Dil, kültür, edebiyat ve din

Partizan Cumhuriyetçiler, temel ideolojileri olan Batılılaşma ve buna bağlı rasyonalizm ve pozitivizm çerçevesinde Osmanlı’yı kötülemek için, “Osmanlı’da okuma-yazma oranı çok düşüktü, bu Cumhuriyet’le arttı” derler. Osmanlı dönemi Almanya’sında, Fransa’sında, Rusya’sında, İngiltere’sinde ve hele hele Amerika’sında sanki okuma-yazma oranı tavan yapmış da bizde yerlerde sürünüyormuş gibi...

YAZININ başlığında dört farklı kavram yer almaktadır. Her biri müstakil, başlı başına ele alınıp incelenmesi gereken, bilimin temel disiplinleridir. İlk bakışta çok yönlü müteradiflerine sahip bu kavramları bir arada ele almak ve kısa bir yazı çerçevesinde incelemek, belki çelişki gibi görünebilir. Ama konuya biraz daha yakından bakınca, her birinin öteki ile çok yakından ilgisi ve güçlü bağları bulunmaktadır.

Dilin edebiyat ve kültürle, edebiyatın dille yakın ve sıkı bir bağı bulunmaktadır. Değil ilişkisi, biri ötekini tamamlamaktadır. Dil olmadan edebiyat, kültür olmaz. Ama en önemlisi, İslâm olmadan bir öteki olmuyor.

Modernite diyor ki, “Ancak ölçebildiğim şeyler ve laboratuvarda ölçülebilen şeyler bilgidir; bunun dışında hiçbir şey bilgi değildir”. Modernitede her şey ölçmeye göre tasnif edildiğinden karmaşık ve olaylar, kavramlar, zihniyetler ve daha bir sürü şeyin yumağı sosyal olguyu “tek”e indirger. Modernite için bütünsellikmiş, organik fonksiyonların uyumu veya uyumsuzluğuymuş, hiç önemli değildir. Modernite için varsa yoksa tekillik ve ölçülebilirlik yani rakamlar önemlidir.

Onlara “Şöööyle büyük bir medeniyetimiz var” dediğinizde, anlamazlar. İlle onlara ölçülebilen, sayılabilen ve sayı ile ifade edilebilen şeyler söylemek lâzımdır. Yoksa onlar, fil yutmuş boğa yılanını fötr şapka zannederler.

Osmanlı’da okuma-yazma oranı çok düşükmüş de bu oran Cumhuriyet döneminde Lâtin harflerine geçince yükselmiş. Keramet harfte ise, Arap alfabesini kullanan bunca ülkede, bu dönemde niye okuma-yazma oranı yüksek? Bu dediğin doğru olsaydı, Arap harflerini kullanan 15 kadar ülkede okuma-yazma oranının çok düşük olması gerekirdi. İsrail, Hindistan, Çin ve Japonya gibi kendi harflerini kullanırken, Lâtin harflerine geçmeyen ülkelerde de okuma-yazma oranı yerlerde sürünmeliydi. Ama öyle değil, bu bir!

İkinci husus: Modernite, gelişmişliği ölçmek (dikkat edin “ölçmek”) için bazı kriterler koyar. Elektrik üretim ve tüketimi, kâğıt tüketimi, okuryazar oranı falan filan… Bu alanlarda belirlenen kriterlere uyulmuyorsa ya gelişmemiş veya az gelişmiş bir ülkesinizdir. Hâl böyle olunca, partizan Cumhuriyetçiler, temel ideolojileri olan Batılılaşma ve buna bağlı rasyonalizm ve pozitivizm çerçevesinde Osmanlı’yı kötülemek için, “Osmanlı’da okuma-yazma oranı çok düşüktü, bu Cumhuriyet’le arttı” derler. Osmanlı dönemi Almanya’sında, Fransa’sında, Rusya’sında, İngiltere’sinde ve hele hele Amerika’sında sanki okuma-yazma oranı tavan yapmış da bizde yerlerde sürünüyormuş gibi...

19’uncu yüzyıla kadar bütün dünyada okuryazarlık düzeyi çok düşüktür. Bu, son derece normaldir. Çünkü kültür, sadece okuryazarlıkla yaygınlaşmıyordu o dönemlerde. (Marko Polo’nun okuma-yazma bilmediğini öğrendiğinde “Nayır, n’olamaz!” diyenlere ne denir?)

Toplumların ilerlemesini tekilleştirmek, hiçbir zaman doğru değildir. “Kültürlü toplum, okuryazar oranı yüksek toplumdur” dediğiniz anda, bu tekilleştirmeyi yapmış ve yanlış yola sapmış olursunuz. Bir toplumda kültürlenme, sadece okuryazarlık vasıtasıyla olmaz. Eski toplumlarda ve özellikle Osmanlı’da, bilimsel bilginin kamuoyuna mâl olmuş şekline “irfan” deniyordu ve toplumun sosyal dokusu ile gelişmişlik düzeyini bu irfan belirliyordu. İrfanın yaygınlaşmasında ve toplumsal dokuyu oluşturmasında en etkin kurum da tasavvuf idi.

Bilimsel bilgi (dinî veya seküler bilgi) okuma-yazma bilenlerce üretilir, camiler ve tekkeler vasıtasıyla kamuoyuna mâl olur ve irfan şekline bürünürdü. Bu yüzden Karacaoğlan’ın, okuma-yazma bilmeden, “İncecikten bir kar yağar/ Tozar Elif Elif diye/ Deli gönül abdal olmuş/ Gezer Elif Elif diye” şiirini söylemesi son derece normaldi. 

Bırakın okuryazarlığı, okuryazar ortamlarla bile ilgisi olmayan bir kadın, “Kınayı getir aney/ Parmağın batır aney/ Bu gece misafirem/ Koynunda yatır aney” mânîsini söyleyebiliyor ve bu mânî her açıdan geleneğin tamamını, hem de başarılı bir şekilde yansıtabiliyordu.

Edebiyatın etkisi

Dil ve kültürün anıldığı yerde “edebiyat” göz ardı edilebilir, görmemezlikten gelinebilir mi?

Bilindiği gibi yüzyıllardan beri Türkçemizde kullanılan “edebiyat”, Arapça kökenli bir kavramdır. “E-d-b” kökünden gelir. Cürcani’ye göre edep, “Herhangi bir yanlışı düzeltmeye yarayan bilgi” diye tanımlamaktadır. Daha sonraki zamanlarda kaynaklar edebi “davet” anlamında kullanmışlardır.

Edebiyat, kelime olarak yüzyıllar boyunca özellikle Araplar arasında “iyi ahlâk, dil ilimleri, din mevzuları dışında kalan ve bu kavim arasında doğmuş bulunan ilimler”, nihayet dile tahsis edilmiştir.

Şemsettin Sami Bey edebiyatı, “Bir lisanın doğru ve yanlışsız söylenmesiyle okunup yazılmasından ibarettir” diye tanımlamaktadır. Dünya dilleri arasında Türk edebiyatı, ayrı ve çok müstesna bir yerdedir. Türk edebiyatına mâl olmuş Nedim, Baki, Fuzuli, Şeyh Galip, Namık Kemal ve Mehmed Âkif, şiirleriyle hâlâ nesilleri beslemektedir.

Yukarıda isimleri anılan ve yer darlığı sebebiyle anamadığımız binlerce şair, edip ve yazarımız bulunmaktadır. Bunların hiç şüphesiz ilham kaynağı “İslâm” ve İslâm’ın temel kaynağı olan “vahiy”dir. Bizim edebiyatımızı ölümsüzleştiren de vahiy kaynaklı oluşudur.

T. S. Eliot, “din ve kültür”ü birbirinden ayrı iki vakıa olarak kabul etmekle beraber, onlar arasındaki hayatî münasebeti de bulur. Ona göre din, kültürü aşan ve onu besleyen bir kaynaktır. Hattâ biraz daha ileri giderek, “Kültür, aslında herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş bir şeklidir” tespini yapmıştır. O sebeple uzun yıllar nesilden nesle güçlenerek tevarüs etmiş ve bugünlere gelmiştir kültürümüz de. Türk kültürü ve edebiyatı, folklorik bir malzeme değil, bizzat canlı bir organizmadır.

Milletimizi yüz yıllarca “hâkim ve efendi millet” yapan sırrı, onun Müslümanlığında aramak lâzımdır. Başka hiçbir millette, hakikatte bir olan “üç ordu” yoktur. Bunlar “gâzîler ve fâtihler ordusu”, “irfan ordusu” ve “evliya (ruh) ordusu”dur. Ancak “bu üç ordu, bir ordudur; bu bir ordu kahraman, irfanlı ve imanlı bir ordu-millettir”. (H. Kemal, Türk’ün Üç Ordusu)

Yazının tam burasında, devleti yönetenlere önemli bir görev düşmektedir. Çünkü kültür alanındaki faaliyetlerin amacı, toplumun maddî refahı ile manevî mirası arasında paralel bir gelişme sağlamak, ilmî gelişme ve ilerlemeyi o toplumun insanları için bir iç zenginlik kaynağı hâline getirmek, geçmişin uzantısı olan şimdiki zamanın tarihî devamlılığını temin etmektir.

Kültürün geliştirilmesi faaliyetleri, insanların fikir, düşünce ve eserlerini nakletmek sûretiyle sosyal hayatın kalitesini yükseltmek için alınan tedbirleri de kapsar. Bu anlamda sanat, çevre ile ilişki ve üçüncü olarak da bilgi ile bağlarını güçlendirmek gerekir.