakalayıverirdi o hoyrat gençleri en
hassas yerlerinden; yüreklerinden…
***
Hepimiz birbirimizden çok farklıyız.
Çevremizdeki kalabalığa, yakınımızdaki insanlara baktığımızda herkesi birbirinden
ayıran, herkesin birbirinden ne kadar farklı olduğunu gösteren onlarca işaret
görürüz. Yüzlerimiz, gözlerimiz, seslerimiz, bedenlerimiz (vücudumuz),
davranışlarımız, yürüyüşlerimiz, kişiliklerimiz farklıdır. En önemlisi, parmak
izlerimiz farklıdır. Duygularımız ve algılarımız çok farklıdır. Yeteneklerimiz,
niteliklerimiz, vasıflarımız, olaylar ve meseleler karşısındaki tavrımız,
duruşumuz, düşüncelerimiz, yorumlarımız, tepkilerimiz, reflekslerimiz
farklıdır. Bir şeyleri anlamak ve öğrenmek için duyduğumuz isteklerimiz, ilgilerimiz,
meraklarımız farklıdır.
İnsan aklının alabileceği her konuda, hepimiz farklı
perspektiflere sahibiz. İnsanlarla iletişime geçerken herkese aynı davranışta
bulunmaz, aynı tonlamada konuşmayız. Bazen aynı düşüncede birleşirken, bazen fikir
ayrılıkları yaşarız. Birimiz emrivaki bir tavır sergilerken, bir diğerimiz
empati kurar. Birimiz otoriter bir hava estirirken, bir diğerimiz müsamahakâr
ve toleranslı davranır. Kimimiz iyi bir dinleyici olup dinlediğini anlamaya,
anlamlandırmaya çalışırken, kimimizin kulaklarını tıkar, duymak, işitmek,
anlamak istemez. Bazen diyalog kurmak, konuşmaktır hayırlısı; bazen monolog
yapmak, bazen de susmak… Bilemeyiz.
Bütün bunlar insanların doğasında, yaratılışında,
naturasında var olan ve sonrasında alıştığı/alışamadığı şeylerdir. Her insandan
aynı davranışı, aynı anlayışı bekleyemezsiniz. Bizi biz yapan, bir diğerinden
bizi ayıran farklılıklarımız olmasaydı aynı program yüklenmiş bir bilgisayardan
veya insan yeteneklerini önemli
ölçüde geliştirmek üzere ticârî bir varlık olarak tasarlanmış, programlanmış
(görevleri yerine
getirmek için özel yazılımlarla insan zekâsını taklit eden bilgisayar kontrolündeki) bir robottan farkımız olmazdı.
İnsan, üzücü bir olay sonrası duyduğu nahoş
sözlerden gözyaşı dökerken, dinlediği bir şarkıdan duygulanıp okunan bir şiirden
etkilenirken, ileri teknoloji ile donatılmış, özel yazılımlarla desteklenmiş
bir yapay zekâdan aynı şeyleri bekleyemezsiniz. Meselâ bir hayvanın üzüldüğünü
söyleyemezsiniz…
***
İnsanı diğer bütün canlılardan ayıran en önemli
özelliklerinden biri de sahip olduğu “dil”dir. Dili insanlar, aralarında
iletişimi sağlayan bir araç olarak kullanırken, yine “dil” sayesinde
duygularını, duyduklarını, düşündüklerini, gördüklerini anlatır, işaret ve
sembollerle ifade eder.
Dil öyle bir şeydir ki, bir kapıyı aralarken,
yüzlerce kapıyı yüzünüze kapatır.
Dil öyle bir şeydir ki, maksadını noksansız ve
güzel sözle anlatabilene belâgat, anlatamayana felâkettir.
Dil öyle bir şeydir ki, bazen susarak anlatmak,
bazen mimikle konuşmaktır.
***
Düşünülmeden söylenen her söz, yersiz yapılan
her konuşma, insanın başını derde sokar. Dil ile ilgili çok güzel, derin
anlamlar taşıyan atasözlerimiz, deyimlerimiz vardır. Atalarımız, bıçak
yarasının geçeceğini, dil yarasının geçmeyeceğini söylerler. Bir başka
atasözümüz de, dilin kendisinin küçük, belâsının ise büyük olduğunu söyler.
Sözün menzili yoktur. Söz ağızdan çıktıktan
sonra, ne kadar düzeltmeye çalışsanız da, ne kadar dil dökseniz de anlamını
yitirir, kurulan o ağır cümleler söyleneni yaralar, söyleyeni yakar.
Ne güzel söylemiş İslâm´ın dördüncü Halîfesi,
Peygamber Efendimizin amcaoğlu ve damadı Hazreti Ali Efendimiz: “Söylemediğin sözün efendisi, söylediğin
sözün esiri olursun!”
***
Söylenen acı bir sözün insanda yarattığı
kırgınlıktır “dil yarası”.
Dil yarası öyle bir şeydir ki, kırılan bir kalbi
onaramaz, yanan canın hicranıdır, anlatamazsınız.
Dil yarası öyle bir şeydir ki, beyninizi
kemirir, düşüncelerinize mıh gibi çakılır kalır. Nereye gitseniz, hangi
koordinatı değiştirirseniz değiştirin, peşinizden sizinle gelir.
Dil yarası öyle bir şeydir ki, dostluğun,
arkadaşlığın, ülfetin bitişidir…
İnsanın farkında olmadığı en büyük “enstrümanı”
dilidir oysa.
Bu enstrüman bize, kırıcı olmak yerine yapıcı
olmanın, haksızlık yapmak yerine âdil olmanın insana güç ve huzur verdiğini
söylüyor.
Bu enstrüman bize, kendine hâkim olabilecek bir
olgunluğa ve irade kuvvetine sahip olmayı, sonradan pişmanlık verecek güç
durumlara düşmemeyi söylüyor.
Bu enstrüman bize özeleştiri yapmayı, söylediği
sözü kulağı duyanların vicdan terazisinin şaşmayacağını söylüyor.
Bu enstrüman bize, büyük yalnızlıkların ardında
küçük kırgınlıkların birikiminin olduğunu söylüyor.
Bu enstrüman bize, insanın kendini tanımasını,
gereksiz davranışlarda bulunmamasını tembihliyor.
Ne mutlu sözün inceliklerini bilen, maksadını
noksansız ve güzel sözlerle anlatabilenlere!
Ne mutlu yaralayıcı, kaba, hakaret içeren
sözlerden uzak duranlara!
Ne mutlu temiz bir dil kullananlara!
Ne mutlu yakışıksız, hoş olmayan cümle kurmadan
iletişime geçenlere!
Ne mutlu doğru, faydalı, sevindirici, güzel söz söylemeyi
ibadet gibi görenlere!
Ne mutlu kıyafetiyle, nezaketiyle, turum ve davranışıyla
güzel söz söyleyenlere!
Ne mutlu çirkini ortaya çıkarmak için değil,
güzeli tavsiye etmek için dilini kullananlara!
Ne mutlu çirkinliğe, kabalığa ve ahlâksızlığa
karşı sesini yükseltebilenlere!
Ne mutlu yarın yahut öbür gün uzatacağı eli
havada bırakılmayacak bir “marj” bırakanlara!
Ne mutlu güzel ahlâk sahibi insanlara!
***
Yazımı Türk Dîvan edebiyatı şairi Fuzulî’nin şu
güzel şiiriyle bitirmek istiyorum:
“Şu çeşme ne güzelmiş,
Su içecek tası yok.
Kırma insan kalbini,
Yapacak ustası yok.
Çekinme bu felekten,
Derdini söylemekten,
Vazgeçme iyilikten,
Çünkü ömrün sonu yok.”