Dikkat, yüksek “duyarlılık” içerir!

Bunların bütün haykırışları hezeyandan öteye geçemez, savundukları insanî değerler de kendilerine alan açmaktan başka işe yaramaz. Hülâsa, tek gayeleri “Ben hassas bir bireyim” diye sürekli bağırmaktır.

ŞİMDİ “duyarlılık” ve “hassasiyetler” üzerine bildiğiniz her şeyi bir kenara bırakın. Toplumun bir kesimini ihtiva eden ve aslında hayli şaşırtıcı diyebileceğimiz vaziyetlere şöyle üstünkörü bir bakışla temas edeceğiz. Bir başka deyişle, sürrealist hassasiyetlerin keşfine çıkacağız. Hemen başlayalım!

Hiç tıklım tıklım bir toplu taşıma aracında yolculuk ettiniz mi? Muhtemelen başınıza gelmiştir. Zira bir zamanlar benim kullandığım güzergâh üzerinde hem hastane, hem üniversite olunca otobüsleri tenha bulmak çok da mümkün olmuyordu. En sık karşılaştığım ama anlağımın bütün kabiliyetlerini olaya dâhil etme gayretime rağmen idrakte zorlandığım bir sahneden bahsetmek istiyorum. Döngüsel tarihin doğruluğunu kabul ettiğimizi varsaysak dahi bu kadar sık ve bu kadar aynıyla tekrarı yine de hayret vericidir.

Bir otobüs hayâl edin. İnen-binenlerle belli bir popülasyonu yol boyu koruyor. Hem böyle toplu taşımalarda metrekare başına düşen insan sayısı, matematiği altüst edecek düzeydedir. İşte tam da böyle bir otobüste, alanı dolduran bireylerin boşluklara ilerleme grafiğinin de düşük olduğu ön kabulüyle, binişe ayrılmış ön kapı bir yerden sonra açılamaz hâle gelecektir. Böylece vasıtanın uzuvları anlam değişikliğine maruz kalacak ve inişe ayrılan orta kapı ile otobüsün bitiminde yer alan arka kapı, yolcu biniş kapısı olarak seyrini sürdürecektir…

Buraya kadar her şey olağan ve sık sık rastlanan bir buhran olarak görünse de aşırı hassas ve duyarlı bireylerin her seferinde şöyle bir cümleyle otobüsün camlarını titrettiğine de denk gelmişsinizdir: “Şoför bey, araç doldu, artık yolcu alma!”

Ne kadar insan haklarına ve öz saygı denilen ergonomik ve çok amaçlı tasarıya uygun görünen bir cümledir bu! Onlarca yolcu içinde bir hassas kalp, bu modern işkence metoduna son vermek ve diğer bütün sıkışık yolcuların da hakkını savunmak üzere kendini feda etmekte. Takdire şayan. Ama ilk bakışta!

Şimdi olayı fail yönünden analiz edelim; vaziyeti ve gerekliliği bir kenara bırakıp sadece haklı bir serzenişle duruma el atan kahraman üzerinden bir açılım getirelim. Olay yeri incelemesi ile kayda geçen bilgiler bize şunu gösteriyor: Daha fazla yolcu alınmasının insan haklarına saldırı olacağını beyan eden çok duyarlı kahramanımız otobüse nereden, ne şekilde ve ne zaman binmiştir?

Belki yüzlerce defa şahit olduğum bu olaylar dizisinden elde ettiğim verilere göre cevaplayayım: Daha fazla yolcu alınmasına karşı çıkan fail, bu itirazı yaptığı duraktan bir durak öncesinde otobüsün nüfusuna dâhil olmuştur. Bir durak önce otobüse orta veya arka kapıdan giriş yapmıştır. Kendisi otobüse binerken içerideki tıklım tıklım vaziyeti çıplak gözle gözlemlemiştir. Gözlemlemekle de kalmayıp, ön kapıdan binememiş ve hatta bindiği iniş kapılarından da elini kolunu sallayarak girememiştir. Fail, otobüse binebilmek uğruna bütün mevcudiyetini bir silah gibi kullanmış ve 1 metrekareye 5 insan düşen otobüse adeta dağları yara yara giriş yapmıştır. Duyarlı kahramanımız, otobüse biniş sürecinde “Daha fazla yolcu alma” diye haykırmamıştır. Zira kendisi “daha fazla” olan yolcudur. Fakat otobüse biner binmez, kendine bir alan açar açmaz, daha fazla yolcu almanın insanî boyutları aşacağına karar vermiştir. Oysa bu kahramanımız otobüse binmeden evvel bu serzenişi yapsaydı ve “Şoför bey, beni almamalısınız; zira ben fazlayım” demiş olsaydı, yılın duyarlısı seçilebilirdi.

Peki, sözüm ona çevrecilere ne demeli?

Onlardaki duyarlılık tarihe altın harflerle yazılacak cinsten. Yüksek hassasiyet sarmalında bu kısım ana hatları belirli bir tipolojiyi anlatıyor. Bunlar genelde hem zengin, hem hassastır. Ekseri ormanlar içine konuşlandırılmış havuzlu villalarda yaşamlarını sürdürürler. Villa tek bloktan değildir. Ya birkaç ayrı yapıdan ya da bitişik nizam eklentilerden devasa bir malikane görünümü verir. Bahçelerinde havuz, barbekü alanı gibi çeşitli kullanımlara ayrılmış, hayâlin sınırlarını zorlayan yapı organları bulunur. Bu şatafatlı yapı kompleksini ise ağaçlıklı geniş ormanlar çevreler. Ama malikin mal varlığı kapsamına giren bu geniş yapı alanı ormanlık alanın bütünlüğü bozan bir bölge olarak dikkat çekicidir.

Buraya kadar yine her şey nizamî görünüyor, değil mi? Şimdi gelelim malikin sitemkâr cümlesine!

Hemen hemen hepsi şöyle bir serzenişle son derece hassas şahsiyetler olduklarını ve çevreye verdikleri ehemmiyet ile nasıl gelişmiş ülke insanı olduklarını gözler önüne serer: “Şu güzelim ormanlara, ağaçlara nasıl kıyıyorlar, aklım almıyor” ya da “Ağaçları kesip imara açıyorlar, yazık, günah”.

Bu güzide şahsiyetlerin çevreci iç âlemlerini açık ettikleri cümle kalıpları böyle olabileceği gibi bir yaklaşık sonuçla birtakım eyvahlar daha eklenerek farklı versiyonlarla da karşınıza çıkabilir. Ama özetle hepsi aynı duygunun savaşçısıdır. Ağaçlar kesilmemeli, ormanlar katledilmemelidir; hele ağaç kesip bina yapmak katliamdır. Fakat son derece hassas malikane maliklerimizi ofsayda düşüren bir vaziyet sizin de dikkatinizi çekmedi mi? Havuz kenarı şezlongunda güneşlenirken bu cümleleri kuranların dâhil oldukları yapı komplekslerinin hepsi, ağaçların ölümü üzerine bina edilmiştir. Ama tıpkı otobüse son binen kahraman yolcumuz gibi, kendisi için bir alan açtıktan hemen sonra başkaları için açılacak alanı hor görmekte ve sitem etmektedir. O son yolcu da, bu ormanın göbeğinde ağaçları yiyerek büyüyen malikanenin sahipleri de içinde bulundukları vaziyeti analiz etmeksizin bazı hassasiyetleri dile getirmeselerdi, çok daha saygın bir pozisyonda daimî kalabilirlerdi.

Daha nice duyarlı insanımız var. Öyle duyarlılar ki, kediler açlıktan ve sokaklarda sefil bir yaşam sürmekten dolayı acı çekmesinler diye onları kısırlaştırıyorlar. Bunu yine kendine alan açmak gayesiyle yapan insanın bir noktaya kadar kendini savunabilecek salahiyeti olabilirdi. Ama bunu yine yüksek hassasiyet başlığı altına tıkıştırmaya çalıştıklarından, benim süregelen yergi cümlelerimin öznesi olmaya hak kazandılar. Yaradan’ın düzeninde Yaradan’ın verdiği canla Yaradan’ın bahşettiği üreme/çiftleşme gibi tabiî hakları kedilerin ellerinden kanlı operasyonlarla alıyor, sonra da adını duyarlılık koyuyorlar.

Hâlbuki yine çok kedi beslenen bir evde büyümüş biri olarak söyleyebilirim ki, kediler 6-7 yavru doğurur, birkaçı büyüyemeden ölür, birkaçı büyür, onlar büyürken sülâlenin büyükleri can verir. O koca sülâleden ve tek seferde doğrulan 6-7 yavrudan kala kala 2-3 yetişkin kedi kalır. Onların da ikisi erkek, biri dişi olsa zaten kısırlaştırmaya gerek kalmayacak bir veri elde edilmiş olunur. Yani Yaradan zaten sistemi şaşmaz bir şekilde idame ettirmektedir.

Hiçbir zaman ve hiçbir yerde, kediler kısırlaştırılmadıkları için o beldeyi istila edecek kadar çoğalmazlar. Varlıkları sayesinde sokakları/evleri istila etmeyen çok sayıda canlıyı da hesaba dâhil etmek gerek. Sisteme kendi rahatı için müdâhil olan duyarlı şahsiyetler bunu bir de kedilerin refahı için yapılan bir fedakârlık olarak sunmasalardı, yine çıkıp da laf edecek değildim.

Okumaktan yoruldunuz mu bilemem ama ben bu yüksek duyarlılık içeren insan öbeklerine denk gelmekten hayli yoruldum. O yüzden birkaç örneklik daha yeriniz olmasını ümit ederek devam ediyorum…

Her ülkenin, şehrin ve mahallenin böyle yüksek hassasiyetlerle yaşayan seçkin (!) bireyleri vardır. Fakat ne yazık ki eylem ve söylemleri topluma ve tabiata hiçbir fayda vermez, aksine dokundukları her şeyi çürütürler. Bunlar zararlı organizmalardır. Girdikleri bünyeyi yiye yiye bitirirler. Bunların bütün haykırışları hezeyandan öteye geçemez, savundukları insanî değerler de kendilerine alan açmaktan başka işe yaramaz. Hülâsa, tek gayeleri “Ben hassas bir bireyim” diye sürekli bağırmaktır. Kendilerini reklâm etmek ve bulundukları pozisyonu korumak öyle güçlü bir itkidir ki bu yolda evrildikleri hâllerin ne büyük bir tenakuz içerdiğini sıklıkla fark etmezler.

Hassasiyeti zirve yapmış bir kesit daha vardır ki onlar bütün değerleri, değersiz yaşam biçimlerini savunma yolunda ellerinde oyuncak ederler. “İnsan hakları ve özgürlük” derler, kendileri gibi düşünmeyen herkesi kindar zihinlerinde öğütmek ve toplumdan izlerine varana kadar silmek uğruna canhıraş bir mücadele verirler. “Onur, haysiyet, gurur” derler fakat bu kavramları sadece ahlâkın sınırlarını aşabilmede, anne karnındaki çocuğu parçalayarak öldürmede, gayrimeşru ve ahlâk dışı ilişkileri cilalamada ve hayvanî içgüdülerle ömür sürerken hiçbir itirazla karşılaşmama yolunda enstrüman olarak kullanırlar.

Yaza yaza bitiremeyeceğim bu sözüm ona hassasiyetler (!) ve yüksek duyarlılığa sahip (!) güzide bireyler, toplumun nifak tohumlarıdırlar. Siyahı beyaz, güzeli çirkin, doğruyu yanlış, kötüyü iyi gibi göstermek hususunda dünya standartlarını aşan kabiliyetlerle donanımlıdırlar. Bunlar her defasında insanın ve toplumun vicdanına oynar, savundukları değerler üzerinden kendilerine geniş alanlar açarlar. Fakat özde sadece şahsî varlıklarını itila etme ve övülmeye muhtaç nefislerini mümtaz statülere terfi ettirme iç tepisiyle yaşarlar.

Velhâsılıkelâm… Yazık hâller!