Terör ve Cihad
BİRİNCİ ve İkinci Dünya Savaşı’nın en büyük bedelini, Avrupa ve Ortadoğu ödedi. Dünya savaşlarının en büyük kazananı İngiltere ve ABD oldu. İngiltere ve ABD küresel iki güç olarak dünyayı ekonomik, siyasî, askerî ve kültürel olarak teslim aldı. Dolayısıyla dünyada hiçbir askerî, ekonomik, siyasî, kültürel konu yoktur ki, o konuda İngiltere ve ABD tartışma konusu yapılsın.
Kuşkusuz İngiltere ve ABD küresel hâkimiyetlerini kalıcı kılmak adına birçok sistem geliştirdiler, askerî tedbir aldılar ve en önemlisi sömürdükleri ülkelerde iş birliği yaptıkları çevreler oluşturdular. İngiltere ve özellikle ABD “büyük sömürgeci” ülkeler olarak küresel hâkimiyetlerini “Dünyaya demokrasi, özgürlük, insan hakları ve zenginlik getirmek için çalışıyoruz!” diye kocaman bir yalanla süslediler. Bu süslenmiş yalanlarını “gerçekçi” kılmak için de “Diktatörle yönetilen ülkelerin halkları demokrasi, özgürlük, insan hakları talep ediyor; bu yolda acılar çekiyorlar, bedel ödüyorlar. Bizden destek istiyorlar!” diye tüm dünyada enformatik kurnazlıklara başvurdular.
Tabii İngiltere ve ABD’nin bu küresel güçlerini zamanla “Dünyanın tek hâkimi/ tek kutuplu dünya” kılma çabalarına karşı dünyadaki birçok ülke iş birliği yaparak direndi. Böylelikle dünya savaşları sonrası, dünya, iki kutuplu dünya oldu. Bir tarafta İngiltere ve ABD liderliğinde “Batı bloğu” diğer tarafta ise Sovyetler Birliği (sonradan dağıldı ve merkezi olan Rusya var şimdi) ve Çin liderliğindeki Doğu bloğu...
İşte bu iki kutup arasında sürekli zulmedilen, yeraltı kaynakları sömürülen ve iki blok tarafından adeta sürekli baskı gören, dayak atılan, mobbing uygulanan bir bölge “Ortadoğu” bölgesi oldu. Yani Müslümanların yaşadığı ve Müslümanların din köklerinin olduğu Ortadoğu bölgesi, dünya savaşlarının adeta en büyük yıkımının olduğu bölgelerden biri oldu.
Ortadoğu halklarında İngiltere, ABD ve daha sonra Rusya ve Çin’e karşı derin kızgınlıklar, düşmanlıklar oluştu. Fakat Müslüman halkların yönetimleri yani devletleri küresel güçlere karşı gelmeye cesaret edemediği gibi iki bloktan birine yanaşarak, sığınarak varlığını korumaya çalıştı. Dolayısıyla Müslüman halklar kendi yönetimleriyle de hem fikir ayrılığına düştüler hem de yönetimlerin iki bloktan birine kendilerini mecbur hissetmelerine itiraz ettiler. Bu uyumsuzluk durumu, doğal olarak Müslüman coğrafyaları zayıf ve bağımlı kılıyor, iktidarla halkın sürekli kavgalı olmasıyla sonuçlanıyordu.
İşte bu iklimde ve şartlarda Müslüman coğrafyada bir direniş, itiraz, isyan, arayış, çözüm üretme çabaları başladı. Bu yöndeki bütün örgütlenmeler hem kendi iktidarlarına karşı hem de bu iktidarların kendilerini mecbur hissettikleri küresel güçlere karşı yürütülen çabalardı. Kuşkusuz bu direniş, itiraz çabaları ekonomik, siyasî, kültürel ve hatta askerî örgütlenmelerdi.
Onlarca ülkede varlık gösteren bu örgütlenmeleri, girişimleri, direnişleri kendi hâkimiyetleri için tehlike gören Batı bloğu yani küresel güçler, söz konusu bu kontrol edemedikleri ve kendilerine hizmet ettiremedikleri oluşumlara bazı etiketler, sıfatlar, isimlendirmeler, yaftalamalar kullandılar. Küresel güçlerin en yaygın kullandıkları etiketlemeler şunlardı: Siyasal İslâm, İslâmcılar, cihadcılar, şeriatçılar ve yavaş yavaş alıştıra alıştıra hafızalara yerleştirmek istedikleri bir suçlu tanımı olan teröristler...
Kuşkusuz küresel güçlere direnen halkların aynı zamanda bu güçlere teslim olmuş yönetimlere itiraz etmeleri sebebiyle küresel güçler, Müslüman halkların yönetimlerine “Bu direniş sizi iktidardan indirip yargılayacak!” diye kendileriyle zaten var olan iş birliklerini pekiştiriyorlardı. Nitekim küresel güçlere karşı gelecek cesaretleri, güçleri olmayan yönetimler, yaşadıkları mecburiyet yanında bir de kendi halklarının dirençleri karşısında kendi geleceklerini kurtarma kaygısına düştüler. Dolayısıyla kendi halklarının yanında yer almak yerine küresel güçlerle birlikte hareket etmeyi tercih ettiler.
Batı bloğunun yani küresel güçlerin ısrarla kullandığı siyasal İslâm, İslâmcılar, cihadcılar, şeriatçılar gibi etiketlemelerle bütün dünyaya şu mesajı veriyorlardı: “Bu direnişçiler aslında demokrasi, özgürlük, insan hakları, birlikte yaşam kültürüne itiraz eden ve bu değerleri reddeden örgütlenmelerdir.” Yani halkların kendi topraklarını, değerlerini savunmaları ve kendi ülkelerinin kaynaklarını sömüren küresel güçlere haklı olan dirençleri hakkında küresel güçler dünya kamuoyunda şüpheler yaymak istiyorlardı.
Siyasal İslâm ile demokrasi, özgürlük, insan hakları arasında bir uyumsuzluk olduğu inancı tüm dünyada hızla yayılıyordu
Tüm bunlar küresel güçlerin planıydı. Peki haklı olan ve haklarını koruma çabasında olan Müslüman halklar kendilerine etiket olarak yapıştırılan siyasal İslâm, şeriatçılar, cihadcılar hakkında nasıl bir tepki veriyorlardı? Ayrıca demokrasi, özgürlük, insan hakları, birlikte yaşam kültürü konularında dünya kamuoyunda şüphe uyandırmamak için hangi hazırlıklar içindeydi, hangi tedbirleri almışlardı ve en önemlisi bu konularda gerçek fikirleri neydi?
Çünkü küresel güçler propagandalarından sonuç almışlardı ve dünya kamuoyu artık cihad ve terör kelimelerinin yan yana kullanıldığı cümleler, algılar, hafızalarla karşılaşıyorlardı. Siyasal İslâm ile demokrasi, özgürlük, insan hakları arasında bir uyumsuzluk olduğu inancı tüm dünyada hızla yayılıyordu. Daha da önemli ve kritik olan bir süreç ortaya çıkmıştı: Müslüman halkların direnişinin, direncinin temsilcisi olduğunu söyleyen ve hatta halkı örgütlediğini iddia eden birçok örgüt, parti, cemaat ortaya çıkmıştı ve çoğu küresel güçlerin propagandasını haklı çıkaracak uygulamalar içinde oluyorlardı. Açıktan demokrasi, özgürlük, insan hakları konusunda dünyadaki yaygın kabulleri benimsemediklerini açıkça ifade edebiliyorlardı. Hatta bu örgütlerin içinden zamanla masum insanları rehin alma veya öldürme, kendi halkını destek vermediğinde suçlayarak cezalandırma yöntemlerine başvuran örnekler de oluyordu. Küresel güçler bu olumsuz örnekleri adeta Müslüman coğrafyadaki tüm halk direnişleri bu örgütlerin inancına ve pratiğine sahipmiş gibi yansıtacak kara propagandalara yöneliyor ve sonuç alıyordu. Dünyada bir “İslamafobi” iklimi oluşuyordu.
Oysa Müslüman halkların çoğu “cihad” denilince kendi topraklarını savunmayı, kendi değerlerini yaşatmayı ve kendi bağımsızlıkları yolundaki direnişlerini kastediyorlardı. Nitekim bazı ülkelerde yönetimler küresel güçlere açıktan itiraz edemese de hatta yer yer kendi halkının protestolarını sert şekilde bastırsa da fırsat buldukça el altından, gizlice kendi halkını desteklemenin formüllerini bulmaya çalışmışlardır.
Küresel güçler kendilerine direnen halkların direncini kırmada genelde başarılı olsa bile yok edemedikleri, teslim alamadıkları ve kara propaganda içinde karartamadıkları direnişlere çok daha sert müdahalelerde bulundular. Bunun için gerekirse bu direnişlerin oldukları ülkelerde darbe yöntemiyle veya bizzat o ülkeyi işgal ederek söz konusu direnişleri sonlandırmaya çalıştılar.
Küresel güçlerin darbe yöntemiyle veya işgal ederek halk direnişlerini bitirmeye çalıştığı bazı ülkeler var ki, bu ülkelerde sürekli bir siyasal İslâm, cihadcılık, şeriatçılık tartışması hep olmaktadır. Bu ülkelerin içinde ön planda olan ve yukarıdaki çerçeve içinde yakın tarihi bu yaşanmışlıklarla geçmiş olanlar şunlardır: Afganistan, Filistin, Türkiye, Mısır…
İşte şimdi de bu ülkeler listesine eklenen ve hatta en başa alınmış bir ülke var: Suriye…

Eğer El-Şara Afganistan, İran, Filistin, Mısır ve Türkiye tecrübelerini iyi analiz ederse ve çek etmek için özellikle Türkiye rehberliğine güvenirse, Suriye’nin kendine özgü kalıcı, sürdürülebilir modelini bulmak adına daha az acı çeker, vakit kaybetmez ve söz konusu ülkelerdeki hatalara düşmeden en gerçekçi modele ulaşır.
Lider üzerinden propaganda yapmak veya lideri teslim alarak süreci manipüle etmek
Küresel güçler Afganistan, Filistin, Türkiye ve Mısır’da oynadıkları tüm oyunları, propagandaları şimdi Suriye üzerinde gerçekleştirecekler. Hatta bu ülkelerde çok ciddi tecrübe edinmiş küresel güçler Suriye üzerinde birçok operasyon hazırlığı içindeler. Bu operasyon listesinde yer alan bir yöntem var ki, çoğu zaman sonuç alan bir yöntemdir: Lider üzerinden propaganda yapmak veya lideri teslim alarak süreci manipüle etmek…
Suriye konusunda bu klasikleşmiş operasyonun muhatabı belli: Ahmed El-Şara…
Neden Ahmed El-Şara seçildi? Çünkü Ahmed El-Şara’nın geçmişi, biyografisi, mücadele süreci, Müslümanlık anlayışı, cihad hareketleri içindeki sicili, ailesinin eğitimi ve en önemlisi onu tercih edenlerin Suriye üzerindeki hesapları açısından oldukça “kullanışlı” bir portreye sahip.
Yani Afganistan, Filistin, Türkiye ve Mısır’daki siyasal İslâm, cihadcılık, şeriatçılık ve hatta terör tartışmalarında küresel güçlerin yöntemleri, bu ülkelerdeki halkların direniş finalleri ve en önemlisi bu ülkelerdeki yönetimlerin küresel güçlerle birlikte hareket ederek yürüttükleri operasyonlar incelendiğinde, Ahmed El-Şara’nın ne ile karşılaşacağı ve önümüzdeki aylarda nelerin yaşanabileceğine ilişkin önemli ip uçları bulacağız.
Üstelik Suriye’de çok ilginç bir durum da var: Suriye neredeyse Afganistan, Filistin, Mısır ve Türkiye’nin adeta karması olan bir halk yapısına sahip. Yani söz konusu ülkelerdeki deneyimler ile Suriye ele alınırsa eğer, küresel güçlerin oyunlarına düşmeden ve daha az bedel ödeyerek bizzat Suriye halkının kendi geleceğini etkin, bağımsız ve güçlü yaşaması imkânı olacak. Kuşkusuz bu imkânın en önemli avantajı ve dezavantajı bizzat Ahmed El-Şara’nın kişiliği, süreçteki rolü ve alacağı kararlarla doğru orantılı. Üstelik küresel oyunların cirit attığı yerde bin bir tuzak olacağı gibi hesapları tutsun diye planlanmış suikastlar, işgaller, provokasyonlar da hafızamızda canlı tutulması gereken gerçekler.
Ahmed El-Şara, küresel güçler tarafından “cihad ve terör” kıskacında rehin alınmak istenen biri. Mısır, Filistin, Afganistan, Türkiye ise tecrübeleri ile Şara’ya rehberlik yapmak istiyor. Kuşkusuz bu ülkelerle birebir süreçler yaşamasa da Suriye’nin zaten var olan Ortadoğu’daki büyük yangınları, felaketleri etrafa yayan bir rüzgâr etkisi yapmamasını isteyen ülkeler var: Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirliği, Lübnan gibi… Neden Suriye’nin rüzgâr etkisi yapma ihtimali var? Çünkü Ortadoğu’daki yangınları söndüremeyecek şekilde canlı tutan zaten bir şiddetli rüzgâr var: İsrail Devleti…
Bu şu demektir: Ahmed El-Şara, her şeyden önce İsrail devletinin öldürmek isteyeceği, düşman bileceği en “riskli cihadcı” özelliklerine sahip.
O zaman kritik sorular devreye giriyor: Esed sonrası için neden Ahmed El-Şara tercih edildi? Neden ilk kuruluş sürecinde “geçici” lider rolü verildi? Hatta “geçici” lider rolü yerine belki de “Yeni Suriye’nin Kurucu Lideri” diye birçok ülke Ahmed el-Şara’yı hazırlıyor ve bu hazırlıktan beklentiler, sonuçlar elde edilecek!
Sahi, neden Ahmed El-Şara?!
Cihadcılıktan devlet adamlığına
Küresel güçler sömürdükleri, işgal ettikleri ülkelerde direniş gösteren halkları kontrol etmek adına halkların topraklarını savunma çabası olan “cihad” hareketi üzerinde şüpheler uyandırmak, cihad çabalarını bilgi kirliliği oluşturarak dünya kamuoyunda “terör” yöntemleri kullanıldığı izlenimi vermek için değişik yöntemler kullanırlar. Bu yöntemlerden iki manipülasyon var ki, küresel güçler planlarını uygulamak için uygun şartlar elde ederler.
Bunlardan biri, işgalci, sömürgeci küresel güçlere karşı durmak için yola çıkmış cihad hareketlerinin içine sızarak, örgüt adına hedef saptırtarak kendi ülkelerinin yönetimlerine karşı bir isyan hareketine dönüşmesini sağlamak… Cihad çabalarını halkların kendi yönetimlerini devirmeye yönelik bir enerjiye dönüştürmek için çoğu zaman cihad hareketi içindeki örgütlere “Sizin yöneticileriniz Müslüman değil! Onlar kâfir ve müşrik insanlar! Devletiniz de İslâm Devleti değil! Devletiniz gayr-i meşru! İsyan edin!” telkini yapılır.
Kuşkusuz bu telkinin gerçekçi olması adına özellikle İslâm’ın klasik dönemlerindeki metinlerden “fetva” örnekleri seçilmekte ve “İslâm âlimleri” sıfatıyla bazı kişilere bu yönde hareket etmeleri teşvik edilmektedir. Nitekim cihad hareketleri bütün enerjilerini, odak noktalarını küresel güçleri topraklarından söküp atmak üzere yoğunlaştırmışken, bu telkinlerden, tuzaklardan etkilenirler ve savaşacakları cepheyi ikiye çıkarırlar: Dış güçler ve iç güçler…
Biz dünyadaki cihad hareketlerinin kısa sürede kendi yönetimlerine karşı savaş ilan eden ve “İslâm Devleti” talebiyle yaşadıkları toplumda gerekirse kendi halklarına karşı da mücadele eden örgütlere dönüştüğünü tespit ediyoruz. Yani cihad hareketleri, hem hedef ve metotlarını değiştiriyorlar hem de kendi içinde bölünüyorlar.
“İslâm Devleti” talebi, çoğu zaman toplumları İslâmlaştırmak, Müslümanları bilinçlendirmek ve “Dinin emirlerinden biri de İslâm Devleti” iddiasıyla ilan edilmektedir. Küresel güçler nerede kendilerine direnç gösteren bir hareket varsa o hareketi hemen “cihadcılar” diye etiketliyor ve bu direnişin asıl hedefinin “İslâm Devleti” kurmak olduğu tüm dünyaya ilan ediliyor. Gerçekten de cihad hareketi içinden birçok alim, yönetici, asıl hedeflerinin İslâm Devleti olduğunu dillendirmekten çekinmiyor.
Dünya savaşları sonrası Müslüman halkların yaşadığı acılar, küresel güçlerin sömürgelerinin halklara ait millî kaynakları talan etme çabaları ve ortaya çıkan fakir halk tabakası, cihad hareketlerine “yerli ve millî direniş” diye destek verirken, hareketin ayrıca “İslâm Devleti gelirse tüm acılar bitecek!” propagandası sebebiyle biraz tedirgin olmaktadır. Neden? Çünkü devlet, sadece halkların yönetimi değil aynı zamanda dünyadaki devletlerle etkileşimi olan, içinde bulunan uluslararası sözleşmelerde imzası olan, ticareti, savunma sanayisi ve hatta kültürü tüm devletlere bağlı, bağımlı olan mekanizmalardır. Dolayısıyla halkların, “İslâm Devleti” talebinde olan hareketlerin devleti nasıl ve hangi kadroyla yönetecekleri noktasında bazı çekinceleriyle beraber cevaplandırılması gereken soruları olmaktadır.
Küresel güçler, konu “İslâm Devleti” olunca halklardaki bazı çekinceleri çoğaltmak, çeşitlendirmek için bir kara propaganda yürütmektedir: “İslâm devletinde farklı dinler ve Müslümanlar arasında farklı fikirler, yaşam tarzları hayat bulamayacak!” Bu kara propaganda, halkların kafasını karıştırmaktadır. Çünkü farklı din, dil, ırk mensubu olan ve halkın parçası hâline gelen kesimler olası bir İslâm devleti modelinde kendi varlıklarının tehlikede olduğunu öngörmeye başlamaktadır.
Dünyada ne zaman bir cihad hareketi başlasa, haklı bir direniş olarak saygı görmekte ve halklar tarafından desteklenmektedir. Ancak hareket, bir İslâm devleti kurmak hedefini açıkladığı anda hem halk kendi içinde bölünmekte hem de devlet mekanizmasının uluslararası yönü harekete geçmektedir.
Küresel güçlerin tüm tuzaklarına ve provokasyonlarına rağmen bir halk hareketi mevcut yönetimi devirirse, buna da bir cihad hareketi öncülük ederse ve ardından o ülkede bir İslâm devleti kurulduğu ilan edilirse, bu sefer de küresel güçler bu devleti ve halkını dünya için bir “terör” yuvası olarak yaftalıyor ve dünya kamuoyunun gözünden düşürmek istiyordu. Hatta İslâm devletinde yaşamanın ne kadar modern dışı olduğuna, özellikle kadınlara yönelik birçok özgürlüğün, hakkın yok olacağına dair propagandalar yapılıyordu.
Küresel güçlerin bu süreçte bir manipülasyon, hedef saptırma gündemi var ki, bu devreye girdiğinde, Müslüman coğrafyada büyük bir tartışma başlıyor: Hilâfet…
Tartışmalarda en elverişli malzemelerden biri, Ahmed El-Şara’nın hayat hikâyesidir
Hilâfet, Müslümanların tamamının bağlılıklarını ifade edeceği en büyük siyasî otorite mâkâmıdır. Küresel güçler, kurulan İslâm devleti yönetimine sızarak yöneticileri “Hilâfet ilan et! Biat iste! Bütün Müslüman dünyayı kendine hizmet ettir!” diye kışkırtmaktadır. Bu kışkırtmadan amaç, hem İslâm devletini yalnızlaştırmak hem de Müslüman dünya içinde tartışma çıkarmaktadır.
Sonuç olarak, küresel güçler, sömürdükleri topraklarda karşılaştıkları direnişi cihad, İslâm devleti ve hilâfet şeklinde üç aşamalı bir süreç içinde kontrol etmekte ve hedef saptırmalarla mevcut hareketlerin haklı, meşru mücadelelerini yıllar içinde finalde boğmakta ve tarihten silmektedir.
Konu ettiğimiz cihad, İslâm devleti ve hilâfet aşamaları sürecinin en fazla tartışmasının yapıldığı ülkelerden Afganistan, Filistin, Mısır, Türkiye ve İran bunlardan bazıları. Belki bakış açısına göre başka ülkeler de buna eklenebilir…
Şimdi bu üç aşamalı tartışma oluşturma süreci Suriye’de de yapılmak istenmektedir. Ve bu tartışma için en elverişli malzemelerden biri Ahmed El-Şara’nın hayat hikâyesidir. Çünkü El-Şara’nın özel hayatında bu üç aşama yaşanmıştır. Genç yaşlarda cihadcı olmuş, ilerleyen yaşlarda İslâm devleti fikrini benimsemiş ve bir ara “Bağdat-Şam İslâm Devleti”nin Şam lideri olarak rol almıştır. Üstelik bu ilan sonrası Bağdat Lideri Halid Bağdadi’nin hilâfet ilanına eşlik etmiştir. Ancak çok kısa süre sonra hem Bağdadi ile ilişkisini kesmiş hem de El-Kaide isimli şemsiye hareketinden ayrıldığını duyurmuştur.
Dolayısıyla Ahmed El-Şara’nın sicilinde cihad dönemi, İslâm devleti ve hilâfet dönemi diyeceğimiz yaşanmışlıklar, hikâyeler ve fikir dönüşümleri olmuştur. Ancak Esed’in Suriye’den kaçışı sonrası yeni Suriye sürecinde resmî muhatap sıfatıyla etkinleştirilen El-Şara, şimdilik “geçiş dönemi lideri” olarak pozisyonlandırılmış durumda.
Nitekim Ahmet El-Şara verdiği bütün röportajlarında konu ettiğimiz üç aşamadan geçmiş bir geçmişi olduğunu kabul ediyor ve şu cümlenin altını ısrarla çiziyor: “Cihad, halkların özgürlüğünü sağlayan doğru bir yoldur. Devlet kuracak kadar devrimci ruhu vardır. Ancak zalim yönetim gönderildikten sonra konu devlet kurmak ve yönetmekse, cihad yeterli güce sahip değildir. Cihad, görevini tamamlamıştır. Yeni bir durum ile karşı karşıyayız. Devleti yönetmenin ve halkına hizmet eden yönetimi kurmanın kuralları ve koşulları vardır!”
Ahmed El-Şara, bu cümleleri her açıklamasında ısrarla tekrarlıyor. Neden? Cihadcılık, İslâm devleti talebi ve hilâfet ilanı dönemlerinde elde ettiği tecrübelerden ders çıkardığı için mi böyle konuşuyor? Yoksa yeni Suriye’nin kurucu lideri olmak için kendisine yapılan tavsiyeleri, telkinleri mi dikkate alıyor?
Ahmed El-Şara, Erdoğan’ı kendisi için ne kadar rol model, rehber, dost görüyor?
Eğer bir tavsiye veya bir telkin üzere ise, bu tavsiyeyi, bu telkini kimler yapıyor? Meselâ Türkiye’nin bunda rolü nedir? Sahi, Suriye nasıl bir devlet yapısına kavuşacak? Farklı dinlerin, dillerin, ırkların farklı yaşam tarzlarının olduğu Suriye’de nasıl bir devlet modeli oluşturulacak? EL-Şara’nın zihnindeki “İslâm Devleti”nden ne kadarı Suriye’de hayat bulacak? Suriye halkı bu süreçte nasıl bir arayışta ve nasıl bir model talep ediyor?
Bu soruları seçeneklendirsek ortaya şunlar çıkacaktır:
Birinci seçenek: Şii de olsa İran gibi bir İslâm Cumhuriyeti olmak veya Sünni olduğu iddiasıyla bir Afganistan modeline benzemek…
İkinci seçenek: Cihad-İslâm Devleti-Hilâfet süreçleri etrafında sürekli tartışmaların olduğu özellikle Mısır veya Türkiye tecrübelerini dikkate alarak bu ülkelere yakın bir modele ulaşmak…
Üçüncü seçenek: Uzun süre bir modele ulaşamadan bir iç savaş çizgisinde durulmayan model tartışmaları içinde parçalanmak…
Dördüncü seçenek: Federatif model ile farklı seçeneklerin yaşandığı bir ülke olmak…
Bu arada hiç de sürpriz olmayacak bir gelişme olabilir, Ahmed El-Şara, bir suikastle oyun dışı kalabilir. Kuşkusuz bunun yansımaları olacaktır. Ancak bu ihtimal var. Çünkü cihad, İslâm devleti ve hilâfet aşamalarını yaşamış ve yıllardır sıcak çatışma bölgelerinde mücadele etmiş birini yönetmek, yönlendirmek kolay değil.
Ahmed El-Şara’nın verdiği röportajlara, basın açıklamalarına ve konuşmalarına dikkatlice bakıldığında dersine iyi çalıştığı, olası tuzaklardan haberdar olduğu, en önemlisi, halka rağmen bir dayatma içinde olmaktan veya böyle algılanmaktan uzak durduğu görülmektedir. Geriye, izi sürülmesi gereken ve El-Şara’nın sahip olmak zorunda olduğu bir tecrübe var: Devletler sadece halkların değil aynı zamanda dünya devletlerinin de parçasıdır! Uluslararasında var olduğu kadar, halkın da devleti kalabilmektedir.
Bu şu demektir: El-Şara’ya rehberlik yapacak ve hem halklar hem de devletler ölçeğinde az hata yapmasını, daha çok başarılara imza atmasını sağlayacak dost(lar)a ihtiyaç var. Bir ata deyişiyle “Sütten dili yanmış” veya “Damdan düşmüş” birinin eşlik etmesi gerekir. Peki böyle bir dost(lar) var mı? Meselâ Recep Tayyip Erdoğan bu dostlardan biri midir?
Kuşkusuz bu dostun Müslüman olması ve özellikle cihad, İslâm devleti ve hilâfet konularına hâkim, küresel güçlerin tuzaklarını tecrübe etmiş birinin, birilerinin olması çok önemli. Bu bağlamda şu soru yerinde bir soru olacaktır: Ahmed El-Şara, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kendisi için ne kadar rol model, rehber, dost görüyor?
Eğer El-Şara Afganistan, İran, Filistin, Mısır ve Türkiye tecrübelerini iyi analiz ederse ve çek etmek için özellikle Türkiye rehberliğine güvenirse, Suriye’nin kendine özgü kalıcı, sürdürülebilir modelini bulmak adına daha az acı çeker, vakit kaybetmez ve söz konusu ülkelerdeki hatalara düşmeden en gerçekçi modele ulaşır.
Ahmed El-Şara’nın hikâyesi buna müsait görülse de ruh hâli, fikir dünyası ve niyeti buna ne kadar müsait olacak, bunu zamanla göreceğiz. Ancak kesin olan bir gözlemimiz var: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cihad, İslâm devleti ve hilâfet aşamalarıyla ilgili tecrübesi, Suriye halkı ve devleti için çok büyük bir deneyim! Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onca yıl sonrası geldiği nokta, bize bu deneyime dair büyük bir sözlük, metot ve duruş listesi vermektedir.



