
“BUGÜNÜMÜ kim çaldı? Verin yarınlarımı!”
Toprağın boynuna dolandığı dikenli teller… Bir yanı
umudun rengine boyalı, diğer yanı korkunun... İçinden geçenler özgürlük
sertifikalı...
Gece soğuk, gündüzleri sıcak oluyor; rüzgâr, esince
insanın yüzüne yüzüne çarpıyor. Kara bulutlar kahrolası tellerin üzerinden hiç
eksik olmuyor, zaman burada kurşunî akıyor. Umuda atılan adımlar renksiz ve
dikenli tellerin arasından geçerken aslında hayata düğümler atmaya çalışıyor.
***
Önce bir kadın geçti tellerin arasından. Bir bilinmeze
adımını atarken kaybettiklerinin ve geride bıraktıklarının yanında, kucağındaki
bebeğiyle avundu; biraz ürkek, biraz endişeli duygularının hepsini heybesine
atıp devam etti yoluna renksiz dikenli tellerin arasından.
Bir genç geçerken haykırdı ve sesi yankılandı:
“Bugünümü kim çaldı? Verin yarınlarımı!” Elindeki kâğıt takılı kaldı dikenli
tellere. İçinde zevke ve eğlenceye rağbet etmemiş, alın terine bulanmış
zamanların emaneti vardı. Kurtarmak istedi, yakalamaya çalıştı, ancak
yakalayamadı. Rüzgâr, parçalanmış kâğıdı önüne kattı. Ve önüne baktı genç,
omuzlarını düşürdü, hiç düşünmeden ilerledi.
Ardından bir kız çocuğu yürüdü tellerin arasından
tarifini yapamadığı umuduyla. Hezimetti arkada kalan, özgürlüktü adım atılan,
yere düştü kurdelesi saçlarından, uzandı ama alamadı. Aynalar artık tebessüm
eder miydi eskisi gibi saçlarında kurdelesi olmadan? Saçından dökülen bahar
çiçeğine takılsa da gözleri durmadı, ilerledi.
Bir çocuk koşarak geçmek istedi tellerin arasından
anne babası olmadan. Elinde kâğıtlardan yaptığı küçük, şirin uçurtması takılı
kaldı tellere. İpini çekiştirdiyse de kurtaramadı. İp koptu. Kapandı
pencereler, karardı dünya, uçurtma tellere, çocuğun aklı uçurtmaya takılı
kaldı. Yine de durmadı, yürüdü, yol aldı umuda adadığı adımlarıyla.
İki adım bir vuruş bastonuyla bir ihtiyar geçti
tellerin arasından. Varını yoğunu, bütün birikimlerini indirdi sırtından,
yoklukları yüklendi sırtına. On bir evladını geride bıraktı. Takıldı tespihi
tellere, dağıldı taneleri yerlere; on bir tespih tanesi on bir farklı yere… Eğilip
toplayamadı. Süzüldü gözlerinden bir damla yaş, bastonuna dayanıp ilerledi
sessizce.
Ötekiler, berikiler, biz, siz, onlar… Kimse anlamadı
dikenli tellerin neden soğuk ve renksiz olduğunu. Kimse anlamadı dikenlerin
vampir gibi insanın kanını nasıl emdiğini. Düşen kurdelenin, yırtılan kâğıdın,
uçurtmanın, dağılan tespihin ne olduğunu kimse anlamadı. Ya da öyle göründüler…
Umudun rengini tarif ederken birçoğu umudun rengini
çaldı. Düzenbaz sistemlerin, sahte sözleşmelerin, duyarlılıktan azade olanların
kurgularıyla ikâme oldu dikenli teller; vicdanı olmayanlar daha da muhkem hâle
getirdi onları. Kendine yetebilen hür insanlardan mağdur ve mazlum kimlikler
oluşturdu dikenli teller. Ne telleri sorguladı insanlar, ne de telleri
insanların etrafına bir mahpus gibi çevirenleri. Yalnızca umuda yol alanlar
sorgulandı. Bir savaşın gölgesinden kaçarken bir başka savaşa tutulanları kimse
anlamak istemedi.
Yalnızca kalbimizle değil, sözümüzle de, elimizle de
söküp atalım dikenli telleri. Kendi ellerimizle hudutlar çizmeyelim mağdur ve
mazlum insanların etrafına. Özgürlüğü ve adaleti yalnızca kendi emellerine alet
edenler, kendi dikenlerini örerler. Çünkü insan kendi için istediğini başkası
için istemedikçe özgür sayılamaz!
Büyük insanlar, büyük devletler tarif edemezler umudun rengini, onlar yalnızca düşenin umudu olurlar. Ancak büyük mefkûreleri olan devletler kuşatır mazlumları, ancak onlar tutar bir mağdurun elini. Yüzünü Doğu’ya ve Batı’ya çevirmeden “Ben varım!” diyebilenler silebilirler bir yetimin gözyaşını. Ancak bir hilâl kuşatabilir gökyüzüne dağılmış yıldızları.