OTUZ beş katlı rezidansın yirminci katında yaşıyorum. Dışı camla kaplı, içine dışarıdan hiçbir şey giremeyen türden. Yükseklerde, cam duvarların ardından sessiz, gözlemci bir kuş gibi bakıyorum şehre. Aşağıda İstanbul ayaklarımın altına katman katman serilmiş. Şehrin ışıkları ufka doğru uzanan yıldız kümeleri gibi yanıp sönerken, bir tane daha gökyüzü yerdeymiş gibi görünüyor. Fakat yukarıda, iki gökyüzü arasında kalbim çok karanlık. Gündüzleri cam cepheler karşıdan vuran güneş ışıklarını kırıp, un ufak ediyor. Belki de bu yüzden ruhlar ısınamıyor ve şehirdekiler kendi gölgeleriyle yarışıyorlar. Kadim İstanbul’un kalbinin üzerine beton, çelik ve camı karıştırıp modern yapı diye dikmişler. Çok büyük ve çok kalabalık. Her yanan lamba bir pencere, her pencere ise başka bir hikâye. Ama benim odamda yalnızlık tek hikâye ve mekân da benden daha çok. Gürültü, yükseklere, bana kadar gelmiyor ama adını koyamadığım bir ruh yavaş yavaş katıma kadar tırmanıp beni esir alıyor adeta. Şehre aitim ama içinde değilmişim hissine yakalanıyorum her defasında. Nasıl oluyor bu? Şehrin merkezindesin, ama kalabalığın kıyısında bir yalnızlık sana düşen. Gece, sessizce gelip ruhuma yorgan gibi sarılıyor. Buralarda “sessizlik en yüksek ses”miş meğer…
Rezidansın lobisi, yüksek tavanlı, geniş, ferah ve gri mermerlerle döşeli. Büyük otel girişlerine benziyor. Ama insanı basan, soğuk bir tuhaflığı var. Balkon gibi duran krem renkli resepsiyon alanına büyük saksılar içinde limon servi ağaçları yerleştirilmiş. Yeni nesil mimarinin tüm steril iddiası yüzeylerde yankılanıyor, her yer “bal dök yala” cinsinden. İçeride boğaza gelip yapışan sentetik koku, havalandırma sisteminden sürekli püskürtülüyor. Asansörler sessiz, basılınca çıkacak tuş sesi bile düşünülmüş. Yalıtımın gücü bazı zamanlar binada yaşayan insan varlığını bastırıyor. Benim dairemde eşyalar modern, düzenli, fonksiyonel… Fazlaca kusursuz, kompakt bir hayat planlanmış. Sanki gerçek bir yaşam biçimi değil de bir çeşit illüzyon gibi. Eşyalarım –ki hiçbirini ben seçmedim- sade, ama güzel döşenmiş, koltuk antrasit, masa koyu ceviz, perdeler neredeyse saydam ama hiç ışık geçirmiyor. O yüzden yer yer dekoratif ışıklar kullanılmış. Bu daireyi, evimde, işimden daha az vakit geçirdiğim, fiş, fatura, tamirat işlerine zaman ayıramadığım ve de mesai çıkışı geç saatlerde güvenli gidiş geliş olmadığı için seçmiştim. Gecenin bir vakti aracın içinde döne dolaşa park yeri aramaktan da gına gelmiştim. Küçük ama konforlu oluşu cazip gelmişti. Sorunlardan izole ettiğim hayatımın yaşama sevincimden de yalıtılacağını hiç ama hiç öngörememiştim.
İstanbul’da bazı sabahlar beyaz, ne gri, ne yeşil… Bu sabah bir farklılık var. Her şey susmuş gibi. Ve şu an tam olarak katı bir sessizliğin içindeyim. İstanbul camın ardından flu, kahve soğuk, Spotify bana küs. Perdeden süzülen ışık ruhunu, ferini filtrelere teslim ediyor, gayet steril. Rezidans yirminci kat. Neredeyse bütün katlarda olduğu gibi burada da homojen bir sakinlik var ama huzur vermiyor, hatta huzur hiç uğramıyor buralara.
Kahvemi üçtür ısıtıyorum. Dostların dilindeki “ılık yalanlar” gibi bir türlü sıcak olmuyor. İlki gece dörtteydi, ikincisi sabah altıda, sonra yedide. Şimdi saat kaç? Bilmiyorum. Uyanmaya çalıştığım vakit işte. Zamandan arındırılmış bir boşluğa uyanan bir bedenden ibaretim. Bazen kendi evimdeymiş duygusunu kaybediyorum. Eşyalar benim ama hissettirdikleri bana ait değil. Koltuk üzerine otururken kıpırdamıyor. Sanki beni o bile ciddiye almıyor. Yatağımın tam karşısındaki ayna, bana bazen cömert, bazen cimri davranıyor. Şimdi bu uzun, siyah saçları birbirine karışmış, ucu hafif kalkık burunlu, kirpikleri de saçları kadar dolaşık, yanakları çökmüş kadın ben miyim? Omuzlarımın geniş, ellerimin irice oluşunu ilk kez fark ediyorum sanki. Uzun bacaklarım pikenin altından bile belli. Gerçek hayatta tertipliyim oysa. Ama o tertibin motivasyonu dağınıklığı daha iyi kontrol etme ihtiyacı. Aynı zamanda da duygularımı sınırlamak için benliğime sapladığım tel örgüler. Kırılmalarımı saklamayı, kırılgan yerlerimi göstermemeyi öğrendim. Büyük bir şirketi neredeyse sorunsuz yönetiyor, ama hislerimin yönetileni olmaktan kurtulamıyorum. İçim mi? Mezarlıktan farkı yok. Sessiz, düzgün ama birçok şey gömülü.
Telefon bildirim ışığına kayıyor gözüm. Sena: “Kahvaltı 12:30’da. Gelecek misin? Brunch seversin sen.”
Cevap yazmıyorum. Yazacak bir şey de yok zaten. Çare olmayan, yatıştırıp, sadece oyalayan, akışları tüketmişim sanki. “Gelmeyeceğim, içimdeki ana arterler tıkalı”yazılmaz. Kendime dışarıdan bakmaya çabalıyorum bazen. Fakat göremiyorum. Daha yüksekten mi baksam, diye düşünürken aklıma kardeşimin küçüklüğü geliyor.
-Abla, masaya çıktım, burnumu göremedim. Merdivene çıkıp denedim, yine olmadı. Dama çıksam görür müyüm?
-Ahhhh! Canım benim. Nerden bakarsam bakayım hep aynı şey…
Vitrinin önündeki görüntü gayet güzel, her şey yolunda. Ama arkada içten içe çürüyen bir benlik var. Hz. Süleyman’ın, bastona dayanmış, fark edilemeyen ölmüş bedeni gibi aynı. “Başıma bir şey gelse kaçıncı gün fark edilirim”in cevabı oldukça dramatik, ama gerçek.
Dışarısı İstanbul… Camdan bakınca ruhsuz bir pazıl gibi duruyor. Yönünü kaybetmiş koşuşturmalar, tonunu ve sesini geçmişte bırakmış sözcükler. Ben… Ben sadece Gizem’im. Yorulmuş, dokunulmamış, artarken azalan bir varlık… Güncelleme alamamış cihazlardan farkım yok, offline yaşamaya sığınmış bir garibim. Yüksekten bakınca her şey çok küçük; insanlar, trafik, dertler…Ama içimde büyüyen bir anlamsızlık var. Lüks dairemde lüks bir yalnızlık yaşıyorum. Her şeyden izole, kimsenin seçmediği, fakat seçkin bir birey olarak. İçimden “Sana yeni bir şey lazım, en gerçek olanından” diye bir ses haykırıyor adeta. Tabii ki hemen susturuyorum bu gizli mikrofonu. Bir şey kırılmadan önce sessizleşirmiş. Acaba neremden vuruluyorum?
Güvenliğin aramasıyla irkiliyorum. “Problem var!” tonlu bir çalış. Biri mi öldü? Biri ölse niye lobiye gelsin ki haber? Saçmalıyorum, evet. Kargom mu erken geldi? Resepsiyon kararlı, tekrar arıyor. Açıyorum: “Bir hanımefendi sizi görmek istiyor.”
Sessizlik... Sanki içime birileri doluşmuş gibi. “Kim?” diye soramadan görüntülü ekran açılıyor. İpek başörtüsü hafif kaymış, krem renkli, uzun keten pardösüsü ile yüzünde tedirgin bir gülümseme. O aynı mahcup, acelesiz ama kendinden emin modundaki annem duruyor oracıkta. Gözlerini yere indirmiş, görevlinin kıyafetine yağdırdığı ajite edici bakışlarla muhatap olmamaya çalışıp öylece beklemekte. Rezidans görevlisinin rahatsızlığını hissettirircesine bakışı kameraya yansıyor, kararsız bir nezaketle “Misafiriniz mi?” diye soruyor. Şaşkınlık, zamansızlık, hazırlıksızlık ve emrivakiye gelmenin karıştığı ses tonuyla “Yukarı gönderin” diyorum.
O an zil çalıyor. İki kısa, bir uzun… Bu sesi unutmamıştım. Kimseye söylemediğim, ama hâlâ içimde yaşayan o kod. İnsan bazen seslerden yakalanırmış geçmişine. Kapıyı açıyorum. Annem… “Ben geldim” diyor. Sanki çağrılmış da gelmiş gibi. Elinde küçük, çekçekli valizi, ondan daha küçük bir çanta. Yolculuktan değil, geçmişten gelmiş gibi duruyor. “Geçenleri, hatta geçmeyenleri de getirebildin mi anne? Keşke beni kendinsizliğe mahkûm etmeseydin? Keşke boğuştuğun o acılarla birlikte yoğrulsaydık. Şimdi kim kazandı anne? Sen kendininkilerle savaşırken beni ne tür acıların içine gönderdiğini hiç düşündün mü?” diyemedim. Kelimeler ağu oldu oturdu boğazıma, yutkunuyorum, geçmiyor. Ellerinde anneliğin bin yıllık sabrı ile çantasını uzatıyor bana. Hiçbir savunmam kalmıyor. Ne kahve, ne duvar, ne mesafe… Annem, sanki her şey olması gerektiği gibiymiş gibi valizi koridora bırakıyor, el çantasının fermuarını açar açmaz ortama pırasalı börek kokusu doluyor. Kokusu içeriyi bilmem kaçıncı turla dolaşan börek poşetini çıkarıp, odanın köşesindeki mutfak bölümüne bırakıyor. Çocukluğum da kokuyla beraber ayaklarımdan başlayıp beynime doğru tırmanıyor. Gençliğim mi yok!
Hâlâ göz göze gelmedik ve hâlâ bir şey demiyorum. Onun da bir şey beklediğini sanmıyorum.
Saçlarını düzeltip, çantasından tülbentini çıkarıyor. Başını “kundak başı” örterken mutfak tarafına geçip “Bu fırının fişi nereye takılıyor?” diye soruyor. “Kullanmıyorum” derken başka bir şey sormamasını diliyorum. Cümleleri yarım, ama kırık değil. Annem konuşmadan da var olan ve o varlığa sizi de çağıran bir kadın. Onu bir yere asla süs gibi koyamazsınız. Mekânı dolduran bir anlamı, katılığa karşıt bir sıcaklığı vardır. Benimle alakasını kuramadığım ve hiç anlayamadığım bir güce sahip sanki.
Oturdum. Nicedir açmadığım çekmeceden aldığı, elinde görünce şaşkına döndüğüm –orada olduğundan bile haberim yoktu- örtüyü getirip masaya serdi. Bardak, çatal, tabaklar, su dolu bir şişe ve ısıttığı börekler. Hiçbir şey söylemeden servis yapıyor. Sanki konuşursak bir şeyler patlayacak ve yanlış olacak.
Ben hâlâ aynı katılıktayım ve o bir şeyler yapmaya devam ediyor.
-Acıkmadın mı?
-Yok.
-Ben yiyeceğim.
Sessizlik…
Kalkıp perdeleri açarken “Bu ev niye mezarlık gibi?” diye soruyor. Cevabı merak etmediği belli, mutfağa geçiyor. Gözüm ona takılıyor. Her şeyin yerine o kadar aşina ki hiç tereddüt etmiyor. Sanki kendi evindeymiş gibi. Gerçi şu anda benim evimde, ama benden daha fazla. Büyük sayılamayacak salonun köşesinde küçücük bir tezgâhtan ibaret mutfağımı beğenmiyor tabii. Yeni nesil mutfağın eski nesil annesi. Ona bakınca kendimi bir aparat gibi hissediyorum.
Annem salonda kanepede uyudu. Yeleğini katlayıp yastık yaptı, getirdiği turkuaz mavisi zemine açık yeşil ve beyaz etnik desenler basılmış pikeyi de üstüne örttü. Burası bana ait olmaktan çıkmış, mekân başka bir mekâna dönüşmüş, zaman ise çocukluğuma kaymıştı.
Odama geçtim. Uyumak istedim ama nafile. Elimde tuttuğum telefonun ekranı yüzümü aydınlatıyor ama içimde elektrikler kesik. Gelen bir mesaj yok. Olsa ne fark eder gerçi.
Mutfağa geçtim. Kupkuru boğazımı suyla da ıslatamadım. Camdan bakarken, “İnsanlar yorulmadan yaşamaya devam ediyorlar” dedim. Sanki ben pergelin sabit ucu, diğerleri ise hareketli taraf; onlar dönmeye devam ederken, ben aynı noktada duruyormuşum gibi. Loş lambaların altında sakinleşmeye çalışan şehirde kim bilir kiminle ışıldayan hayatların merakı sardı ruhumu. Balkonum deniz görüyormuş. Kiralarken öyle söylediler ve fiyat farkı koydular. Şimdi diğer rezidansların arasından boğaza bakmaya çalışıyorum. Camdan ölçtüm, bana kalan, iki karış dört parmaklık bir alan. Ayakta dikilip, hiçbir şey düşünmeden boşluğa asıyorum bakışlarımı. İçim çok dolu ama tanımsız.
Önceleri böyle gecelerde ekran başında sabahlardım. Uyaran çok, gerçeklik yok. Online atölyelere, yarım kalmış dizilere, saatlerce konuşulup, aniden kesilip, bir daha yazılmayan mesajlara gömülürdüm. İçimdeki boşluk zamanla hissetmemeye evrildi sanırım. O boşluğu sesle, ışıltıyla, planla, alışverişle, Story’yle kapatmaya çalışmak…Yaşıyor olduğum hayatın bana öğrettiği en kolay alışkanlık buydu. Kendime ait bir alanımın olması, kendine ait olmayı sağlamıyordu. Sadece yalnızlığı daha iyi kamufle ediyordu.
Bir sesle uyandım. Tuhaf bir tıkırtı. Sonra yumuşak bir kanat sesi. Kalktım. Salon sessiz. Annem yok. Sesin kaynağını ararken çamaşır kurutma telini tam olarak açamadığım büyüklükteki balkonuma çıktım. Kurumuş çiçek saksımın içinde getirdiği kurumuş incecik dalların üstüne oturmuş güvercini gördüm. Bana baktı. Gerçekten baktı. Bir kuşun bir insana bakabileceğinden daha derin. Sanki ben onun eviymişim de o bir müddet uzak kalmış. Hiç ses etmedim, kıpırdamadım, göz göze gelip bakışırken ne kadar süre geçti bilmiyorum. Sonra tüylerinin altına sakladığı inci gibi parlayan yumurtaya kaydı gözüm. “Sen anne olacaksın!” derken annem aklıma geldi. Salona döndüm. Pikesini ve hırkasını katlayıp, üst üste koymuştu ama kendisi yoktu. Banyoya bakıp göremeyince ayakkabılığa yöneldim. Omuz çantası yoktu. Kalbim inceden bir sızladı. “Gitmiş olabilir miydi?” Hiçbir not, hiçbir iz bırakmadan. Gelir gibi, hiç gelmemiş gibi gider miydi insan? Telefonuma baktım, hiçbir çağrı, mesaj yok. Bana ne oluyor böyle? Alışık olmadığım bu endişe şekli de nerden çıktı?
Sonra…
Kapı aralandı. Anahtarı nasıl bulmuştu? Elinde poşetlerle içeri girdi. “Uyandırmayayım diye sessizce çıktım. Ekmek, simit, biraz da sebze aldım.” Hafif terlemiş yüzüne çaktırmadan baktığımda yokluğumdan doğan boşluğu fark ettim. Bu fark ediş, geldi, saplandı yüreğimin en sert yerine. Yüzü, çektiği cefaların izlerini artık saklayamıyor. Ama sadece geçmişe ait değil, şimdiye bakan bir ifade vardı. Getirdikleriyle meşgul olduğu için bakışlarımı fark etmedi. Küçük poşeti tezgâha koyarken biraz susam döküldü.
-Asansörün önünü yeni siliyorlardı. Terlikler hafif kaydı. Hepsi dönüp baktı da “İyi misin?” bile demediler. Sanki apartman girişi değil, mahkeme koridoru, ben de suç işlemişim gibi.
“Canın acıdı mı, bir yerine bir şey oldu mu?” demek istedim ama sesim dudaklarımdan geri döndü.
-Balkondaki güvercinden haberin var mı?
Cevap vermedim, o da başka bir şey sormadı. Ama o an içimde bir cümle oluştu. Söylemediğim ve sadece kendime duyurduğum: “Bu kadın, hep gitme ihtimali olan biri. Ve ben bunu unutmamalıyım.”
Tam yatağıma uzanacaktım ki lobiden tekrar arandım.
-Gizem Hanım, misafiriniz az önce hijyen kuralımızı ihlal edip bina içinde terlikle dolaştı. Müdür Bey gerekli hassasiyeti göstereceğinizi ümit ediyor.
Ben bir şey diyemedim. İçimde küçücük bir çekiçle bir yerlerim dövülüyor gibiydi. Bir utanç hissi değil, ama açıklamak zorunda kalmanın indirgediği eziklik gibi bir şeydi.
Neden sonra balkona tekrar çıktım. Annem, küçük bir tabağa ekmek kırıntısı bırakmış. Güvercin hanım bir ayağını yukarı çekmiş, kabarık gövdesiyle olduğu gibi tabağa yumulmuştu. Tam onu seyre dalmıştım ki, baba güvercin camın kenarına ağzında bir iki kuru otla kondu. Beni fark edince de geri uçtu ama uzaklaşmıyordu bir türlü. Camın dış tarafında düşmemek için ayak vantuzlarını iyice metal çıkıntıya tutturmuş, anlamadığım seslerle içerdeki eşiyle muhabbet ediyordu.
-Sen oradan çekilmezsen yaklaşmaz. Öteki de kalkıverir, dedi annem.
-İnsan gibi hayvan vallahi. Ne tam güveniyor ve ne de bırakıp gidiyor.
Bir şey demedim. İzlediğim sahneyi bırakıp yavaşça içeriye geçtim. Sanki o kuş, bizim ortak bir hatıramız gibi, daha yeni yaşanmış ama geçmişten kalma. Bunca yıl sonra ilk defa annemle birlikte bir şeyi koruyorduk. Belki bir yumurtayı, belki bir sessizliği, belki de kırılgan bir kabuğun içindeki sesin ihtimalini.
Kapı çaldı. Telefonla aranmadığıma göre gelen kimse bina içinden olmalı.
-Kim o?
-Yönetici…
İnce uzun yüzlü, sol gözünün hemen altında bir et beni, kalın bıyıkları ve pantolonuna düzgünce sıkıştırılmış gömleğiyle karşımda duran Cengiz Bey’di. Yüzünde kibar kalmaya çalıştığı bir sertlikle:
-Günaydın Gizem Hanım, rahatsız ettiğim için özür dilerim.
-Buyurun dedim gergin bir sesle. Göz ucuyla içeriyi şöyle bir tarayıp, net bir tonlamayla:
-Balkon penceresinden kameraya yansıyan bir durum varmış. Düzenli olarak iki kuşun balkonunuza girip çıktığını görmüşler. Kuş besliyormuşsunuz.
Donakalmıştım. Annem de koridora çıkmıştı. Uzun nefti yeşil eteği, krem rengi tişörtü, beyaz tülbenti ile adamın karşısında durup, burnunun üstündeki yakın gözlüklerin üstünden bakarak:
-Evet. Hayvancağız çarnaçar bize sığınmış. Aç, susuz. Ne var ki biraz kırıntı verdiysek. İnsanlık kurallarınız arasında yok mu yavrum?
Adam yüzüne ısıtmayan, iyileştirmeyen bir gülümseme taktı. Sahte değildi ama oldukça üsttendi ve gerçek de denemezdi.
-Bunlar yasak şeyler Hanımefendi. Malum, kuş dışkısı, böcek, koku… komşular rahatsız olabilir. Evcil olmayan hayvan besleme yasağı bina yönetmeliğinde de var. Biz burada düzeni insanlıkla değil, yönetmelikle sağlarız efendim.
Annemin yüzünde yıllarca taşınan sessizliğin içinden süzülmüş nezaket gibi bir gülümseme vardı.
-Biz misafiriz. Rahatsızlık vermek istemeyiz tabii.
Sesi çok netti. Bir özürden çok bir izin almayışı dile getiriyordu. Annem geri adım atmamıştı ama rezidans yönetiminin baskıdan güç alan iradesiyle çatışmaya da girmemişti. Annem daha bir şeyler söyledi ama ben dinlemedim. Yönetici de ben de ayakkabılıkta duran annemin bu sabah bütün kameraların önünden geçerken ayağında olan terliklere bakıyorduk.
Kapanan kapının ardından sessizlik. Kısa ama basınçlı. Annem güya nazikçe uyarılmıştı, fakat gerçekte düpedüz dışlanmıştı. Ve işte annemin bana bakarak konuşmasıyla basınç patlaması gerçekleşiyordu.
-Koca koca adamlar el kadar kuşun peşine düşmüşler.
Ben başımı önüme eğdim. Yine içimden “Senin sesin onların kuralına yazılmamış” dedim. Annemin bu usulca onurlu duruşuna karşılık kendi çaresizliğim steril duvarlara çarpıp, tekrar ruhumu dövdü.
İçimde bir uğultu dolanıyor, yüzeye çıkmaya can, ifade etmeye dil bulamıyordu. Bir utanç mıydı? Bir öfke mi? Bir kıskançlık mı? Biraz biraz hepsiydi aslında. “Biz misafiriz”derken, annem nasıl da vurdu beni can evimden? Ben burada yaşıyorum. Kira kontratı, aidat, yönetim planı… her şeyiyle... Ama onun bu sabah kuşla kurduğu bağ, benden çok daha sahiciydi. Ben hiçbir güvercini elimle beslemedim. İçten konuşacak bir komşum yok. Aşağıda restorana yemek yerken kimse “afiyet olsun” demez. Asansörde ağzı kelime dolu fakat, kelam vanası sıkı sıkı kapalı insanlarla kaç kat hiç konuşmadan çıkıyorum.
Yatağıma uzanmıştım. Annemse mutfakta cam siliyordu. Kafasını dağıtmak istediğinde hep böyle yapardı. Elif’ten mesaj geldi.
-Akşam Nişantaşı’nda “Renklerle rahatla atölyesi” var, geliyorsun değil mi? Gel ne olur. Nefes alırız. Boyarken konuşuruz biraz.
Yine cevap yazmadım. Oysa bir yanım, “Değiştir hayatını, çık, yürü, eğlen, dans et!”diyordu. Diğer yanım, “Ne yapayım dışarıda? Story mi atayım? Hayat çok güzel, ben çok mutluyum mu yazayım? Kimse yemiyor artık bunları…” diyordu.
Burada yaşıyorum ama aidiyet hissetmiyorum. İnsan her sabah aynı kahve fincanını yıkayıp aynı pencereden bakıyorsa... Bu yaşamak mı? Yoksa yaşamak adlı hiçleşmeye katlanmak mı? Annem bana kendimi hatırlatıyor. Peki bu anımsamayı istiyor muyum? Gözlerim doldu. Geç kalmış bir hayatın sessiz çöküşünün altına gömülüyor gibiyim. Anneme öfkeli değilim çünkü şartları onu mazur kılıyor ama derin kırgınlıklarım var. Uzun süre yan yana kalmadık, hiç kavga edemedik, ben ya okulda ya da yaz kurslarında idim. Her şey sessizliğe büründü, içimizde çürüdü. Göz kapaklarım beni hangi kâbusun eşiğine zorluyor acaba?
Uyandığımda annem namaz kılıyordu. Kıbleyi bana hiç sormadı ama. Seccade de getirmiş. Umarım giderken götürür. Kızlara bir de onun izahını yapamam valla. O dua ederken yargılamakla yadırgamak arası duygularla onu izledim. Sanki içime ılık yağmurlar yağıyordu. Kısa bir süre ruhumun ıslanmasına izin verdim. Ama daha fazla izin veremezdim. Etkilenmek değişmek demekti. O da yıllardır derinlerde küflenmeye terk ettiğim gerçeklerin yeniden görünür olması anlamına gelirdi. Bu bana çok sancı yapardı. Bense ne sancı, ne yatıştırıcı istemiyordum.
Kalkıp balkona geçtim. Elli metrekarelik evde nereye kaçsam yine kendime tosluyordum. Masanın üstünde bir defter ve üzerinde not vardı. Ortaokuldayken bir şeyler karalardım. Annem nereden bulmuştu ve niye getirmişti bunu? Cevabı da çarpık çurpuk harflerle nota yazmıştı. “Kızım, bir zamanlar yazıyordun sen. Belki yine yazarsın diye…”
Deftere dokunuyorum. Parmaklarım yıllardır hiçbir şeye bu kadar dikkatle ve özenle değmemişti. İçime reddedemeyeceğim kadar gerçek bir yaklaşma hissediyorum. Annemin notuyla kalbim sarsılmıyor, adeta şerha şerha açılıyordu. Kırmadan, zorlamadan, suçlamada… Sadece hatırlatarak…
Kuş hâlâ yumurtalarını bekliyor. Kalkıp aşağı doğru bakıyorum. Balkonu yola bakan üç katlı bir ev var aşağıda. Her yerin beton ve camın işgaline uğradığı bu rezidans bölgesinde ortada kalmış canlı bir inat. Küçük bahçesi rengârenk çiçeklerle dolu. Bu evden sonra mahalle devam ediyor. Yüksek yüksek kuleleşmiş hayatların ortasında tarihe şerh düşer gibi duruyorlar. Hanidir bu balkonda sabahlara kadar elinde fincan, bir şeyler okuyan kadın dikkatimi çekiyor. Niye insan her akşam her akşam kendine bunu yapar ki? “Derdi var”demek diye aklımdan geçiriyorum. Bu nasıl bir dert, merak ettim. Aslında uzun zamandır kadına ve balkonuna bakıyordum ama ilk kez bugün gördüm ve varlığı anlam kazandı zihnimde. Ben onu net görüyorum ama ben ona sıradan bir silüet gibiyimdir muhtemelen. Seslensem o duymadan sesim bana geri döner ama yıllardır tanıyormuşum gibi, mesafeye rağmen kadına doğru çekiliyorum. Şehir uğultulu ve kalabalık, kadın uzak ama sıcak, ay gri… Baba güvercin ne zamandır orada bilmiyorum. Ama o kadar kanat çırpıyor ki yönetici gelecek diye ödüm kopuyor. Neyse ki kanat çırpa çırpa dairesel hareketlerle uzaklaşıyor. Niyeyse gözlerimle takip ediyorum. Bizimki kadının balkonunun önünden geçip rezidansların arasındaki yaya yoluna doğru süzülüyor. İçimde ani ve tanımsız bir dürtüyle peşinden inmeye karar veriyorum. Terliklerle sessizce asansöre atıyorum kendimi. Her kat geçişinde binanın içindeki steril hava yerini kademeli bir serinliğe bırakıyor. Serinlikten midir, yoksa başka bir şeyden mi tüylerim diken diken... Lobiden geçerken gececilerin ayaklarıma bakarak konuştuklarını duyuyorum. “Annesi, kızın da dengesini bozdu.”
Dışarı çıktığımda hava hâlâ sıcak. Gecenin sessizliği içime içime işliyor. Aydınlatılmış sokaktan yürürken daha ne zamana kadar orada kalır bilemediğim bir bakkal çıkıyor karşıma. Bu saatte açık ama adam uyuyor. Küçücük ekranlı televizyondan -bu televizyonların hâlâ kalmış olması şaşırtıcı- İsrail’in ateşkese rağmen Gazze’deki güvenli bölgeleri vurmaya devam ettiği haberi okunuyor. Spikerin yüzünü seçemeyecek kadar uzaktayım ama sesinde çaresizlik var. Çok üstünde durmuyor ve yürüyüp caddeyi geçiyorum. Balkonun önündeyim. Birinci kat olduğu için içine tam görüş bakabiliyorum. Çok özenle dizayn edilmiş. Üç bir tarafı sardunyalarla kaplanmış, duvarın az yüksekçe yerine küçük bir rafa birkaç kitap yerleştirilmiş, kapıdan uzak tarafı da çay-kahve köşesi düşünülmüş. Son model espresso makinesi ilk bakışta dikkat çekiyor. Duvara sıfırlanmış geniş yüzeyli sehpanın üstünde, notlar alınmış eskiz kâğıtları, aralarına renkli işaretler konulmuş birkaç kitap ve büyükçe bir bilgisayar var. Bizimki bu defa kitapların olduğu rafa konmuştu. Biz kuşla bakışırken kadın da balkona çıktı. Kadının duruşunda bir kendindelik vardı. Davetkâr değil ama dışlamayan. Sorgulayıcı değil ama farkında. Bir tür “münevver “ya da “bildiğini iyi bilen” hâli. Gecenin bu saatine göre şık bir tunik giymiş, beyaz bir namaz örtüsü sarkıtmıştı üzerine. Annemin “kendine özenli” dediği insanlardandı demek. Beni balkona davet edip kahve fincanını işaret ederek, “Kahve bahane değil, başlangıcın ta kendisidir bazen” diyor. Uzun zamandır aldığım en pazarlıksız, en “ama”sız ve rağmensiz bir “şey”di bu. Ve de sanal olamayacak kadar gerçekti. Güvercin hâlâ yerinden bize bakıyordu ama artık ben aynı yerde değildim.
Fincanı bana doğru uzattı…
-Bu kuş yıllardır gelir. Kimseye ait değil ama kimseyi de bırakmaz.
-Yukarıdan bakınca bu kadar net görünmüyor. Ne siz… ne bahçe… ne hayat…
Kadın başını sallıyor:
- Bazı şeyler ya yakından ya da sessizlikte anlaşılır.
O an fark ediyorum ki içimdeki külçeleşmiş yalnızlık bu küçük sahnenin içinde çözülmeye başlıyor. İlk defa uzun zaman sonra bir şey hissediyorum, gerçeklik… Temas… Bir başka insanın varlığı için varlık dünyamda yer açma.
-Okumayı seviyorsunuz.
-Evet ama okudukça seviyor insan. Her şey öyle değil midir? Tanıdıkça yaklaşır, eyledikçe bağlanır.
Kadın çok dolu. Her kelimesi başlı başına bir okul gibi. Konuşurken arı duru annemsi yüzü bana aniden evi hatırlatıyor:
-Sabaha kadar konuşmak, sizi dinlemek isterim. Fakat evde misafirim, -bunu söylerken içim cız etti- hayır aslında annem var.
-Hâlâ sarılabileceğin, sana emek harcama ihtimali olan bir annenin olması ne kadar büyük bir nimet. Ne kadar şükrü zor bir rızık? Durmayın, gidin, bekletmeyin…
Vedalaşıyoruz. Geri dönerken kuş yeniden havalanıyor, tam önümden geçip yukarı doğru süzülüyor. Belki de o getirdi beni buraya.
İçeri giriyorum. Annem kanepede uzanmış. Sehpanın üstüne elleriyle diktiği lavanta kesesini koymuş. Rüzgâr vurdukça lavanta kokusu odaya, annemin dualarından kaynaklandığını düşündüğüm huzur da içime yayılıyor. O an anlıyorum: O hep buradaydı. Sadece ben kapatmışım yolları, ben açmışım aramızı. Dayanamayıp sessizce yanına oturuyorum. Başımı kucağına alıyor, elleriyle saçlarımı, tebessümü ve ulvi nefesiyle de ruhumu tarıyor. “Hoş geldin” diyorum. “Sen de hoş geldin” demiyor, alıp beni göğsüne sıkı sıkıya bastırıyor. Uzun zaman sonra ilk kez annemin dokunuşunda çocukluğumu, gençliğimi, bıraktıklarımı buluyorum...
-Yaşadıklarıma şahit olman, dayanma gücümü azaltacaktı. Seni de girdabımın içine çekmekten korktum…
Ağzımda çok uzun zamandır hissetmediğim güzel bir tat var. Koronadan sonra iyileşen dilimin, domatesi ilk kez tadıyormuş gibi hâlindeki acemiliğine benziyor. Ne konuşuyoruz, ne de susuyoruz… Ama aramızda artık bir şey yok. Sadece biz varız…



