Dil katliamı

1930’lu yıllara kadar Türkçemiz sadeleşme akımıyla fakirleşse de belli bir kıvamı da bulmuştu. Lâkin 1932’den itibaren (TDK’nın kuruluşuyla birlikte) Türkçede, İslâm kültür ve medeniyetinin mirası olan ve İslâmî çağrışıma açık ne kadar Arabî/Farisî kelime varsa, dilimizden bir kurumun (TDK’nın) marifetiyle kovuldu! Tıpkı Osmanlı Hanedanının, kundaktaki bebekten pîr-i fâni ihtiyarına varıncaya dek İngiliz gemilerine atılıp kovulması gibi…

DİL, sosyal ve kültüre ait değişimlerin hem sebebi, hem sonucu...

Sebebi şundan: Dil, zihnin anlama gücünü ve yönünü tayin ediyor. Misâl; eskiden “f...şe” namıyla maruf birtakım düşük kadınları necip (!) Türk matbuatı zamanla “hayat kadını” ifadesiyle karşıladı. Tekrar ve tekrar bu adlandırma yerleşti dile…

Sonuç, “f..şe” yerine “hayat kadını” derseniz, hem bu kadınları, hem de onların şeni fiillerini “masumlaştırıyor” veya bir değer yargısı ifade etmeyen “nötr” bir mânâ sahasına çekiyorsunuz...

Dil, toplumsal değişimin bir sonucudur aynı zamanda. Şöyle ki; aziz milletimiz, 9’uncu asırdan itibaren İslâm ile müşerref olduktan sonra üç asır boyunca husûsen dinî-ilmî kavram ihtiyacını Arabî kelimelerden itmam eyledi. 15’inci asra gelindiğinde, İslâm, bu milletin sosyal ve kültürel hayatına yerleşmekle birlikte sonuçta dilini de âdeta “İslâm Türkçesi” hâline getirerek 15 ilâ 20’nci asırlar arasında “Osmanlı Türkçesi” namıyla maruf muhteşem bir İslâm devlet-i âliyesi lisanı teşekkülüne medar oldu. İsmet Özel bu Türkçeye, “İslâm Türkçesi” der. Bu dil, 19’uncu asrın Batılılaşma hareketlerinin ilk saldırdığı hedeflerden biri oldu!

Düşman şunu iyi biliyordu: Bu milletin “değiştirilmesi” elzemdir ve bu değişimin ilk ve en tesirli adımı, “dil”in değiştirilmesidir. Fakat dil dediğin, dışarıdan suni müdahalelerle değiştirilemezdi; bu iş için bir bahane icap ederdi.

Bu bahane, “Osmanlı edebiyatının, Dîvan edebiyatının artık eskidiği” ve “bunun yıkılarak Avrupaî-yenilikçi bir edebiyatın kurulması gerektiği” şeklindeydi.

Şinasi, kamuoyunu gazete etrafında oluşturup, dili de bu sahada “sadeleştirme/halka inme” gerekçeleriyle değişime uğratma fikrine ikna etti dönemin aydınlarını. Namık Kemal, sıkı bir “Meşrutiyetçi” olarak buna yeltendi ama asla “muhteşem” Osmanlı Türkçesinden vazgeçemedi. Ziya Paşa ve diğerleri de…

Tanzimat’tan İkinci Meşrutiyet’e uzanan süreçte “sade dil”, S. Becket’in “Godot”u gibi beklendi aydınlarımızca. Kimse de çıkıp sade dile yeltenemedi. Çünkü bin yılın birikimi ve alışkanlıkları kolay terk edilemiyordu. Terk edilse de, ortaya çıkan metin, ifadeyi meramdan ve sanatın bedii yönlerinden hayli uzaktı. Tâ ki 1910’larda Ömer Seyfeddin ve Ziya Gökalp’in “Yeni Lisan/Yeni Hayat” çıkışlarına kadar…

Ömer Seyfeddin, Türkçe karşılığı olan Arabî-Farisî kelimeleri atmayı, olmayanları dilde tutmayı, Arabî/Farisî tamlamaları Türkçeleştirmeyi teklif ediyor, bunu hikâyelerinde uyguluyor ve “halkın lisanıyla aydınların lisanı arasındaki uçurumu” böylece kapatıyordu. Aslında olan şuydu: Türkçemiz, zenginliğini kaybederek “avam”ın lisanına indirgeniyordu!

1930’lu yıllara kadar Türkçemiz sadeleşme akımıyla fakirleşse de belli bir kıvamı da bulmuştu. Lâkin 1932’den itibaren (TDK’nın kuruluşuyla birlikte) Türkçede, İslâm kültür ve medeniyetinin mirası olan ve İslâmî çağrışıma açık ne kadar Arabî/Farisî kelime varsa, dilimizden bir kurumun (TDK’nın) marifetiyle kovuldu! Tıpkı Osmanlı Hanedanının, kundaktaki bebekten pîr-i fâni ihtiyarına varıncaya dek İngiliz gemilerine atılıp kovulması gibi…

TDK’nın “Dilde Özleşmecilik/Öztürkçecilik Akımı” dediği bu dil ve kültür kıyımında 30 binden fazla kelime lügatlerden, matbuattan, maariften, bürokrasiden ve hatta radyolar ve sokaklardan tard edildi!

Bu kelimatın deyim, atasözü, kalıp söz, günlük dil kalıpları, edebî eser, şiir ve sairde bin yıllık kullanımı hesaba katılırsa, atılan kelimelerin her birinin saydığım alanlardaki kullanımıyla koskoca bir dil hazinesi/birikimi olan sözlü/yazılı edebî-ilmî eser de çöp edildi.

Atılan Arapça kökenli kelimatın ekserîsinin “Kur’ân ve hadîs” metinlerinden alınmış olması, hem bu kelimeleri dilimize alan merhum ecdadın “İslâmî şuur” keskinliğini, hem de bu kelimeleri atanların malûm ve menhus niyetlerini açık etmektedir.