Devleti yeniden inşâ etmek

Kanaatimiz odur ki, Nizam-ı Âlem ülküsüne giden menzilde yeni bir anayasanın devletin inşâsında lafzı ve istikameti, Kur’ân’ın ruhundan süzülen bir metne dönüşsün… O metin, eşref-i mahlûkat hakikatini rehber edinen bir lafza ve Hazreti Muhammed’in (sas) Medine Sözleşmesi ile çerçevesini çizen, Veda Hutbesi ile beşeriyetin takip edeceği, insan hakları uygulamasının görüldüğü bir akit hüviyetinde olsun…

ANADOLU kapılarını Müslümanlara açan, Büyük Selçuklu Sultanı Çağrı Bey’in oğlu Sultan Muhammed Alparslan, Malazgirt ovasında zaferden sonra secde-i Rahmân’a kapanmış ve doğrulup oğlu Melikşah’a, Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (sas) müjdesini hatırlatarak, “Bak oğul! Bundan böyle hedef Kostantiniyye’dir (İstanbul). Biz düşersek Kudüs düşer, biz düşersek Mekke-Medîne tehlikeye girer” demişti…

Türk devletlerinde Büyük Selçuklu, hem kurduğu devlet yapısı, ilmî derinliği, hem de estetik ve zarafette zirve sayılır. Hattâ tarihçiler, “Kılıcın parlattığı, kalemin aydınlattığı çağ” diye tarife ederler. Bu geleneğin Anadolu Selçuklu’da devamı olsa da, sonradan beylik kavgaları Nizam-ı Âlem dâvâsını sekteye uğratır. Fütuhat bir dönem gecikmiş demektir. Bu beyliklerden biri müstesnadır; onlar kardeş kavgasından ziyade gözlerini güneşin batışına dikmişlerdir. Peygamber müjdesinin hayâli ile hemhâldirler. Osmanlı Beyliği, Oğuz atadan mirasın sırrını, Sultan Alparslan’dan cihanşümul gazâ ruhunu taşırlar. Kayı boyundan Ertuğrul Bey oğlu Osman’a bırakılan Osmanlı Beyliği ile onlar, oradan da Fatih’le yeniden bir medeniyeti inşâ ettiler.

Hilâl ile haçın kavgası daha da şiddetlenmişti. İstanbul’un Fethi Haçlıyı derinden sarsmıştı. Çareyi yeni yollara, yeni ortaklıklarda gören Haçlı, batıya olan akınlarımızın önünü kesmek için bunu durdurmanın parolasını, “Türkleri Anadolu’dan atalım ve Kudüs’ü alalım” hayâlleriyle hep diri tuttular.

Devlet inşâ etmek akıl ve iman işidir. Büyük Selçuklu’ dan sonra devleti yeniden inşâ etmenin ikinci dönemi, Osmanlı’nın kuruluşundan on beşinci yüz yılın sonuna kadar devam etmiştir. Sonraki dönemler aynı ruh olmakla beraber, saikler ve Batı’nın endüstriyel terakkisi buna mani olmuştur. Devleti inşâ etmenin harcında gerek Büyük Selçuklu, gerekse Osmanlı Cihan Devleti’nde örnek alınan metin, Hazreti Muhammed’in (sas) Medine Vesikası’ndaki Nebevî ruh işaretleridir. Hak ile bâtılın mücadelesinde mazlumun hakkına sahip çıkanların gazâsı yevmü’l-kıyamete dek devam edecektir.

Haçlı Batı, son yüz yılımızı kurduğu anlaşmalar ve kirli ittifaklarla bizden çaldı, gasp etti. Yeniden kıyama kalkmamamız için içimizden devşirdiği mankurtların paçamızdan asılmayı, önümüzü kesmeyi, hattâ gerekirse bizim tankımızla tüfengimizi bize karşı kullanmayı bile öğütledi. Yıllardır PKK ve FETÖ’nün yaptıkları bundan gayrı bir şey değildir. Onların hesap edemedikleri, bu asil milletin mayası ve  ruhundaki esaret kabul etmeyen, Allah’tan (cc) gayrısına kul olmayı zül addeden bir imana sahip olmasıdır. Son yıllarda emperyalizme karşı kıyama kalkan milletimizin yerli-millî kadroları, yeniden devletin inşâsından bahsederler. Bunun belki de en bâriz işareti, yeni bir anayasadır.

Nasıl bir anayasa?

Anayasanın ruhu, metni ve tekniğinden üstadlar kelâm etsin, bize göre önce Hilâl ile Haçın yüz yıl öncesindeki serencamına bakmak lâzım…

Ehl-i dil ve ehl-i insafın kabul ettiği üzere Osmanlı’nın Orta Doğu’dan çekilişi muazzam bir trajedidir.

Kuzey Afrika’yı 19’uncu yüzyıl sonu ile 20’nci yüzyılın başında kaybetmişiz. En son 1911’de Trablusgarb Harbi ile görkemli bir direnişe rağmen Balkan Savaşı nedeniyle çekilmek zorunda kalmışız. Mısır’da Kavalalı olayı sonrası İngiliz-Fransız rekabeti var ama Birinci Dünya Savaşı’nda Kanal Harekâtı ile geri alma çabamız başarısız olmuş. Irak’ta, 1916’nın 29 Nisan’ında Kutü’l-Amare’de 13 bin İngiliz askerini komutanlarıyla beraber esir aldığımız büyük bir zaferimiz var. Bazılarının hatırı için bu tarihî zaferi ancak son yıllarda hatırlar olduk(!). Ama Şerif Hüseyin haini ve Filistin Cephesi’ndeki kritik durum nedeniyle maalesef oradan da çekilmişiz, çekilmek zorunda bırakılmışız. Kudüs’ü Gazze Savaşları ve Kudüs Müdafaası’na rağmen 1917’de kaybetmişiz. Ardından Suriye’den de çekilmişiz. Medine’yi Fahrettin Paşa komutasında Mondros’a rağmen savunmuşuz ama 1921 yılına kadar Suriye’de, Musul’da, Bakü’de yenilgiyi kabul etmeyen paşalar direnmişler. 1921 yılında İngiltere ve Bolşevik Rusya anlaşınca, artık yenilgi kesinleşmiş.

Ve yeni dengelere göre şekilleniyor her şey…

Enver Paşa da şehit edilince bildiğimiz kâbus yüzyılı başlıyor. Ve bu yüzyılda gerek Filistin dâvâsı, gerek İhvan-ı Müslimîn, Cemaat-i İslâmi, Türkiye’deki İslâmî hareketler gibi birçok çabayla bu yenilgiye ve ardından gelen kâbusa karşı yer yer kanlı, yer yer sessiz ve sabırlı direnişler başlıyor. Bugün işte bu sürecin finalindeyiz! Tarihi Batılılar ve Batıcılar yazdığı için genç kuşaklar bunları tabiî ki bilmiyorlar. Bunun başlıca sebebi, uzun yıllar okullarımızda okutulan tarih derslerinin muhtevası. Para verilerek, nesebi gayr-ı sahihlerin kaleminden çıktığından tarih dersleri, genç kuşakları doğrudan kınamak pek şık olmasa gerektir.  

Oysa yaşanan süreç göstermiştir ki, asıl tarihi yapanlar, bugün meyvelerini alıyorlar. Belki Sultan İkinci Abdülhamid Hanlar, Enver Paşalar kendilerini feda ettiler; onlar kendi dönemlerinde ileriyi görüp yüz sene sonrasının işaret taşlarını diktiler. Medeniyet tasavvurumuzun bazı kadim kurumlarının günümüze kadar devamlarını sağlayan tedbirler aldılar, yol ve yordamlarını tarihe not olarak düştüler. Bu nedenle Kemalist güruh, yaşanan süreci bir türlü kavrayamıyor. Milletin içinde olsalardı bu şaşkınlığı yaşamazlardı.

Haçlı güruhunun hedefinde elbette Müslüman Türk Milleti vardı. Ama savaş, öncelikle Osmanlı topraklarının paylaşım savaşıydı ve kaçınılmaz olan gerçekleşti. 20’nci yüzyılın başında petrolün, teknoloji inkılabının ana hammaddesi olduğunun keşfedilmesi, Dünya Savaşı’nın bu coğrafyada başlamasının temel nedenidir. Petrolün bulunduğu topraklar sebebiyle savaş burada gerçekleşmiştir.

Denilebilir ki, bu petrol Çin kıyılarında olsaydı, savaş oralarda başlardı. Bu savaşla Avrupa hem kendi iç savaşını bir yanıyla devam ettiriyor, hem de askerî tarım imparatorluklarını tamamen çökertiyordu. Kimi tarihçilere göre Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’nın yanında Rus Çarlığı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun da çöküşüdür. Diğer bir ifade ile imparatorlukların sonudur. Bu fakir Osmanlı’ya asla imparatorluk lâfını -ki bu lâfı Batı icat etmiştir- yakıştırmıyor, Nizam-ı Âlem ülkümüze ters gelen bu ibareyi kullanmayı uygun bulmuyor.

Cihan Harbi’nden sonra, dolayısıyla tarihsel ekonomi-politik ve ayrıca aktüel siyâsî denklemler değişiyor. Burada Osmanlı Cihan Devleti, tâbiri câizse mukadder bir akıbete uğruyor. Biz buna İlâhî tecelli diyebiliriz. Osmanlı Devleti için bu savaş, kaybedilme ihtimâlinin yüksek hissedildiği bir savaştır. Kanaatimize göre Birinci Cihan Harbi’nde kavga ettiğimiz emperyalistler ve onların devletleriyle kavganın hâlâ başka mecralarda devam ettiği akıldan çıkarılmamalıdır.

Belki yüz yıl önceki düşman cephesindekilerin isimleri, ortaklıkların yerleri ve zamanı-zemini bugün için yer değiştirmiş olabilir. Bizim şiarımızsa şu: Ya İbrahim safındasınız ya da Nemrut’un ateşine odun taşıyorsunuz!

Her konuda rehberimiz olan Hazreti Muhammed’in (sas) Sünnet-i Seniyyesi yolumuzu aydınlayacaktır. Yeni bir inşâ dönemine yardımcı olacağına inandığımız anayasanın hazırlanmasında Nebevî ölçü mihenk olmalıdır. Diğer taraftan bizim imanımızın özünde gâvurlaşmaya karşı bir direnç vardır. Zira ayıdan post, gâvurdan dost olmaz. Gâvurlaşmadan kastım, Anadolu irfanı ile “emperyalist Haçlı egemenliğine karşı direnç” mânâsındadır. Bu toprakların Hıristiyan’ı da bizdir; Haçlılara karşı aynı safta olduğumuz sürece aynı İbrahim milletindeniz. Dolayısıyla bu tarihsel kolektif şuurun tekrar diriltilmesi gerekmektedir. Ölçümüz basittir; pagan-Haçlı güçlerine karşı bu toprakların geleneği, ruhu ve idrakine sahip herkesle tek bir milletiz. İbrahim’in milletiyiz. Din, ırk, dil, ideoloji veya mezhep, bu düzeyde birer detaydır.

İbrahimî şuur ve imana sahip bir Ermeni veya Rum’u, Batılı Haçlı güçlere ajanlık ve gönüllü kulluk yapan Müslüman görünümlü münafıklara tercih ederiz! Bu mânâda devlet ve millet de bu ölçüyle anayasa metnince yeniden tanımlanıp moda deyimle formatlanmalı, ırk, mezhep ve ideolojisi olmamalıdır. Bunu gerçekleştirmenin tek meşru dinamiği, Müslüman imanıdır.

Şunu hiç kimse unutmamalıdır: Allah’a ve âhirete inanmayan hiç kimse gerçek mânâda emperyalizme ve kapitalizme düşman olamaz. Çünkü emperyalizm ve kapitalizmin kula kulluk eden teolojisinin antitezi, bizim imanımızın Tevhid telâkkisidir.

20’nci yüzyıla bakın; ister ulusalcı, ister solcu olsun, güya emperyalizme karşı çıkıyor gibi görünseler de son tahlilde hepsi emperyalizmin kölesidir. Çünkü teolojik olarak akrabadırlar. Özlerinde pozitivizm, paganizm vardır. Bunlar teorik olarak bile asla emperyalizm karşıtı olamazlar; sade ve sadece âhirete, Tevhid’e inananlar kula kulluğa karşı olabilirler. Devletin İlay-ı Kelimetullah’ı tek mürşit edinmesi gerekir. Gâvurlaşmaya karşı bağışıklık aşımız budur!

Yeni anayasa, tazelenmiş devlet

Müstevlilerin bütün kirli ve sinsi oyunlarına, yerli mankurtların ihanetlerine rağmen Türkiye Cumhuriyeti, gelgitler arasında bir yol çizmiş, kimi zaman celladına âşık misâli Batı’nın süslü püslü demokratik, lâik lafızlarının iksirine kapılmış, devlet inşâsının ruhundan sapmış, temelsiz barakalar dikmiş, dinimize ve dünümüze yabancı icatlarla özünden kopmuştur. Bazense, yerli-millî refleksler gösteren iktidarlar olsa da, Frenk-meşrep kadrolar ve yabancı hayranı bürokratların direnmesi sonucu devlette düşünülen yeniden inşâ projeleri yarıda bırakılmış ve ilgili vatan evlâtları katledilmiştir.

Son yirmi yıldan beri iktidardaki siyâsî hareket içinde kalan yorgun savaşçılara, vesayet rejiminin sopalarından korkan yüreksizlere, suret-i haktan görünen lâdini bazı yapılara olan gönül bağından kopamayanlara rağmen yeniden bir dirilişin işaretini veren Devlet Başkanımızın, “Yeni bir sivil anayasa yapalım!” işareti, hem heyecan verdi, hem de son yirmi yılda yapılanlara şahitliğimizi pekiştirdi.

Devlet Başkanımızı dirayeti ve aldığı mânevî terbiye hesaba katılır ise milletimizin beklentilerine cevap verilebilecektir. Kanaatimiz odur ki, Nizam-ı Âlem ülküsüne giden menzilde yeni bir anayasanın devletin inşâsında lafzı ve istikameti, Kur’ân’ın ruhundan süzülen bir metne dönüşsün… O metin, eşref-i mahlûkat hakikatini rehber edinen bir lafza ve Hazreti Muhammed’in (sas) Medine Sözleşmesi ile çerçevesini çizen, Veda Hutbesi ile beşeriyetin takip edeceği, insan hakları uygulamasının görüldüğü bir akit hüviyetinde olsun.

Elbette anayasalar Allah (cc) kelâmı değildirler, lâkin Allah dâvâsının yolcularının anayasaları da Din-i Mübîn-i İslâm’ın hayat bulduğu sahaların turabı olmalıdır. Allah her şeye Kadîr’dir.