![](images/bigs/2024/05/ahmet_berberler_foto_43.jpg)
ZAMAN zaman meydana çıkıp, “Dilimiz elden gidiyor”, “Dilimizi yabancı kelimelerin boyunduruğundan kurtaralım”, “Öz Türkçeye dönelim” gibi türlü provokatif söylemleri ağzına dolayan çığırtkanları duyarsınız. Sanırsınız, hakikaten dile önem ve değer veren insanlar bu kadar üstünde duruyorlar.
Ancak bilinmeli ve şiddetle önünde durulmalıdır ki, bu insanlar dilimizin asıl düşmanları ve yok edicileridir. Amaçları dilimizi kısırlaştırmak ve dilimizin zenginliğini yitirmesine çanak tutmaktır. Zenginliği elinden alınmış bir dil, kültürüne, tarihine, bilim ve sanatına sahip çıkmayan bir milleti doğurur. Gerçi bu şahısların istediği de budur.
Yavuz Bülent Bakiler bir sohbetinde şunları aktarır:
“Türkçenin sadeleştirilmesi ve güya yabancı kelimelerden arındırılması konulu bir toplantıda katılımcılar konuşuyor ve ağız birliği etmişçesine aynı şeyi söylüyor yani dilin sadeleştirilmesi gerektiğini vurguluyorlardı. Söz ‘A’ harfinin üzerinde kullanılan şapka (â) işaretine geldi. Hayretle izliyor ve dinliyordum.
Herkes o malûm işarete saldırıyordu adeta. Söz sırası bana geldiğinde tahtaya şu cümleyi yazmakla yetindim: ‘Paranızın yüzde 20’ni ödeyerek karınıza ortak olmak istiyorum.’ Sonra bu cümleyi orada bulunanlardan okumalarını istedim. Okuyan arkadaş ‘karınıza’ kelimesini şapka işareti varmış gibi yumuşatarak okudu (‘Kemâl, Kâzım’ örneklerinde olduğu gibi). Cevap vermedim ve sadece normalde nasıl okuması gerektiğini belirttim. Yani bir işaretin bile kaldırılmasının dilde ve toplumda nasıl bir kaosa sebep olabileceğini ifade etmek istedim.”
Osmanlı gibi üç kıtaya hâkim olmuş bir devletin dilinin, hâkimiyeti altında bulunan millet ve toplumlarla etkileşim hâlinde olmaması imkânsızdır. Nasıl ki yetmiş iki millet birbiriyle kaynaşmış ve altı yüz yıl aynı çatı altında yaşamışsa, dil de bu yaşantıdan etkilenmiştir. Dil de kendi imparatorluğunu kurmuş ve üç kıtaya hâkim olmuştur. Ve bu esnada gelişen topraklar gibi dil de gelişmeye ve yayılmaya devam etmiştir. Osmanlı’nın yüksek uygarlık ve medeniyet sergilemesinin temel taşı da yine imparatorluğun dili olmuştur.
Yabancı mihrak ve devletler Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye’nin gücünü kültüründen ve dilinden aldığını bildiğinden, belki de Konfüçyüs’ün sözünü duyduklarından bozgun hareketlerini ve plânlarını devreye sokmuşlardır. Ancak bu savaş, yeni dünyanın yeni savaş ve yok etme stratejisiydi bir yandan da. Çünkü artık Osmanlı’yı meydanlarda top, tüfek veya kılıçla yenemeyeceklerini anlamışlardı. Bu millet, ordu çekildiğinde mutfak eşyasıyla, kazan ve kepçelerle zafer kazanmış bir milletti. İmanları, şehadet duyguları ve cihat felsefeleri, üstün askerî dehâ ve becerileri, taktikleri onları yenilgide bile zaferle taçlandırıyordu. “Madem bu millet güç ve kudretini dilinden almaktaydı, öyleyse ilk şart, bu milletin diline prangalar vurmak olmalıydı” mantığıyla yola çıktılar. Çünkü dil, kültürün ve tarihin altın anahtarıydı. Kültürü yok etmek, o milleti yok etmekti.
O milletin dilini yok etmek, yine milleti yok etmek demekti. İşte bizdeki dil bozguncuları da tam bu esnada devreye girdiler. Milleti abuk sabuk yalan ve dolanlarla uyuttular. Tek kurtuluşu Avrupalılaşmadan yana gösterdiler. Kendi kültüründen nefret eden nesiller türettiler. Ancak her şeye rağmen bu millet uyumadı, uyutulamadı. Onlara uyanlar ne idüğü belirsizlerdi. Milletimizin asil ruhunu ve karakterini asla temsil etmediler, edemeyecekler.
Ayrıca bir dilin kökenini ya da özünü kullanmak kadar büyük bir cehalet olamaz. Kelimenin kökeni önem arz etmez; önemli olan, halkın o kelimeyi benimseyip benimsemediğidir. Halkın kullanmadığı kelime yok olur. Ama bir kelime halk ağzında kullanıldığı hâlde öz Türkçe değil diye körleştirilmeye çalışılıyor ise, bu düpedüz katliamdır. Bir öğretmenin derste “Özet olarak” demek yerine Arapça kökene sahip “hülâsa “kelimesini kullanması, bir acizlik değil, aksine zenginliktir.
Sonuç olarak dil, milletimizin sahip olduğu en kıymetli hazinedir. Bu hazinenin kaybedilmesi milletimizin fakirleşmesine ve ileri düzeylerde yok olmasına sebep olur.
Dilimiz milletimiz, dilimiz kendimiz. Sokakta gezen Ayşe abla, Hakkı Abi, tarladaki Ali ağa, evimdeki sıcak aşım, ocağımda tüten dumanım, okulumdaki öğretmenim, gökte dalgalanan bayrağım, esen rüzgârla “Hû” çeken servilerim, denizde esen meltemim, yüreğimdeki sevdam, gönlümdeki ateşim, tarihim, kültürüm… Dilim, benim her şeyim. Seninle varım ve seninle var olmaya devlet ve millet olarak sonsuza dek devam edeceğim.