ÇAĞIN ruhunu yakalayamayan
ve bunu mayalayamayan toplumlar kaybeder. Bu durum gerek fennî, gerek sosyal,
gerekse medenî plânda böyledir. Sanayi; bilim ve teknolojinin insanlarla
buluşma yeridir. Ya da sanayi, insanların kendi karakterlerine uygun
teknolojiyi hayata çekme biçimidir.
Sanayinin
ruhu ise bilim ve teknolojiyi üretip, elde edilen ürünü kendi mayamızla
yoğurarak şekil vermektir. Sanayiye aktarım yaparken farklı toplumlar, farklı teknolojiler
üretmeye meyillidirler. Dolayısıyla toplumların bilim ve teknolojiyi doğrudan
doğruya ithâl ve ihraç etmeleri ruh katımına köstek olur.
Zira
teknoloji, gündelik hayatta can bulurken toplumun idrakine göre de şekillenir. Özellikle
mikro ölçek tabanlı teknolojilerin Doğu toplumlarında çok ilerlemiş olması
beklenir. Ancak durum bunun tam tersidir. Son çeyrek asırda bu terslik yön
değiştirme sürecine girmiştir. Bu durum yarım asrı geçtiğinde Batı Medeniyeti
hükümranlığını kaybetmeye mahkûmdur. Çünkü her fikir, kendini yenilemediğinde
kaybeder.
Türkiye
bu aşamada yenilenmenin gerekliliğini fark edip atılım yapmaya başladı lâkin
yeterli olduğu söylenemez. Japonya’nın tek başına AR-GE yatırımı, Türkiye’nin
de içinde olduğu 50 İslâm ülkesinin AR-GE yatırımından çok daha fazla. Bu veri
ciddî bir referans oluşturuyor.
Nanoteknoloji
ve dijital teknoloji, dördüncü sanayi devriminin iki ana omurgasıdır.
Nanoteknoloji alanında kriptolardan kurtulamamış bir durum varken, dijital
teknolojide dünya sıralamasında ilklerde olunması harika bir gelişmedir.
Dijital teknoloji alanında dar alanlardaki sıçrayış geniş alanlara yayıldıkça,
birileri rahatsızlanmaktadır.
Türkiye’nin
dijital teknoloji alanındaki üniversitelerinin çalışmaları öğrencilerin tercih
sıralamasıyla doğru orantılıdır. Dijital teknolojide “-mış gibi” yapamazsınız.
Ya yaparsınız ve gençlik bunu kullanarak örnek alır ya da bu uğurdaki gayretler
sözde kalır. Bunun için dijital teknoloji alanındaki her ürün, bir sıçrayış ve
geleneğe bir ruh üfürmek anlamına gelir.
2021-2025
yılı için “Ulusal Yapay Zekâ Stratejisi” yayınlandı. Buraya bakıldığında
detaylar görülebilir: https://cbddo.gov.tr/SharedFolderServer/Genel/File/TR-UlusalYZekaStratejisi2021-2025.pdf
Özellikle
son on beş yılda teknoloji ve yapılan projelere çok ciddî bir itiraz, direnç ve
karşı duruş, canhıraş bir şekilde devam ediyor. Normal şartlar altında tam
tersinin olması gerekirdi. Batılı devletlerin gelişmişlik düzeylerini yakalayıp
geçme hedefinde yapılan proje ve teknoloji hamlelerine şiddetli itirazların
derin kökleri ve nedenleri vardır. Sadece bir “siyâsî” muhaliflik olarak
görülemez bu.
Bu
topraklardaki medeniyet, kadim bir gelenek üzerine yükselmiştir. Bunun
omurgasını da Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in (sav) sünnetleri
ve Kâinat Kitabı (evren) oluşturmuştur. Bu üç durum bir bütündür ve asla ayrı
düşünülemez. Hedefte ise Allah’ın (cc) tanınması ve O’na lâyıkıyla kul olmak
vardır.
Bazı
“din” tellalları, İslâm’ın sadece ibâdât ve muâmelâttan oluştuğunu ifâde ederek
bir sınır çizmektedirler. Bu ise yukarıda açıklanan üçlü omurganın Kâinat
Kitabı (evren) omurgasını yok saymaktır.
Fussilet
Sûresi 53’üncü âyette, “Onlara, gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında,
gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz” ifâdesi çok açıktır ki
“âyet”, genel olarak işâret ve delil anlamına gelmekle birlikte iki temel kanal
olarak anlaşılabilir: Birincisi, Kur’ân-ı Kerîm sûrelerinin belli bölümlerinden
her biri için kullanılan bir terim olarak; ikincisi ise, Allah’ın (cc) varlığını
ispat etmeyi amaçlayan delil ve işâretler olarak…
Bu
çerçevede, “Kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz” ifâdesinden, bireyin
nefsinde takılı olan ego/ene/benlik ile gösterilmesi şeklindedir ki bu kısmın
ibâdât ve muâmelâttan oluştuğunu ifâde etmek yanlış olmaz. “Yaşadıkları âlemin
her tarafında” ifâdesi ise yaşanılan evren/kâinat kısmına işârettir.
Dolayısıyla bazılarının Kâinat Kitabı (evren) omurgasını görmek istememeleri ve
gizlemeleri, tamamen kasıtlı bir davranıştır.
Zira
Kâinat Kitabı (evren) omurgası, üzerine bilim/ilim çalışmalarının yapılması
gereken bir durumdur. Bu durumun ana kısmı ise fen ve teknoloji alanında üretim
yapmaktır. Peki, kasıtlı olarak bu alan neden yok sayılmak ve özellikle
Müslümanların bu alandaki çalışmaları yok edilmek istenir? Perde arkasında
safça bir durum yoktur bunun.
Bu
toplumun anane, örf, âdet ve geleneği, toplumun mayasıdır. Bu mayanın harcından
biri de hadîs-i şerifin “An filân, an filan” diye nakledilmesi şeklindedir.
Yukarıda da belirtildiği üzere, geleneğin omurgalarından birisi sünnetlerdir.
Bu çerçevede çizildiğine göre, Türkiye’nin ürettiği ve üreteceği dijital
teknolojiye itirazın odağına bakmak gerekir.
Genel
olarak projelere ve dijital teknolojik ürünlere (İHA, SİHA, AKINCI) karşı
çıkışların arka plânında İslâm’a karşı çıkış vardır. Bunu açıktan ve doğrudan
ifade edemediklerinden, anane/gelenek teknoloji ve projeye karşıymış gibi
yapıyorlar. Batı’da anane sadece Katolik’te devam ediyor, diğer dinlerde
bitmiştir. Müslüman toplumlarda da anane bitsin istiyorlar. Bunun için de
ateizm ve deizm gibi oluşumları aparat olarak kullanıp dini sadece ibâdât ve
muâmelât alanına hapsetmek istiyorlar.
Türkiye,
özellikle dijital dönüşüm, internet okuryazarlığı ve “müfredat” gibi alanlarda
geleneği inşâ ederse, ortaya canlı bir anane sunmuş olur. Bu şekildeki bir
durum, Türkiye’yi taşıdığı gibi, Türkiye sayesinde Batı’nın da uyanmasına
öncülük edebilir. Bu istenmediğinden, geleneğin omurgasını oluşturan kısımlar
parçalanarak, anane yok sayılarak, proje ve dijital teknolojiye itiraz görüntüsü
veriliyor. Odakta ise İslâm dinine ve Müslümanlara karşı duruşun ta kendisi
bulunmaktadır!
Adamların dertleri proje ve teknoloji değil, Müslümanların teknoloji üretmesidir. Bu nedenle 50 adet Müslüman ülkenin AR-GE yatırımının tek başına Japonya’nınkinden az olması kabul edilemez! Müslümanın bilim, teknoloji ve sanayi üretimleri fiilî bir duâ olarak yapılmakla zorunlu olunan bir alandır. Müslümanlar şiddetle fen ve teknoloji alanındaki tarlaya her türlü tohumu saçmalıdırlar. Sosyal alanda Batı’dan alınacak pek bir şey yoktur.