DEVLETİN hizmet
organlarının uyumlu çalışması, ortak bir ideale yönelmekle mümkündür. Peki, insan
vücudunun uyumlu çalışması ile devlet teşkilâtının uyumlu çalışması arasındaki
benzerlikler nelerdir? Kamu yönetimi ve bürokrasiyi insana benzetirsek, bürokratik
yavaşlık ya da atâletin neden oluştuğunu daha iyi anlayabiliriz.
Kamu
otoritesi, kanunlarla tanımlanmış görev ve yetkilerini, belirlenen iş ve hizmet
hedeflerine ulaşmak için kullanmaktadır. Kamu yönetiminde üst düzey yönetici
durumunda olan ve temsil makâmında kamu yönetiminin görünen yüzü olarak siyâsî
otoriteyi de temsil eden ama kanunlarla sınırları çizilmiş alanda devlet adına
iş yapan kimseler vardır.
Maalesef
kamu çalışanları için “Patron kim?” sorusunun cevabı, biraz karışık durumdadır.
Çünkü patron “devlet” ise ve çalışanın maaşını devlet ödüyorsa, asıl sadâkat
devlete olmalı ve esas olarak devletin çıkarlarını korumak öncelenmelidir.
Patronun devlet olarak tanımlandığı hâllerde bu durum, devletin çıkarlarını
üstün görmeye yönelik bir reflekse dönüşmektedir.
Ancak
üst düzey yönetici durumunda olan kamu bürokrasisinin görevde kalma süreleri
kanunla güvence altına alındığında, kamu bürokrasisi bir anlamda devletin
kendisi gibi davranmaya başlar. Bu durumda “bürokrat”, aslında patronu olan “devlet”in
yerine kendisini koymaya başlar. Bu durumda alınan kararlarda “devlet”in
çıkarları ile “kendi”sinin çıkarları çatışınca, kendisinden yana tavır sergileyebilir.
Çünkü bürokraside görev alanlar, kendilerini “ömrünü devletine adamış ve bulunduğu
makâma gelene kadar büyük fedakârlıklar yapmış” olarak düşünmekte, bir anlamda
kendini “devletten alacaklı ya da devlette hak sahibi” hissetmektedir.
Güç
bakımından millet iradesi ve milletin temsili
Kamu
görevlilerini atayan ve kamu hizmetlerinin siyâsî sorumluluğunu taşıyan siyâsî
otorite ise, asıl patronun kendisi olduğunu iddia eder. Çünkü bürokratik
atamalara siyâsî otorite karar vermekte, görev süresi boyunca yapılan ve/veya
yapılamayan işlerin sokaktaki muhatabı olarak milletin karşısına çıkmaktadır.
Asıl
sorumluluğun kendisinde olduğunu düşünen siyâsî otorite, seçimden seçime görev
yapan bürokrasinin başarı ya da başarısızlığının hesabını siyasetçinin
vereceğini bilmektedir. Üst düzey bürokratların ve kamu yöneticilerinin devlet
adına kullandığı yetkinin sonuçlarını gözeterek ve millete karşı siyâsî sorumluluğunu
unutmadan kullanması, siyasetin haklı beklentisidir.
Tabiî
bu arada en önemli faktör, kendisini siyasetin ve bürokratın asıl patronu,
devletin de asıl sahibi olarak gören “millet” faktörüdür. Milletimizin seçimlerde
oy kullanarak tercih ettiği siyâsî otoritenin ve hizmet üretimi sırasında beraber
çalıştığı kamu bürokrasisinin üzerinde bir güç olan “millet” kavramı vardır.
Ancak “Milleti kim temsil ediyor?” sorusu, yeni soruları getirmektedir.
Normalde milletimizi temsil eden kurum TBMM ve bireysel anlamda seçilen
milletvekilleridir.
Bunun
dışında, seçimle gelen yerel yöneticiler milleti temsil ederlerken, bir yandan
da STK’lar, görece milleti temsil durumundadırlar. Siyâsî partiler, millet
adına söz söyler ve milleti temsil iddiasındadırlar. Siyâsî partiler, özellikle
iktidar partisi, milleti temsil bakımından TBMM’de grubu bulunan en güçlü
temsilci konumundadır.
Devletin
varlık sebebi millettir. Devleti yöneten siyâsî iradenin asıl patronu olan
“millet”, esasen kendisini tek tek vatandaş olarak yani bireysel anlamda temsil
edemediği için, “Asıl patron, millet!” iddiası da, teoride doğru olsa bile
pratikte “millet” adına asıl temsilci olarak “siyâsî irade”ye evrilir ve siyâsî
irade, milleti temsil gücünü kullanmaktadır.
Kamu
otoritesi millet adına siyaset yapan aktörlerle birlikte hareket ettiği zaman,
“devlet” adına sürece dâhil olan gerçek kişi olarak “bürokrat”, durumdan vazife
çıkartır ve devletin çıkarlarını korumak adına tavır alır. Kanun ile
güçlendirilmiş bir bürokrat, ikna edilmesi veya uzlaşılması gereken biri
konumundadır. Çünkü yasal sorumluluk kendisindedir ve yapılması istenen iş,
milletin yararına olsa bile her zaman devletin yararına olmayabilir. Millet ile
devletin çıkarları çatışırsa, hakem, doğal olarak TBMM olacaktır.
Bu çatışmayı yeni bir kanun ile TBMM aşabilir. Aksi hâlde devlet, önce kendi hukukunu korur. Çünkü kanunlar devlet çalışanlarına ve bürokrata daha yakındır.
Tüm
bu karmaşık sistemi insan vücuduna benzetirsek, beyin, siyâsî otorite durumundadır.
Görevi gereği gözlem ve analiz yaparak pratik çözümler üretir. Sorunların aşılması
ve milletin taleplerinin karşılanması için alınan kararlar, kamu kurumları
eliyle uygulanır. Bu organlar el, kol veya ayak gibi, beynin talimatlarını
mevcut alışkanlıkları ve yeteneklerine göre uygulamaya çalışırlar. Bu
organların hareketlerini kısıtlayan iki unsur vardır. Birincisi kanunlar,
ikincisi ise uygulanabilirlik... Yani elinizi, kolunuzun uzanamayacağı yere
götüremezsiniz. Ayrıca kanunlarla sınırlanmış eylemlerin dışında
kullanamazsınız.
Beyin
ile birlikte çalışan ve düzenli hareketleri koordine eden omurilik, burada bürokrasi
olarak tanımlanabilir. Çünkü alışılmış, öğrenilmiş, refleksif düzenli
hareketleri beyne ihtiyaç duymadan yapabilen bir organdır. Asıl çatışma da tam
burada ortaya çıkar; çünkü beyin olarak görev yapan siyâsî otorite, eli
konumunda olan bir kuruma talimat verir, ancak omurilik olarak bürokrasi bu
talimata tepki verir ve “Bunu daha önce yapmamıştım, yapmalı mıyım? Neden
yapmalıyım? Beni nasıl etkiler?” gibi sorularla yavaş davranır. Sanki ikinci
beyin gibi sorgular talimatı ve önce zaman kazanmak için bahane üreterek, “Kolum
kısa, elim uzanmıyor” diyebilir.
Sonra
beyin ısrar eder. Bu ısrarın adına “siyâsî kararlılık” denilebilir. Vücut
yerinden kalkmaya zorlanır. Böylece kol uzanamıyorsa bile, hedefe yaklaşmak
için zahmete girmek zorunda kalır. Merkezî bürokrasi olan omuriliğin direnci
kırılsa ya da ikna olsa bile, bu sefer taşradaki bürokratik direnç başlar. Yani
elinize verdiğiniz talimatı uygulayacak olan yerel bürokrasi, sanki elimizin de
ayrı beyni varmış gibi, verilen talimatı uygulayıp uygulamamayı düşünmeye
başlar.
Meselâ
eliniz, kendisine tutmasını söylediğiniz cisim için talimat gitse de, “Ne güzel
duruyordu burada, şimdi buradan alırsak nereye koyacağız? Aldığımız şeyin
yerine ne koyacağız?” gibi tepkiler vererek mevcut uygulamada ısrar eder. Yani
merkezî bürokrasiyi ikna etmenin yanında yerel bürokrasiyi, yani elinizi ve
parmaklarınızı da bu eyleme ikna ya da mecbur etmelisiniz.
Eliniz
sürekli olarak eski alışkanlıklarına devam etmek isteyerek tereddüt eder ve “Dokunamam!
Ya sıcaksa? Ya elim yanarsa? Eldiven de yok!”, “Zaten örneği yok” diyerek
kaçınır.
Tam
koordinasyon
Bu
durumda beyin ile el arasındaki uyumun oluşması için, öncelikle yapılacak işin
doğruluğuna inanan bir ekip ile çalışmalı, sonra yasal düzenleme ile konu mümkün
kılınmalı, sonra da bu uygulamanın pratikte getirdiği faydalardan doğacak
millet memnuniyeti ve takdiri bürokrasi ile paylaşılmalıdır. Başarının
prestijini paylaşan el ve parmakların beyne olan güveni artacaktır. Ancak
beynin “Yap” dediği uygulama ile parmak bir yere sıkışır, sıcaktan yanar ya da bir
şekilde yaralanırsa, tüm bürokratik sistem, bir anda korunma refleksi ile elini,
kolunu, hattâ vücudunu beynin tüm talimatlarına rağmen geri çeker.
Tüm bu sebeplerden dolayı, başarı için milletin memnuniyetini elde etmek yetmez. Bütüncül ve kalıcı başarı için, yapılan işin doğru, faydalı ve meşru olması, yasal zemine oturması ve siyâsî kararlılığın oluşması gereklidir. Sadece siyâsî kararlılık, başarı için yeterli değilse de olmazsa olmaz bir koşuldur. İstek ve iradeyi ortaya koyan, hedeflere ulaşmak için yapılacak eylemlere karar veren ve bunun sorumluluğunu taşıyan, siyâsî otoritedir. Millet adına devleti yöneten ve devlet adına kararlar alan siyâsî otorite, tüm bu eylemlerini bürokratik partnerleri ile birlikte yapar. Bu süreçte siyâsî otorite, ortak ideal ve hedeflere sahip, inanan bir ekip ile birlikte çalışarak bürokratik dirençleri en aza indirmiş olur. Bunun için de tüm milleti ve bürokrasiyi, devletin ve milletin ortak çıkarlarına uygun doğru işler yaptığına inandırmalıdır.
Üst düzey yönetici durumunda olan kamu bürokrasisinin görevde kalma süreleri kanunla güvence altına alındığında, kamu bürokrasisi bir anlamda devletin kendisi gibi davranmaya başlar. Bu durumda “bürokrat”, aslında patronu olan “devlet”in yerine kendisini koymaya başlar.
İdeal
sahibi olmak, varlığı taze tutar
Devletler
de insanlar gibi yaşlanır; bazen organlarında sorunlar oluşur, bazen
yetenekleri zayıflayabilir, ama insanlardan farklı olarak devletlerin kendilerini
yenileyebilme ve gençleştirme imkânları vardır. Eğer bir devlet, geçmiş
yaşından elde edilen tecrübeleri ve bilgi birikimini unutmazsa, toplumsal
hafızasını yitirmez ve gelecek nesiller geçmişten gelen değerlerini, gelenek ve
göreneklerini, iddia ve ideallerini yaşatıp inancını diri tutabilirse,
gençleşerek güçlenebilir. Önemli olan, “devlet” kavramı ile yaşatılan bir
milletin yaşama isteği ve tabiatın en değerli yeteneği olan yeşerme kabiliyetini
kaybetmemesidir.
Üstat
Necip Fazıl Kısakürek’in şöyle bir sözü var: “Tomurcuk derdinde olmayan ağaç,
odundur.” Bu benzetmeden yola çıkarsak, varoluş, bir dertlenmedir. Derdi olanın
tomurcuğu olur. İddiası olan, çiçek açar.
Bin
yıldır aşılana aşılana her iklimden, her coğrafyadan beslenen, bilim ve
teknikle, İlây-i Kelîmetullah’ın terbiyesiyle kendisini geliştirmiş milletiz.
Öyle ki, insanlık değerlerine sahip olan vicdanlı bir millet olarak meyve
vermeye devam ediyor, köklü devletimiz ile varlığımızı sürdürüyoruz. Buradan
hareketle, devleti yaşatan, tomurcuk derdinde olan vatandaşlarıdır. Toplumsal
olarak tüm bireyleriyle devletine inanan, millet olarak insanlığa bir sözü
olan, tüm dünyaya adalet ve barış vaat eden bir milletin evlâtları tomurcuğa
durdukça çiçek açacak, meyve verecek, gövdesinde ve gölgesinde kendisine sığınanlara
onurlu bir yaşam arz edecektir.
Bu
çerçevede, bir çınar ağacı ile sembolize edilen Türk Devleti, bin yıllık geçmişi
ile geleceğe güvenle bakan, her yönden beslenen kökleri ile birçok milletle
kaynaşmış ve ortak bir geleceğe inanan, birlikte yaşama iradesi olan bir
millete sahiptir. Böyle bir devletin vatandaşı, tüccarı, bilim adamı,
sanatçısı, memuru, esnafı, zanaatkârı ve siyasetçisi de bu birlik ve
beraberliğe katkı sağlamalı, tomurcuğa durmaktan asla vazgeçmemelidir.
Kurucu
felsefe asla unutulmamalıdır: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” Bu felsefe ile
birlikte İlâhî adalet ve Hakk’ın rızâsını kazanma arzusu unutulmamalı, “Millete
hizmet, Hakk’a hizmettir” anlayışı terk edilmemelidir.