Devlet ve devletlu

İşin başında Hazreti Ömer’i kendisine örnek alan bir Devlet Başkanı vardır, onun maiyetindekilerin de kendileri gibi olmasını beklemekse hepimizin ortak arzusu ve murâdıdır. Sormak zorundayız: Yaşadığımız zaman diliminde devlet mekanizmasının işleyişinde görev alanların kimisi, “Adalet mülkün temelidir” kelâmının sloganik iksirine mi âşıklar, yoksa bunu yaşadıkları hayatla gösteriyorlar mı?

“KENÂR-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu, gelir de adl-i İlâhî, sorar Ömer’den...” (Mehmed Âkif Ersoy)

Kendilerine sunulan dünyevî anlamda ne kadar mal mülk ve servet ile şöhreti ellerinin tersiyle iterek, “Bir elime güneşi, bir elime ayı da verseniz dâvâmdan vazgeçmem diyen Hazreti Muhammed’in (sav) “Devlet Başkanı” olduğu ilk İslâm Devleti olan Medîne Şehir Devleti’nin kurucu kadrosu ve bugünkü ifade ile kurmay heyeti, Resûl-i Ekrem ve Dört Halifesi, güzîde sahabelerdir.

Devlet olmanın ilk şartı için, “Kurumsallaşmış bir yapı olarak işlerin yürütüldüğü kurumların vücûda getirilmesidir” denilebilir. Hazreti Peygamber, sahabeleri ve diğerleri ile görüşerek dünyanın ilk anayasası diyebileceğimiz “Medîne Vesikası”nı ortak karar olarak bir metin hâline getirdi. Yapılan anayasa ile fertlerin ve kabilelerin kendi haklarını kendilerinin koruma usûlü kaldırılıyor, merkezî bir otorite yani devlete tevdi ediliyordu. Eğer topluluklar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa, Hazreti Peygamber, yetkili merci kabul ediliyordu.

Anayasanın en önemli özelliği, sadece Medîne şehrindeki Müslümanlara münhasır olmasıydı. Medîne’ye ilâve olunan bir araziye, hattâ ileride doğacak olan Büyük İslâm Devleti’ne de tatbik olunabilecek yumuşaklıkta bir anayasa oluşturuldu. Gelişen şartlara göre eski hükümleri kaldırma ihtiyacı olmadan, yeni idarî kaide ve nizamlar ilâve edilebilmişti.

Kur’ân’da devletin şekli veya teşkilâtı hakkında herhangi bir âyet yoktur. Böylece Kur’ân ve Sünnet’e uyan, zamanın ihtiyaçlarına göre ortaya çıkan bir devlet şekli istenmiştir. İlk İslâm Devleti’nde devlet başkanlığına seçilmek konusu düşünülürse, bu sonuçlar ortaya çıkar. Evvelâ Kur’ân’ı iyi bilen Müslümanlar, hükümdar seçmediler. Bu, meselâ krallık rejiminin mecbur olmadığını gösteriyordu.

Bu anlamda Hazreti Ebû Bekir, Hilâfet’e çok dar bir zümre tarafından seçilmiştir. Bu, klâsik kamu hukuku açısından aristokratik bir sistem olarak değerlendirilir. Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer’i tayin etmiştir. Hazreti Osman’ı ise bir şûrâ seçmiştir. Hazreti Ali ve Hazreti Muaviye dönemi, halk demokrasisi niteliğini taşımaktadır. Devlet başkanlığına gelişlerde biata riayet edildiği için, İslâm Devleti’nin despotizme kapalı olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Netîce olarak denilecek şey şudur: “İslâm Devleti, insan idrakinin anlayamayacağı ölçüde bir elâstikî yapıdadır. Devlet şekli, devrin icaplarına, ümmetin durumuna, kültür seviyesine, siyâsî şartlara, coğrafyanın ve zamanın imkân ve zaruretlerine göre belli edilir.” Her ne kadar İslâm bilginleri belli bir devlet şekli vazedilmemesi konusunda amme hukuku üzerinde çok durmamışlarsa da devlet başkanlarının hangi özelliklere sahip olması gerektiği titizlikle incelenmiş, ümmetin kaderi, devlet başkanlığı mâkâmında bulunanın şahsiyetine sıkı sıkıya bağlı olduğu kabul edilmiştir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğu, devlet başkanlığına fazîlet ve liyakatçe en ileri gelenin seçilmesi gerektiğini söylemişlerdir.

Asr-ı Saadet’ten sonra Büyük Selçuklu ve Osmanlı Cihan Devleti’nde toplumun idare şekli ve çalışanlarında uyulan tarik/yol, bihakkın İslâmî esas ve usûllere riayet eder. Temel anlayışa göre devletler, müesseseleriyle ayakta dururlar. Bir devletin müesseseleri ve bunların birbirleriyle olan karşılıklı ilişkilerinin bilinmesi, haktan kopmamak kaydı ile tarihî olayların akışını değiştirebilecek ve hakkaniyet ölçüleri kaybedilmez ise (tabiri ciaz ise) kurtla kuzu yan yana yaşayabilecektir.

İslâmî ahkâmın hüküm sürdüğü devletlerde insan, hakikatin merkezine alınır, diğer yapılarsa insana göre plânlanmalıdır. Çünkü devlet, kendi vatandaşının can ve mal emniyetinden mes’uldür. Yazı başlığının altına aldığımız ve Hazreti Ömer’e atfedilen “adl-i İlâhî” kavramı, serlevha edilmiştir. “Devlet” dediğimiz ve beşerî vicdanla çalışan büyük organizasyonun ilk şartı, “adalet “duygusuna halel getirtmeyecek, beraber yaşattığı insan topluluklarının arasında adil davranmak olacaktır.

Bizi bu yazıya mecbur eden saiklerin başında, iktidar mâkâmına geçenlerin en çok muhatap oldukları şikâyetlerin başında, “işin ehline verilmediği ve adil davranılmadığı” yakınmalarının gelmesidir. Bugün de aynı şikâyetlere dûçar olan devlet mekanizmasının çarklarını çeviren memurların, Türkçeye Yunancadan (geçen) mülhem “bürokrasi”den şikâyetleri ayyuka çıkmıştır. Şikâyetler haklı ya da haksızdır, bu ayrı bir bahis mevzuudur; lâkin, “Milletten yetki alan ve millete hesap veren siyâsî iktidarla birlikte çalışması, siyaset kurumuna alternatifler, çözümler, projeler üretmesi gereken bürokratlar, odalarına kapanıyor, kendi dar camialarına sıkışıp kalıyor, hayatın gerçeklerinden kopuyor, ayrı birer dukalığa dönüşüyorlar. Zaten hâlletmeleri gereken işi yokuşa sürüp kendilerine minnet duyulmasını bekliyorlar, bu ortamı ustaca yaratıyorlar ve kişisel kariyer plânlamalarını, ellerindeki devlet gücünü kullanarak gerçekleştiriyorlar” ifadelerini köşelerine taşıyan gazeteci üstatların ikazını göz ardı edemeyiz.

Çünkü işin başında Hazreti Ömer’i kendisine örnek alan bir Devlet Başkanı vardır, onun maiyetindekilerin de kendileri gibi olmasını beklemekse hepimizin ortak arzusu ve murâdıdır. Sormak zorundayız: Yaşadığımız zaman diliminde devlet mekanizmasının işleyişinde görev alanların kimisi, “Adalet mülkün temelidir” kelâmının sloganik iksirine mi âşıklar, yoksa bunu yaşadıkları hayatla gösteriyorlar mı?

Devlet idaresinde işlerin bihakkın liyakat ehlince ve arzu edilen kıvamda yerine getirilmediği kanaatine biz de sahibiz. Oysa devlet aklının tasavvur ve gayretinin çalışanlarından da olmadığı hakikatini görüyoruz, bunu saklayamayız. Çünkü Devlet Başkanımız da acı hakikati hem söylüyor, hem de defaten gerek partilileri, gerekse Bakanlıkları uyarıyor. Yaşanan hâdiseler, mes’elenin vahametini ifşa ediyor.

Netîcede, “İşlerin rayında gitmemesi, memurların istenen randımanı vermemesi/verememesi, bürokrasinin ve prosedürlerin çokluğu yüzündendir” cümlelerinin sıkça duyulmasının önüne geçilemeyebilir, ancak “İşi ehline veriniz” düsturu serlevha edilir ve “Yanlış yapan, kızım Fâtıma da olsa cezasını çekecektir” meâlindeki nasihat hukukumuzun temel kaidesi olur ise, dedikodular kendi mecraında devam etse de inanan gönüller mütmain olurlar.

Naçizâne teklif ve arzumuz şudur: Devlet Başkanı’nın tasavvurunu anlayabilecek ve uygulayabilecek üst görevlilerin mahareti ise, beraber çalıştığı bürokratın/memurların işi, süslü ve rakam kalabalığına boğan “brifing” notları, kalabalık beş yıldızlı otellerin loş salonlarında allayıp pahalı kâğıtlara basılan notlara/raporlara aldanmamaktır. Sık sık yapılan ve netîcesi bir sonraki toplantıya terk edilen “seminer” kalabalıklarına dikkat edilmelidir. Bilgisayarlarda “kes-yapıştır” çıktılarından alınan projelere itibar edilmemelidir. Masa başından kalkıp sahaya inilmeli, “usta-çırak” geleneği devam etmelidir.