
VAPURUN kalkmasına on beş dakika vardı. Güneş iyiden iyiye kendini hissettirirken, günlük rızkının peşinde beyaz önlüklü martılar uçan susamın keyfine varıyordu…
Denizin parıltısı şehrin gerdanına yakışan inciyi selâmlıyor, davet öncesi hazırlanan nazende bir gelinin kalp atışları duyuluyordu semalarda. Şairin “ruhunu erittiği kalıptı” karşısında serencam eylediği.
O ise yine yalnızlığını yoluna “yâr” etmiş bekliyordu. Gemi değildi aslında beklediği. Biraz o, biraz bu; en çok kendisiydi hasretini çektiği. Başka bir evrende ne yapması gerektiğini kestiremeyen bir yolcuydu o. Hem bu dünyaya ait, hem değildi.
Bir an için başı ya da dünyası dönmüştük ki yerle hafif bir temas ile hayat ile bağlantısı kopmuştu… (Bir balon gibi havalandı ruhu.)
***
Bir ses hissetti kulaklarında:
-Küçük hanım! Küçük hanım! Hâlet-i ruhiyeniz nasıldır? Siz, iyi misiniz ?
“Evet” dercesine başını salladı.
- Âlâ! Bir talebiniz var mı? Malikânenize kadar eşlik edelim ister misiniz?
Bu seferde “Hayır” dercesine işaret etti.
Muhatabının şaşkın bakışlarını, kendisini ince ince süzüşünü fark eden palabıyıklı, iri yarı, tok sesin sahibi, az önceki babacan ifadesinin yerine ciddî bir ton ekleyerek, “Küçük hanım, yanlış anlaşılmaya mahal vermeyelim! Ben halkımın emniyetinden sorumlu görev başında bir yeniçeri ağasıyım. Erlerim ile burayı gezerken sütûn-u mermer gibi duran zatınızı merak eyledik. Anlaşılan, hâliniz gayet iyicedir. O vakit bize müsaade, Allah’a emanet olunuz” dedi.
“Ağayı kızdırmış olmalıyım.” diye içinden geçirdi arkalarından bakarken. Fakat bir gariplik vardı sanki; bunu anlaması çok da uzun sürmedi. Az önce denize bakıyordu. Ki bu meydan, ne ara bu kadar hızlı bir değişime uğramıştı! “Yaklaşan seçimlerden sebep” diye düşündü önce ama ilginç olan, ortada hiç parti bayrağı olmamasıydı. Dikkatini daha da doğrulttu. Sağına soluna baktı. Taş döşeme yerler, ortada tarihî bir çeşme, az önce beklediği iskelede kırmızı kadife kumaşla döşenmiş koltuklar, işlemeli sandallar… Sandalların üzerinde başı püsküllü fesli, oradan buraya koşturan bastonlu beylerin setreleri uzun ve eteği çamurlu, şemsiyeli hatunlar…
“Rüyada olmalıyım” diye düşündü. Korktu: “Ayna! Ayna bulmalıyım!”
Kendini görme iştiyakıyla yanıp tutuşuyordu. Heyhat, etrafta kendini göreceği hiçbir şey yoktu! Derken kolunda onu sıkıca sarmış bir çift el hissetti: “Makbule, Allah aşkına nerede kaldın? Görücüler gelmek üzere, sabahtan beri seni arıyorum.”
Daha ne olduğunu anlamadan, tanımadığı bir kimse tarafından ele geçirilmiş gibi hissediyordu. Korku ve şaşkınlık kardeş olmuşken, yamacında duran bu beyaz tenli, deniz gözlü hatuna bakakaldı: “Başladı gene şaşkın bakışlar! Hadi hadi! Valide Sultan bizi topa koyup Frenklerin ülkesine göndermeden yetişsek iyi olacak.”
Kendisine ait olmayan bir bedenin şoförü gibiydi. Direksiyonu da bu şen kahkahalı anaç hanımın ellerine emanet etmiş yürüyordu. Ehliyet alırken hocası ona şöyle söylemişti: “Araba ne kadar senin olursa olsun, eğer sen hükmedemiyorsan başkası gelir ve sana ait olana müdahale eder. İster kırmızı ışıkta durur, ister sarıda. İsterse de kaza yaptırır…” O an için tebessüm edip geçmişti bu hayat dersinden ama şimdi hocasını çok iyi anlıyordu. Bindikleri sedef kalkmalı, gümüş renkli fayton, beyaz cumbalı ahşap konağın önünde durmuştu. Makbule ve Şengül (ki adını kahkahasının şenliğinden, gül yüzünü letafetinden çağrıştırdığı için o koymuştu), arabacının yardımıyla inmiş ve hızlı adımlarla merdiveni arşınlamışlardı.
Bir, iki, üç derken, pembe, mavi, mor, sarı lâleler ile kaplı bahçeden geçip yine lâle motifli ahşap kapıdan girmiş, yine buram buram lâle kokan, işlemesi lâle ve de süslemesi lâle olan odalardan birinde durmuşlardı. Üzerine geçirilen yeşil, sade, saf ipekten döpiyesi ile beyaz pamuk eşarbının örttüğü siyah saçlarını omuzlarına dökülen sarı, altın yaldızlı şalı tamamlıyordu. Gece karası gözlerine çekilen rastık, ince narin burnunu ortaya çıkaran pembeli yanakları ile uyum hâlindeydi.
“Kız! Sendeki şu güzelliğin kıymetini bilmeyen bir sen varsın, bir de kara kedi” diye şen bir kahkaha patlattı Şengül kalfa. “Ah, demeyeyim demeyeyim diyorum ama kuzum, Allah aşkına oturup evinde nakışını işleyeceğin yerde, kâtiplerin arasında aşikâr olmak da neyin nesi? Heee, dur dur! Bunun cevabı da hazır değil mi? ‘Hayır hanneciğim, öyle değil, ben adalet derdindeyim, aşikârın aşikâr olması şahsıma münhasır değil.’ Bak sen, çok bilmiş! Koskoca ulular bitti de hatun hâlinde sana mı kaldı devleti yönetmeye talip olmak? Estağfurullah! Ah bunların hepsi alâmet-i kıyamet! Tövbe bismillah! Ay kız, senin içine cin falan mı girdi acep!”
“Bu son cümle ağır kaçtı” der gibi yutkundu. “Ne yaptım acaba?” der gibi pürdikkat dinliyordu kalfa hannesini:
“Bak bak, nasıl da o kara gözlerini dikti üzerime! A canım, a cananım, güzel evlâdım! Yaşımız ellerde, başımız dillerde belki seninle, lâkin yediğimiz içtiğimiz ayrı düşmez bu hanede. Benden duymuş ol, Valide Hatun ile Peder Bey’in çok ateşlidir bu hâline, bilesin! Ninem Sultan dahi der ki, ‘Niye karşı çıkar lâlelerimize?’. Ne varmış, misk gibi orada burada gözümüz şen oluyorsa kime var zararı? Hem fena mı, yazları sahilsarayda, lâlelerin altında, kandiller, yürüyen hayvanı kaplumbağa üzerinde yanan mumlarla yapılan çırağın şenlikleri… Sonra kış vakti gelince helva ziyafetleri, dahası ecnebi ülkelerden gelen ressamlar… Bir de neydi şu minik minik tasvir yapan şehzade olasıcanın adı? Ay dilimin ucunda! Levh-i mahfûzdan gelesice, lehim değil, leyim değil. Hıh! Levni Levni... Ne olmuş yani onlar Batı’daki güzelliklerle bizi az tanıştırsa? Ama yok! Batı bataklığına bir bulaşan, sonunu dipte bulurmuş. Lâle, ömrün kısalığını temsil edermiş, bu kadar zevki sefa israfmış… Mışta mışmış…
Oh, vallahi küçük hanım, ‘Bu değirmenin suyu nereden geliyor?’ diye sorma! Ama şöyle iki lâle dikiyor, yolları süslüyor, ecnebilere kapı açıyor diye ulu padişahı eleştir! Ah ah! Ben sana daha neler diyeceğim de lâkin kapı çaldı; dua et, bu sefer seni alsınlar, yoksa elimizde turşu-i letafete dönüşeceksin!”
Şen kahkahalı Şengül hanne beş dakika içerisinde tarumar etmişti tüm benliğini. Kendisine ait olan, kendisinin bilmediği o cümleler hem çok tanıdık, hem çok garip idi. Oldubittiye gelen bu unutulmuş dünyası karşısında, kara gözlü, kılıç burnu altında incecik duran karabıyıklı delikanlının bakışlarında idi şimdi de.
- Efendim, zât-ı âlinize tevcih edildiği üzere, namım şaşmaz, vazifem silahendaz, ismim Mümtaz… Koşarım yorulmam, yorulurum koşmam. Konuşunca azalır, susunca çoğalırım. Kalkarken uyur, uyurken sollarım. Yediğim önümde, yemediğim yöremde. Fikri açık inada kaçık, sövene saçık, dövene açığız evelallah! Dahası, sevdi mi tam sever, öfkesi anında geçer, silahı isabetli, kalbi hararetli, dıştan kuvvetli, içten ehemmiyetli, vereni seven, alana şükredeniz çok şükür.
Duyduk, bildik farkınızı cümle nazenden öte. El işi er işine karışmış, sevdası bilene aşikârmış. Velhasılı, sözün özü diyerek nacizane talibiz bu yolda derdinizi paylaşmaya, dâvânızla adımlaşmaya...
Şaşakalmıştı aklı. Dahası, bu zamana kadar duyduğu bütün ezber görücü usullerini bir solukta yıkmıştı bu selvi boylu, kırmızı fesli, siyah çuhalı yiğit. Öyle böyle şöyle derken, daha henüz hazmedemeden Şen Şengül’ü, Mümtaz Bey’in köstekli saati cepte, dili ile de yerleşmişti kalbine.
Hâlbuki “görücü usulü” denilince kirpi gibi olurdu. Ne gereksizdi tanımadığı bilmediği birine ömrünü açmak! Ama şimdi… Her şeyin bir adâbı olduğu gibi, bunun da bir adâbı olduğunu öğrenmişti. Hayran kalmıştı kendine ve zevc adayının bu şekilde bilinmesine…
***
-Abla! Abla! Su ister misin?
Tepesinde duran insanlara tuhaf tuhaf bakakalmıştı. Hiçbir şey demeden, usulca, bir yandan üstünü başını düzeltirken bir yandan da dağılan eşyalarını toplamaya çalışıyordu.
“Lâle abla, kimlik senin galiba? Gemin kalkmak üzere, hızlı ol istersen” dedi başka bir ses.
Uzanan eli kimliğini tutarken, isminin köklerine giden, tarihte yaptığı yolculuk onu asıl benliğine kavuşturacaktı. O, bir devrin lâlesi, ince bir ruhun hâlesi idi belki de. Kim bilebilir ki?