
DİL, sosyal ve
kültüre ait değişimlerin hem sebebi, hem sonucu...
Sebebi
şundan: Dil, zihnin anlama gücünü ve yönünü tayin ediyor. Misâl; eskiden “f...şe”
namıyla maruf birtakım düşük kadınları necip (!) Türk matbuatı zamanla “hayat
kadını” ifadesiyle karşıladı. Tekrar ve tekrar bu adlandırma yerleşti dile…
Sonuç,
“f..şe” yerine “hayat kadını” derseniz, hem bu kadınları, hem de onların şeni
fiillerini “masumlaştırıyor” veya bir değer yargısı ifade etmeyen “nötr” bir
mânâ sahasına çekiyorsunuz...
Dil,
toplumsal değişimin bir sonucudur aynı zamanda. Şöyle ki; aziz milletimiz,
9’uncu asırdan itibaren İslâm ile müşerref olduktan sonra üç asır boyunca husûsen
dinî-ilmî kavram ihtiyacını Arabî kelimelerden itmam eyledi. 15’inci asra
gelindiğinde, İslâm, bu milletin sosyal ve kültürel hayatına yerleşmekle
birlikte sonuçta dilini de âdeta “İslâm Türkçesi” hâline getirerek 15 ilâ
20’nci asırlar arasında “Osmanlı Türkçesi” namıyla maruf muhteşem bir İslâm
devlet-i âliyesi lisanı teşekkülüne medar oldu. İsmet Özel bu Türkçeye, “İslâm
Türkçesi” der. Bu dil, 19’uncu asrın Batılılaşma hareketlerinin ilk saldırdığı
hedeflerden biri oldu!
Düşman
şunu iyi biliyordu: Bu milletin “değiştirilmesi” elzemdir ve bu değişimin ilk
ve en tesirli adımı, “dil”in değiştirilmesidir. Fakat dil dediğin, dışarıdan
suni müdahalelerle değiştirilemezdi; bu iş için bir bahane icap ederdi.
Bu
bahane, “Osmanlı edebiyatının, Dîvan edebiyatının artık eskidiği” ve “bunun
yıkılarak Avrupaî-yenilikçi bir edebiyatın kurulması gerektiği” şeklindeydi.
Şinasi,
kamuoyunu gazete etrafında oluşturup, dili de bu sahada “sadeleştirme/halka
inme” gerekçeleriyle değişime uğratma fikrine ikna etti dönemin aydınlarını.
Namık Kemal, sıkı bir “Meşrutiyetçi” olarak buna yeltendi ama asla “muhteşem” Osmanlı
Türkçesinden vazgeçemedi. Ziya Paşa ve diğerleri de…
Tanzimat’tan
İkinci Meşrutiyet’e uzanan süreçte “sade dil”, S. Becket’in “Godot”u gibi
beklendi aydınlarımızca. Kimse de çıkıp sade dile yeltenemedi. Çünkü bin yılın
birikimi ve alışkanlıkları kolay terk edilemiyordu. Terk edilse de, ortaya
çıkan metin, ifadeyi meramdan ve sanatın bedii yönlerinden hayli uzaktı. Tâ ki
1910’larda Ömer Seyfeddin ve Ziya Gökalp’in “Yeni Lisan/Yeni Hayat” çıkışlarına
kadar…
Ömer
Seyfeddin, Türkçe karşılığı olan Arabî-Farisî kelimeleri atmayı, olmayanları
dilde tutmayı, Arabî/Farisî tamlamaları Türkçeleştirmeyi teklif ediyor, bunu
hikâyelerinde uyguluyor ve “halkın lisanıyla aydınların lisanı arasındaki uçurumu”
böylece kapatıyordu. Aslında olan şuydu: Türkçemiz, zenginliğini kaybederek
“avam”ın lisanına indirgeniyordu!
1930’lu
yıllara kadar Türkçemiz sadeleşme akımıyla fakirleşse de belli bir kıvamı da
bulmuştu. Lâkin 1932’den itibaren (TDK’nın kuruluşuyla birlikte) Türkçede, İslâm
kültür ve medeniyetinin mirası olan ve İslâmî çağrışıma açık ne kadar
Arabî/Farisî kelime varsa, dilimizden bir kurumun (TDK’nın) marifetiyle kovuldu! Tıpkı Osmanlı Hanedanının,
kundaktaki bebekten pîr-i fâni ihtiyarına varıncaya dek İngiliz gemilerine
atılıp kovulması gibi…
TDK’nın
“Dilde Özleşmecilik/Öztürkçecilik Akımı” dediği bu dil ve kültür kıyımında 30
binden fazla kelime lügatlerden, matbuattan, maariften, bürokrasiden ve hatta
radyolar ve sokaklardan tard edildi!
Bu
kelimatın deyim, atasözü, kalıp söz, günlük dil kalıpları, edebî eser, şiir ve
sairde bin yıllık kullanımı hesaba katılırsa, atılan kelimelerin her birinin
saydığım alanlardaki kullanımıyla koskoca bir dil hazinesi/birikimi olan
sözlü/yazılı edebî-ilmî eser de çöp edildi.
Atılan Arapça kökenli kelimatın ekserîsinin “Kur’ân ve hadîs” metinlerinden alınmış olması, hem bu kelimeleri dilimize alan merhum ecdadın “İslâmî şuur” keskinliğini, hem de bu kelimeleri atanların malûm ve menhus niyetlerini açık etmektedir.