Devrimin kum saati

Bence en güzel devrim, ilk otomobilimiz olan “Devrim” idi. Ona bile karşı devrim yapıldı. Altmış yıl sonra Türkiye TOGG’uyla, İHA-SİHA-Kızılelma’sıyla, Libya, Azerbaycan, Akdeniz ve Suriye gibi hinterlandımızdaki kritik hamleleriyle üstelik de kendi devrimini üretirken, sahneye konulmakta olan ısmarlama karşı devrim teşebbüslerini ve faaliyetlerini sanırım hepimiz görüyoruz.

BİR akıl gelecek ki, akıllar delirecek./ Ve bir devrim, evvelâ devrimi devirecek… (Necip Fazıl Kısakürek)

***

Pek Muhterem Kari,

Omzumda dayanılmaz bir acıyla kendimi babaannemin kollarına bıraktığım, şuurumu kaybettiğim ve dönüş yoluna koyulduğum andan sonra gözlerimi yeniden açtığımda, kendimi, omzum sargılı bir vaziyette yatağımda buldum.

Ne kadar böyle uyudum, daha doğrusu baygın kaldım, bilmiyorum. Kaç saat, kaç gün?

Gözlerimin baharın hayat veren ışıklarını doldurduğu odamın aydınlığına alışması ve çevremdeki nesnelerin belirginleşmeye başlaması kolay olmadı. Kendimi çok yorgun, bitkin ve en kötüsü gayesiz hissediyordum o anda. Ciğerlerime kadar işleyen omzumdaki sızı olmasa, vücudumdan tüm hislerin çekilmiş olduğunu bile düşünebilirdim. O yüzden beni hayata bağladığını düşündüğüm bu acıdan -garip ama- hoşlanıyordum galiba: Canım acıyor, o hâlde varım!

Odadaki eşyalar acele etmeden eski yerlerine dönmeye başlıyor. Önce tavandaki avize, sonra karşı duvara dayalı dolap, yanında kapı, kapı arkasındaki askı ve askıya düzensiz şekilde asılmış kıyafetlerim, sağ duvardaki takvim -o anda epeydir sayfa koparmamış olduğumu hatırlıyorum-, yatak, ayak ucum, omzumdaki sızı…

Güneş ışığının davetsizce girdiği sol tarafa kafamı çevirirken gözlerim yanıyor biraz; ışık çok fazla. Bu acı da hoşuma gidiyor. Perdeler, camın önündeki masa, masanın sandalyesi, sandalyede gri bir siluet… O, Efrasiyab!

Kendime geldiğimi fark ediyor, elindeki kitabı masaya bırakıyor, bana doğru dönüyor. Önce silueti netleşiyor, sonra yüzü, ak sakalları ve nihayet gözleri. Gözlerinin içi gülüyor bana muhabbetle bakarken. Gülmeye çalışıyorum ama becerebildiğimden emin değilim.

“Bitti mi?” diye soruyorum. “Evet” diyor başını onaylar gibi sallarken, “Bitti!”.

Huzurla tekrar kapanıyor gözlerim. Yeniden uyandığımda artık bu hikâyenin sonu için açılacak gözlerim, bunu hissediyorum.

Çocuk olup engin bir çayırlıkta şeytan uçurtmamı uçuruyorum. Çocukluk arkadaşım Fatih de orada, beni izliyor, kan ter içerisinde oradan oraya koşturan hâlime bakarak kahkahalarla gülüyor. Küçük birer çocukken ve …’daki evimizin damında yıldızları izlerken birbirimize verdiğimiz sözü hatırlıyorum, içime bir mahcubiyet hissi çöküyor.

Hiç ayrılmayacaktık birbirimizden lâkin kendisini neredeyse otuz yıldır görmediğimi hatırlıyorum. Oysa altı yedi yaşında uçurtma uçuran bir çocuktum az evvel. Bir anda büyüyorum, Fatih de büyüyor. Zaman ne kadar da enteresan! Birkaç saniyelik bir rüyaya otuz kırk sene nasıl sığabiliyor?

Biraz önce uçurtma uçurduğum çayırlık, bozkıra dönüyor. Hava çok sıcak, güneş tepede, terden sırılsıklamım. Az ileride bir ahlat ağacı var, gölgesine sığınmak istiyorum. Ben ağaca doğru gittikçe ağaç uzaklaşıyor. Susuzluktan ölecek gibiyim, yanıyorum adeta. Fatih kayboluyor, uçurtma da. İçime bin tonluk kaya gibi bir hüzün oturuyor. Ağlamak istiyorum. Ağlıyorum da.

Hazır ben uyuyorken, ben de bugüne kadar sabırla lâkin temkinli bir şüphe ile bu serencamı takip eden siz muhterem kari için bir iki kelâm edeyim istiyorum efendim.

Biliyorum, bu serencama bir kısmınız inanmadınız, fevkalâde buldunuz, hayâl dünyamdan kopup gelen deli saçması zırvalar gözüyle bile bakmış olabilirsiniz. Öyleyse sizi anlıyor olduğumu ve yerinizde olsam kuvvetle muhtemel ben de aynı şekilde düşüneceğimi söylemeliyim.

Ancak beni daha yakından tanıyan ve bu yazdıklarımı okuyan kimi dostlarım ise ilk günden itibaren bu hikâyenin hakikat olduğunu düşündüler. Hatta sefineyi görebilmek için ziyaretime gelenler dahi oldu. Bu yazdıklarımı normal bir zaman düzleminde yazmış olsaydım, bu dostlarımı kıramayıp sefinemizle tanıştırabilirdim de sanırım.

Lâkin yaşamak ile yazmak arasında eğrilen, bükülen, uzayıp kısalan, deveran eden zaman farkı sebebiyle kimseye sefineyi gösterme şansım olmadı. Böylesi de herkes için daha hayırlı oldu bence.

Yaşadıklarımın normal olduğunu söyleyemem; normal olsaydı yazmaya değer bir şey olmazdı zaten. Hepimiz, her an -evet, her an- normal olmayan felek çemberlerinden geçiyoruz. Yanından geçip gittiğimiz kapıların ardında nice fevkalâdelikler mevcut oysa, biliyorum. Yaşadım ve gördüm.

Bütün bunların ayırdına varabilmek için o geçip gittiğimiz yollarda hayatın bizleri zorladığı tempodan biraz daha yavaş, daha sindirerek, sebepleri düşünerek ve farkındalık içerisinde yürümemiz fazlasıyla kâfidir aslında. Daha fazlası değil.

Uykudan uyandığımda ve kendime enikonu geldiğimde, Efrasiyab, sefinenin yok edilmesi için yaptığı plânı ve neden bunu yapmamız gerektiğini anlatacak, hissediyorum.

 

Sefineden ayrılmak zor olacak benim için. Başta bu hikâyenin içinde bir kibrit çöpü gibi sürüklenip giden ve mütemadiyen “Neden ben?” diye soran ben, şimdi, artık bu serencam bitmesin diye bir böbreğimden vazgeçme noktasındayım.

Neml Sûresi 88’inci ayette, “Sen dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler” diyen ve dağları dahi yürüten, eviren çeviren Mevlâ’m, bu aciz kulunun kalbini mi evirip çeviremeyecek? Hâşâ! Sümme hâşâ!

İçimde bir ümit var ki, Efrasiyab sefineyi yok etse bile sefinenin çizimleri hâlâ elimde. Belki bir gün yenisini yeniden yaparım. Neden olmasın?

Hele bir uyanalım, Allah Kerim.

***


Muhterem Dostlar,

Bugünkü seyahatimizde sizleri 1 Şubat 1979 Tahran’ına götüreceğim inşallah. Nişangâhları itinayla ayarlıyor, kontrolleri yapıyor ve kontağı çeviriyoruz. Kasnaklar dönsün, deveran başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…

Soğuk bir Tahran sabahı, ancak Mehrabad Havaalanı için sıcak bir gün. Havaalanı etrafı ana baba günü gibi. On binlerce, belki de yüz binlerce (kimi kayıtlara göre üç milyon) İranlı havaalanı etrafında toplanmış durumda. Geneli siyah cübbeli, sarıklı, yaşlıları beyaz sakallı binlerce İranlının arasına karışıyorum.

Gözler Paris’ten kalkıp şu an gökyüzünde belki on beşinci turunu atmakta olan Air France Charter uçağında. Coşkulu kalabalık, uçağın burnunu piste çevirdiği her seferde heyecanla cûşa gelmekte, lâkin uçağın pisti pas geçip yeni bir tura daha koyulduğunda yeni bir hayâl kırıklığına gark olmakta idi.

Havada turlar atmakta ve bir taraftan yakıt tüketmekte olan bu uçak, aslında 26 Ocak günü Fransa’dan kalkmış olacaktı. Lâkin İran’ın havacılık örgütü, kötü hava şartları ve yeterli görüş mesafesinin bulunmaması nedeniyle (bahanesiyle) tüm uçuşların iptal edildiğini ve havaalanının kapatıldığını duyurmuştu.

Havalimanlarının kapatıldığı ve içindeki önemli misafiri ile bu uçağın ülkeye girişinin engellendiği haberlerinin ardından halk, gösteri ve yürüyüşlerle hükûmetin bu tavrını protesto etmiş, Mehrabad Havalimanı’na yürümüştü.

Havalimanlarının kapatılmasını protesto eden halkın oturma eylemleri ve kanlı gösterilerinin ardından Bahtiyar hükûmeti geri adım atmış ve yenilgiyi kabul etmişti. Bakanlar Kurulu, 30 Ocak günü hatırlı misafiri taşıyan uçağın Tahran’ın Mehrabad Havaalanı’na problemsiz bir şekilde ulaşabileceğini duyurmuştu. Havaalanındaki olumsuz hava şartları ve görüş mesafesi -sanırım- normale dönmüştü. Bu haberin duyurulmasıyla birlikte Air France uçağının 1 Şubat Perşembe günü saat 09:00’da Tahran’da olacağı açıklanmıştı.

Hatırlı misafir, Ayetullah Humeyni idi.

Humeyni, 4 Kasım 1964’ten bugüne kadar yani yaklaşık 14 yıldır sürgündeydi. 1964’te önce Türkiye’ye, bir süre sonra da Irak’a geçmişti.

1978’de İran’da devrimci kargaşa başladığında Ayetullah Humeyni Irak’ta, Şiilerin kutsal kenti Necef’te sıkı bir denetim altında sürgünde bulunuyordu. O dönem Irak’ta Saddam Hüseyin iktidardaydı. Dönemin İran Şahı Rıza Pehlevi, Saddam Hüseyin’den Humeyni’yi sınır dışı etmesini istemişti. İşte bu hamle aslında Şah Pehlevi için feci bir yanılgı olacaktı. Zira Humeyni Irak’tan Fransa’ya geçecek ve buradan tüm dünyaya seslenme imkânı bulacaktı.

Humeyni, ülkesinden uzak sürgün yıllarının son aylarını Paris’e yakın Neauphle-le-Chateau adlı bir köyde geçirmişti.

1978 İran için yoğun karmaşa ile geçecek ve nihayet Şah Pehlevi, 16 Ocak 1978’de İran’dan ayrılmak zorunda kalacaktı. Pehlevi’nin İran’dan ayrılmasından sonra İmam Humeyni, dünya haber ajanslarına, “Şah’ın İran’dan çıkması, 50 yıllık Pehlevi rejiminin cinayet dolu hâkimiyetinin nihayet bulmasının ilk aşamasıdır. İran halkının kahramanca mücadelesinin neticesidir. Bu zaferden dolayı milletimi tebrik ediyorum. İlk fırsatta İran’a döneceğim” şeklinde kısa bir mesaj iletecekti.

Birinci mevkide, camdan, havaalanındaki kalabalığı izlemekte ve kule ile yetkililerin arasında geçen müzakerelerin neticelenmesini beklemekte olan Humeyni’ye doğru aynı uçakta bulunan Fransız bir gazeteci yaklaşmıştı. Humeyni, o sırada camdan dışarı bakmakta, gazeteciyi görmezden gelmekte idi. Gazeteci, Humeyni’ye on dört yıllık sürgünden sonra geri dönerken neler hissettiğini sormuştu. Humeyni’nin cevabı birkaç kelimeden ibaretti: “Hiçbir şey!”

Oysa sabırsızlıkla uçağın inmesini bekleyen ve içerisinde olduğum coşkulu kalabalık, hançerelerini yırtarcasına “İslâm Cumhuriyeti ve hürriyet” sloganları atmaktaydı.

Bugün İran’ın resmî takvimine göre Fecr günlerinin başlangıcıydı. İran için bugünün fecr olup olmadığını zaman gösterecekti…

Nihayet uçak piste doğru alçalmaya başlıyor. Zaten uçak havada biraz daha dönecek olsa ya yakıtı bitip düşecek ya da başka bir havaalanına rotasını kırması gerekecekti. Her iki durum da hem mevcut hükûmet, hem de havaalanı personeli için felâket anlamına gelecekti.

Air France uçağının tekerleri piste değdiğinde kalabalığın coşkusu görülmeye değerdi. Ağlayanlar, haykıranlar, sevinçten yerlerde yuvarlananlar, üstünü başını yırtanlar, birbirleriyle sarılanlar, çılgınca dans edenler…

Uçağın kapısı açılıyor ve merdivenlerin başında Ayetullah Humeyni görünüyor. Humeyni o mesafeden kalabalığı selâmlıyor. Cübbesinin eteklerini tutarak ve acele etmeden merdivenlerden iniyor.

Havaalanının çıkışında Humeyni’nin konuşma yapacağı kürsü çoktan kurulmuş durumda ve hatibini bekliyor.

Kısa bir bekleyişin ardından Humeyni kürsüye çıkıyor. Çok da uzun olmayan konuşmasına başlıyor. Milletin gencinden yaşlısına, din adamından iş adamına, hâkiminden avukatına, işçisinden çiftçisine, zafer yolunda sebat eden tüm kesimlerine teşekkürlerini iletiyor. Bütün kesimler arasındaki söz birliğinin zaferin sırrı olduğunu söylüyor…

Dünya tarihi için “bir an” mesabesinde olan birkaç gün içerisinde ülke çapında büyük yürüyüşler gerçekleşecek, Humeyni liderliğinde geçici hükûmet kurulacak ve ordu, Humeyni’ye biat ettiğini açıklayacaktır.

Kırk üç yıllık molla rejiminin o ilk gününü Mehrabad Havaalanı’nda bırakıp dönüş yoluna revan oluyorum. Zira Tahran gerçekten çok soğuk.

***

Pek Muhterem Kari,

Bazı -hatta çoğu- devrimlerin geriye doğru sarmak gibi kötü bir huyu vardır. Bu kötü huya tarih kitaplarında ve dahi yaşayıp gördüklerimizle birçok kere şahit olmuşuzdur. Kırk üç yılın ardından benzer bir “geri dönüş” hikâyesine bu kez de İran’da şahitlik edecek miyiz, yaşayıp göreceğiz. Lâkin görünen köy de kılavuz istemiyor.

Bundan yaklaşık on iki sene evvel İran’da neredeyse bir yıl kalmış ve bu tersine devrimin çoktan başlamış olduğunu gözlerimle görmüş, kulaklarımla işitmiştim. Aynı projede çalışmakta olduğumuz İranlı bir mühendis, “Keşke Amerika gelse ve bizi kurtarsa!” demişti.

Önce tatsız bir lâtife yaptığını düşünmüştüm. Ancak ciddî olduğunu anlayınca, “Deli misin? Amerika nereye gelmiş de oranın kurtulduğu görülmüş? Afganistan’ı, Irak’ı görmüyor musun?” demiştim. Arkadaşın cevabı ise hâlâ kulaklarımda: “Mollalardan daha kötü olacak değiller ya!”

Kırk üç yıl önce İmam Humeyni için dolup taşan İran caddeleri, sokakları ve meydanları, bugün karşı devrim için kaynıyor. Aslında yeryüzündeki hemen hemen her devrimde kozmik bir kum saati ters çevriliyor ve daha devrimin ilk gününde o devrim için geri sayım başlıyor. Hele o devrim -öyle sanmalarına rağmen- halk tarafından gerçekleşmemiş “ısmarlama” bir devrim ise...

İran halkı şu aralar yeni bir “devrim” heyecanında. Ancak bunun ne kadar kendiliğinden, ne kadar “ısmarlama” olduğu ziyadesi ile tartışılır. Tıpkı kırk üç sene öncesindeki gibi… Humeyni’nin sürgün yılları boyunca kimler tarafından himaye edildiği, beslendiği, İran halkı ile birlikte devrim için hazırlandığı sır değil. Humeyni’yi o gün Mehrabad Havaalanı’na getiren uçağın üzerinde yazan “Air France” yazısı dahi görmek isteyenler için çok şey ifade eder.

Uzun bacaklı Beyaz efendiler için “baş belâsı” olmaya başlayan her coğrafya, her idare şekli yeni bir “devrimi” hak etmiş demektir. Irak’ta, Libya’da ve Mısır’da gerçekleştirilen ve Türkiye’de de birkaç sefer denenen ve dahi denenmeye devam edecek olan “ısmarlama devrimleri” bu gözle okumakta fayda vardır.

Bir de bu tip ısmarlama devrimlerin ilk önce kendi evlatlarını yediği gerçeği vardır ki bu konuya girersek çıkamayız ve çok da can sıkıcı olabiliriz.

Bence en güzel devrim, ilk otomobilimiz olan “Devrim” idi. Ona bile karşı devrim yapıldı. Altmış yıl sonra Türkiye TOGG’uyla, İHA-SİHA-Kızılelma’sıyla, Libya, Azerbaycan, Akdeniz ve Suriye gibi hinterlandımızdaki kritik hamleleriyle üstelik de kendi devrimini üretirken, sahneye konulmakta olan ısmarlama karşı devrim teşebbüslerini ve faaliyetlerini sanırım hepimiz görüyoruz.

Üstelik “karşı devrim” için can atan muhalif kardeşlerimizin dilinde -hayret ki ne hayret- “Bundan daha mı kötü olacağız?” cümlesi var. Allah akıl, fikir, izan, feraset versin. Gözlerindeki ve gönüllerindeki mührü kaldırsın. Yoksa cevabı belli olan sorularının cevabını yaşayarak görecekler. Olan da onlarla birlikte bize olacak. Allah muhafaza buyursun ve ülkemiz için plânlanan ısmarlama devrimlere fırsat vermesin! (Âmin.)

Kalınız sağlıcakla efendim.