ANADOLU
kapılarını Müslümanlara açan, Büyük Selçuklu Sultanı Çağrı Bey’in oğlu Sultan
Muhammed Alparslan, Malazgirt ovasında zaferden sonra secde-i Rahmân’a kapanmış
ve doğrulup oğlu Melikşah’a, Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (sas)
müjdesini hatırlatarak, “Bak oğul! Bundan böyle hedef Kostantiniyye’dir (İstanbul).
Biz düşersek Kudüs düşer, biz düşersek Mekke-Medîne tehlikeye girer” demişti…
Türk devletlerinde Büyük Selçuklu, hem kurduğu devlet yapısı,
ilmî derinliği, hem de estetik ve zarafette zirve sayılır. Hattâ tarihçiler, “Kılıcın parlattığı,
kalemin aydınlattığı çağ” diye tarife ederler. Bu geleneğin Anadolu Selçuklu’da
devamı olsa da, sonradan beylik kavgaları Nizam-ı Âlem dâvâsını sekteye
uğratır. Fütuhat bir dönem gecikmiş demektir. Bu beyliklerden biri müstesnadır;
onlar kardeş kavgasından ziyade gözlerini güneşin batışına dikmişlerdir.
Peygamber müjdesinin hayâli ile hemhâldirler. Osmanlı Beyliği, Oğuz atadan
mirasın sırrını, Sultan Alparslan’dan cihanşümul gazâ ruhunu taşırlar. Kayı boyundan
Ertuğrul Bey oğlu Osman’a bırakılan Osmanlı Beyliği ile onlar, oradan da
Fatih’le yeniden bir medeniyeti inşâ ettiler.
Hilâl
ile haçın kavgası daha da şiddetlenmişti. İstanbul’un Fethi Haçlıyı derinden
sarsmıştı. Çareyi yeni yollara, yeni ortaklıklarda gören Haçlı, batıya olan
akınlarımızın önünü kesmek için bunu durdurmanın parolasını, “Türkleri
Anadolu’dan atalım ve Kudüs’ü alalım” hayâlleriyle hep diri tuttular.
Devlet
inşâ etmek akıl ve iman işidir. Büyük Selçuklu’ dan sonra devleti yeniden inşâ
etmenin ikinci dönemi, Osmanlı’nın kuruluşundan on beşinci yüz yılın sonuna
kadar devam etmiştir. Sonraki dönemler aynı ruh olmakla beraber, saikler ve Batı’nın
endüstriyel terakkisi buna mani olmuştur. Devleti inşâ etmenin harcında gerek
Büyük Selçuklu, gerekse Osmanlı Cihan Devleti’nde örnek alınan metin, Hazreti
Muhammed’in (sas) Medine Vesikası’ndaki Nebevî ruh işaretleridir. Hak ile
bâtılın mücadelesinde mazlumun hakkına sahip çıkanların gazâsı yevmü’l-kıyamete
dek devam edecektir.
Haçlı
Batı, son yüz yılımızı kurduğu anlaşmalar ve kirli ittifaklarla bizden çaldı,
gasp etti. Yeniden kıyama kalkmamamız için içimizden devşirdiği mankurtların
paçamızdan asılmayı, önümüzü kesmeyi, hattâ gerekirse bizim tankımızla
tüfengimizi bize karşı kullanmayı bile öğütledi. Yıllardır PKK ve FETÖ’nün
yaptıkları bundan gayrı bir şey değildir. Onların hesap edemedikleri, bu asil milletin
mayası ve ruhundaki esaret kabul
etmeyen, Allah’tan (cc) gayrısına kul olmayı zül addeden bir imana sahip
olmasıdır. Son yıllarda emperyalizme karşı kıyama kalkan milletimizin
yerli-millî kadroları, yeniden devletin inşâsından bahsederler. Bunun belki de
en bâriz işareti, yeni bir anayasadır.
Nasıl
bir anayasa?
Anayasanın
ruhu, metni ve tekniğinden üstadlar kelâm etsin, bize göre önce Hilâl ile Haçın
yüz yıl öncesindeki serencamına bakmak lâzım…
Ehl-i dil ve ehl-i insafın kabul ettiği üzere Osmanlı’nın
Orta Doğu’dan çekilişi muazzam bir trajedidir.
Kuzey Afrika’yı 19’uncu yüzyıl sonu ile 20’nci yüzyılın başında
kaybetmişiz. En son 1911’de Trablusgarb Harbi ile görkemli bir direnişe rağmen
Balkan Savaşı nedeniyle çekilmek zorunda kalmışız. Mısır’da Kavalalı olayı
sonrası İngiliz-Fransız rekabeti var ama Birinci Dünya Savaşı’nda Kanal Harekâtı
ile geri alma çabamız başarısız olmuş. Irak’ta, 1916’nın 29 Nisan’ında Kutü’l-Amare’de
13 bin İngiliz askerini komutanlarıyla beraber esir aldığımız büyük bir
zaferimiz var. Bazılarının hatırı için bu tarihî zaferi ancak son yıllarda
hatırlar olduk(!). Ama Şerif Hüseyin haini ve Filistin Cephesi’ndeki kritik
durum nedeniyle maalesef oradan da çekilmişiz, çekilmek zorunda bırakılmışız.
Kudüs’ü Gazze Savaşları ve Kudüs Müdafaası’na rağmen 1917’de kaybetmişiz. Ardından
Suriye’den de çekilmişiz. Medine’yi Fahrettin Paşa komutasında Mondros’a rağmen
savunmuşuz ama 1921 yılına kadar Suriye’de, Musul’da, Bakü’de yenilgiyi kabul
etmeyen paşalar direnmişler. 1921 yılında İngiltere ve Bolşevik Rusya anlaşınca,
artık yenilgi kesinleşmiş.
Ve yeni dengelere göre şekilleniyor her şey…
Enver Paşa da şehit edilince bildiğimiz kâbus yüzyılı
başlıyor. Ve bu yüzyılda gerek Filistin dâvâsı, gerek İhvan-ı Müslimîn,
Cemaat-i İslâmi, Türkiye’deki İslâmî hareketler gibi birçok çabayla bu
yenilgiye ve ardından gelen kâbusa karşı yer yer kanlı, yer yer sessiz ve
sabırlı direnişler başlıyor. Bugün işte bu sürecin finalindeyiz! Tarihi Batılılar
ve Batıcılar yazdığı için genç kuşaklar bunları tabiî ki bilmiyorlar. Bunun
başlıca sebebi, uzun yıllar okullarımızda okutulan tarih derslerinin muhtevası.
Para verilerek, nesebi gayr-ı sahihlerin kaleminden çıktığından tarih dersleri,
genç kuşakları doğrudan kınamak pek şık olmasa gerektir.
Oysa yaşanan süreç göstermiştir ki, asıl tarihi yapanlar,
bugün meyvelerini alıyorlar. Belki Sultan İkinci Abdülhamid Hanlar, Enver
Paşalar kendilerini feda ettiler; onlar kendi dönemlerinde ileriyi görüp yüz
sene sonrasının işaret taşlarını diktiler. Medeniyet tasavvurumuzun bazı kadim
kurumlarının günümüze kadar devamlarını sağlayan tedbirler aldılar, yol ve
yordamlarını tarihe not olarak düştüler. Bu nedenle Kemalist güruh, yaşanan
süreci bir türlü kavrayamıyor. Milletin içinde olsalardı bu şaşkınlığı
yaşamazlardı.
Haçlı güruhunun hedefinde elbette Müslüman Türk Milleti
vardı. Ama savaş, öncelikle Osmanlı topraklarının paylaşım savaşıydı ve
kaçınılmaz olan gerçekleşti. 20’nci yüzyılın başında petrolün, teknoloji inkılabının
ana hammaddesi olduğunun keşfedilmesi, Dünya Savaşı’nın bu coğrafyada
başlamasının temel nedenidir. Petrolün bulunduğu topraklar sebebiyle savaş
burada gerçekleşmiştir.
Denilebilir ki, bu petrol Çin kıyılarında olsaydı, savaş
oralarda başlardı. Bu savaşla Avrupa hem kendi iç savaşını bir yanıyla devam
ettiriyor, hem de askerî tarım imparatorluklarını tamamen çökertiyordu. Kimi
tarihçilere göre Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’nın yanında Rus Çarlığı ve
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun da çöküşüdür. Diğer bir ifade ile imparatorlukların
sonudur. Bu fakir Osmanlı’ya asla imparatorluk lâfını -ki bu lâfı Batı icat
etmiştir- yakıştırmıyor, Nizam-ı Âlem ülkümüze ters gelen bu ibareyi kullanmayı
uygun bulmuyor.
Cihan Harbi’nden sonra, dolayısıyla tarihsel ekonomi-politik ve
ayrıca aktüel siyâsî denklemler değişiyor. Burada Osmanlı Cihan Devleti, tâbiri
câizse mukadder bir akıbete uğruyor. Biz buna İlâhî tecelli diyebiliriz.
Osmanlı Devleti için bu savaş, kaybedilme ihtimâlinin yüksek hissedildiği bir
savaştır. Kanaatimize göre Birinci Cihan Harbi’nde kavga ettiğimiz
emperyalistler ve onların devletleriyle kavganın hâlâ başka mecralarda devam
ettiği akıldan çıkarılmamalıdır.
Belki yüz yıl önceki düşman cephesindekilerin isimleri,
ortaklıkların yerleri ve zamanı-zemini bugün için yer değiştirmiş olabilir. Bizim
şiarımızsa şu: Ya İbrahim safındasınız ya da Nemrut’un ateşine odun
taşıyorsunuz!
Her
konuda rehberimiz olan Hazreti Muhammed’in (sas) Sünnet-i Seniyyesi yolumuzu
aydınlayacaktır. Yeni bir inşâ dönemine yardımcı olacağına inandığımız anayasanın
hazırlanmasında Nebevî ölçü mihenk olmalıdır. Diğer taraftan bizim imanımızın
özünde gâvurlaşmaya karşı bir direnç vardır. Zira ayıdan post, gâvurdan dost
olmaz. Gâvurlaşmadan kastım, Anadolu irfanı ile “emperyalist Haçlı egemenliğine
karşı direnç” mânâsındadır. Bu toprakların Hıristiyan’ı da bizdir; Haçlılara karşı
aynı safta olduğumuz sürece aynı İbrahim milletindeniz. Dolayısıyla bu tarihsel
kolektif şuurun tekrar diriltilmesi gerekmektedir. Ölçümüz basittir; pagan-Haçlı
güçlerine karşı bu toprakların geleneği, ruhu ve idrakine sahip herkesle tek
bir milletiz. İbrahim’in milletiyiz. Din, ırk, dil, ideoloji veya mezhep, bu
düzeyde birer detaydır.
İbrahimî
şuur ve imana sahip bir Ermeni veya Rum’u, Batılı Haçlı güçlere ajanlık ve
gönüllü kulluk yapan Müslüman görünümlü münafıklara tercih ederiz! Bu mânâda
devlet ve millet de bu ölçüyle anayasa metnince yeniden tanımlanıp moda deyimle
formatlanmalı, ırk, mezhep ve ideolojisi olmamalıdır. Bunu gerçekleştirmenin
tek meşru dinamiği, Müslüman imanıdır.
Şunu
hiç kimse unutmamalıdır: Allah’a ve âhirete inanmayan hiç kimse gerçek mânâda
emperyalizme ve kapitalizme düşman olamaz. Çünkü emperyalizm ve kapitalizmin
kula kulluk eden teolojisinin antitezi, bizim imanımızın Tevhid telâkkisidir.
20’nci
yüzyıla bakın; ister ulusalcı, ister solcu olsun, güya emperyalizme karşı
çıkıyor gibi görünseler de son tahlilde hepsi emperyalizmin kölesidir. Çünkü
teolojik olarak akrabadırlar. Özlerinde pozitivizm, paganizm vardır. Bunlar
teorik olarak bile asla emperyalizm karşıtı olamazlar; sade ve sadece âhirete, Tevhid’e
inananlar kula kulluğa karşı olabilirler. Devletin İlay-ı Kelimetullah’ı tek
mürşit edinmesi gerekir. Gâvurlaşmaya karşı bağışıklık aşımız budur!
Yeni
anayasa, tazelenmiş devlet
Müstevlilerin
bütün kirli ve sinsi oyunlarına, yerli mankurtların ihanetlerine rağmen Türkiye
Cumhuriyeti, gelgitler arasında bir yol çizmiş, kimi zaman celladına âşık
misâli Batı’nın süslü püslü demokratik, lâik lafızlarının iksirine kapılmış,
devlet inşâsının ruhundan sapmış, temelsiz barakalar dikmiş, dinimize ve dünümüze
yabancı icatlarla özünden kopmuştur. Bazense, yerli-millî refleksler gösteren
iktidarlar olsa da, Frenk-meşrep kadrolar ve yabancı hayranı bürokratların
direnmesi sonucu devlette düşünülen yeniden inşâ projeleri yarıda bırakılmış ve
ilgili vatan evlâtları katledilmiştir.
Son
yirmi yıldan beri iktidardaki siyâsî hareket içinde kalan yorgun savaşçılara, vesayet
rejiminin sopalarından korkan yüreksizlere, suret-i haktan görünen lâdini bazı
yapılara olan gönül bağından kopamayanlara rağmen yeniden bir dirilişin işaretini
veren Devlet Başkanımızın, “Yeni bir sivil anayasa yapalım!” işareti, hem
heyecan verdi, hem de son yirmi yılda yapılanlara şahitliğimizi pekiştirdi.
Devlet
Başkanımızı dirayeti ve aldığı mânevî terbiye hesaba katılır ise milletimizin
beklentilerine cevap verilebilecektir. Kanaatimiz odur ki, Nizam-ı Âlem
ülküsüne giden menzilde yeni bir anayasanın devletin inşâsında lafzı ve
istikameti, Kur’ân’ın ruhundan süzülen bir metne dönüşsün… O metin, eşref-i
mahlûkat hakikatini rehber edinen bir lafza ve Hazreti Muhammed’in (sas) Medine
Sözleşmesi ile çerçevesini çizen, Veda Hutbesi ile beşeriyetin takip edeceği, insan
hakları uygulamasının görüldüğü bir akit hüviyetinde olsun.
Elbette
anayasalar Allah (cc) kelâmı değildirler, lâkin Allah dâvâsının yolcularının
anayasaları da Din-i Mübîn-i İslâm’ın hayat bulduğu sahaların turabı olmalıdır.
Allah her şeye Kadîr’dir.