Devlet ve devletlû

Türkiye’de dar kadroculuk nedeniyle hem işin ehline verilmesi engellenmiş oluyor, hem de istenen işlerin zamanında ve bihakkın bitirilmesi gecikmiş oluyor. Kişi, devlet katında çalışırken o mâkâmın cazibesine kapılarak, gölgesinden kibir devşirerek devlet kuvvetini kendinden menkul addetmemeli, bilmemelidir.

“KENAR-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu, gelir de adl-i İlâhî, sorar Ömer’den…”  (Mehmet Akif Ersoy)

***

Kimi zaman gündeme dair konular hakkında yazı yazarız. Hele hele Türkiye’deki siyaset yapanların, yetkili zevatça konuşulan kelâmların, gönülleri tahrip eden dillerin hâl-i pürmelâlini yazmaya, olanları tenkide kalkarsanız, “Gönülleri kırmayalım” söyler isek, hemen sizi herhangi bir siyâsî partinin taraftarı yapıp çıkarlar işin içinden.

Oysa bizim herhangi bir siyâsî partiyi hatasız, diğerini aliyyu’l-âlâ göstermek gibi bir bahtsızlığımız ve görevimiz bulunmamaktadır. Biz bugünkü yazımızda, naçizane bizim de kırk sene yaptığımız Devlet memurluğundaki bir kamburdan bahsedeceğiz.

“İşin ehline verilmesi ve liyakate kıymet vermek” meselesini yazmak istedik. Her zaman dediğimiz gibi, her meselede baş tacı ettiğimiz, Kur’ân ahkâmı ve Risâlet-i Resûlullah olacaktır.

***

Kendilerine sunulan dünyevî ne kadar mal mülk, servet ve şöhreti ellerinin tersiyle iterek, “Sağ elime ayı, sol elime güneşi verseniz de Hak dâvâsı, Allah dâvâsından vazgeçmem” diyen Hazreti Muhammed’in sav) “Devlet Başkanı” olduğu ilk İslâm Devleti olan Medine şehir devletinin kurucu kadrosu, bugünkü ifade ile kurmay heyeti, Resul-i Ekrem ve Dört Halifesi ile güzide sahabelerdir.

Hazreti Peygamber, sahabeleri ve diğerleri ile görüşerek dünyanın ilk anayasası diyebileceğimiz Medine Vesikası’nı ortak karar olarak bir metin hâline getirdi. Yapılan anayasa ile fertlerin ve kabilelerin kendi haklarını kendilerinin koruma usulü kaldırılıyor, bu yetki merkezî bir otoriteye yani devlete tevdi ediliyordu. Eğer topluluklar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa Hazreti Peygamber yetkili merci kabul ediliyordu. Anayasanın en önemli özelliği, sadece Medine şehrindeki Müslümanlara münhasır olmasıydı.

Medine’ye ilâve olunan bir araziye, hatta ileride doğacak olan Büyük İslâm Devleti’ne de tatbik olunabilecek yumuşaklıkta bir anayasa oluşturuldu. Gelişen şartlara göre eski hükümleri kaldırma ihtiyacı olmadan yeni idarî kaide ve nizamlar ilâve edilebilmişti. Kur’ân’da devlet şekli veya teşkilatı hakkında herhangi bir ayet yoktur; böylece Kur’ân ve Sünnet’e uyan ve zamanın ihtiyaçlarına göre ortaya çıkan bir devlet şekli istenmişti.

İlk İslâm Devleti’nde devlet başkanlığına gelişler düşünülürse bu sonuçlar ortaya çıkar. Evvelâ Kur’ân’ı iyi bilen Müslümanlar kral seçmediler. Bu, krallık rejiminin mecbur olmadığını gösteriyordu. Hazreti Ebu Bekir, Hilâfete çok dar bir zümre tarafından seçilmiştir. Bu, klasik kamu hukuku açısından aristokratik bir sistem olarak değerlendirilir. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer’i tayin etmiştir. Hazreti Osman’ı ise bir şûra seçmiştir.

Hazreti Ali ve Hz. Muaviye dönemi, halk demokrasisi niteliğini taşımaktadır. Devlet başkanlığına gelişlerde biate riayet edildiği için İslâm Devleti’nin despotizme kapalı olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Netice olarak İslâm Devleti, insan idrakinin anlayamayacağı ölçüde bir elastikî yapıdadır. Devlet şekli devrin icaplarına, ümmetin durumuna, kültür seviyesine, siyâsî şartlara, coğrafyanın ve zamanın imkân ve zaruretlerine göre belli edilir. Her ne kadar İslâm bilginleri belli bir devlet şekli vaaz edilmemesinden amme hukuku üzerinde çok durmamışlarsa da, devlet başkanlarının hangi özelliklere sahip olması gerektiği titizlikle incelenmiş, ümmetin kaderinin devlet başkanlığı mâkâmında bulunanın şahsiyetine sıkı sıkıya bağlı olduğu kabul edilmiştir.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğu, devlet başkanının kişisel çapta fazilet ve liyakatçe en ileri kişi olması gerektiğini söylemiştir.

Asr-ı Saadet’ten sonra Büyük Selçuklu ve Osmanlı Cihan Devleti’nde toplumun idare şekli ve çalışanlarında uyulan tarik/yol, İslâmî esas ve usullere göredir. Temel anlayış, devletlerin müesseseleriyle ayakta durduğudur. Bir devletin müesseseleri ile bunların birbirleriyle olan karşılıklı ilişkilerinin yanında tarihî olayların akışını değiştirebilecek ve hakkaniyet ölçüleri kaybedilmez ise, tabiri caiz ise kurtla kuzu yan yana yaşayabilecektir. Çünkü devlet, kendi vatandaşının can ve mal emniyetinden mesuldür. Hazreti Ömer’e atfedilen “adl-i İlâhî” kavramı serlevha edilmelidir. “Devlet” dediğimiz ve beşerî vicdanla çalışan büyük organizasyonun ilk şartı, “adalet “duygusuna halel getirtmeyecek, beraber yaşattığı insan topluluklarının arasında âdil davranmak olacaktır. Bizi bu yazıya mecbur eden saiklerin başında, iktidar mâkâmına geçenlerin şahsında en çok muhatap olunan “işin ehline verilmediği ve âdil davranılmadığı” yakınmasıdır. Bugün de aynı şikâyetlere duçar olan devlet mekanizmasının çarklarını çeviren memurlar, Yunancadan mülhem bir kelime olarak “bürokrasi” ile anılır olmuşlardır.

Şikâyetlerin haklı veya haksız olması kısmı ayrı bir bahis mevzuudur. Lâkin, “Milletten yetki alan ve millete hesap veren siyâsî iktidarla birlikte çalışması, siyaset kurumuna alternatifler, çözümler, projeler üretmesi gereken bürokratlardan kimileri odalarına kapanıyor, kendi dar camialarına sıkışıp kalıyor, hayatın gerçeklerinden kopuyor, (ehil olan kadroları tenzih ederim) ayrı birer dükalığa dönüşüyorlar. Zaten hâlletmeleri gereken işi yokuşa sürüp kendilerine minnet duyulmasını bekliyor, bu ortamı ustaca inşâ ediyor ve kişisel kariyer plânlamalarını ellerindeki devlet gücünü kullanarak gerçekleştiriyorlar” ifadelerini köşesine taşıyan gazeteci üstatların ikazını göz ardı edemeyiz.

Çünkü işin başında Hazreti Ömer’i kendisine örnek alan bir Devlet Başkanı var. Onun maiyetindekilerin de kendileri gibi olmasını beklemek, hepimizin ortak arzusu ve muradıdır.

Yaşadığımız zaman diliminde devlet mekanizmasının işleyişinde görev alanlar, “Adalet mülkün temelidir” kelâmının sloganik iksirine mi âşıklar, yoksa bunu yaşadıkları hayatla gösteriyorlar mı?

Devlet idaresinde işlerin bihakkın, liyakat ehlince ve arzu edilen kıvamda yerine getirilmediği kanaatine biz de sahibiz. Devlet Başkanımız da acı hakikati hem söylüyor, hem de defaten gerek partilileri, gerekse Bakanlıkları uyarıyor. Zira uzun tecrübelerimiz göstermiştir ki, hizmet bekleyen insanımızın Devlet dairesine gelirken gördüğü muamele, Devlet’e olan itimadın veya memnuniyetsizliğin en büyük göstergesidir.

Neticede, İşlerin rayında gitmemesi, memurların istenen randımanı vermemesi, verememesi, bürokrasinin hantallığı ve prosedürlerin çokluğu yüzündendir; partizanlık, tarafgirlik yapılıyor” cümlelerinin sıkça duyulmasının önüne geçilemeyebilir. Ancak “İşi ehline veriniz” düsturu serlevha edilir ise, “Yanlış yapan kızım Fâtıma da olsa cezasını çekecektir” mealindeki nasihat hukukumuzun temel kaidesi olur ise, dedikodular kendi mecrasında devam etse de inanan gönüller mutmain olur.

Devlet Başkanı’nın tasavvurunu anlayabilecek ve uygulayabilecek üst görevlilerin mahareti ise, beraber çalıştığı bürokratın/memurların işi süslü “brifing” notlara, kalabalık beş yıldızlı otellerin loş salonlarında allayıp pahalı kâğıtlara basılan raporlara aldanmamalarıdır. Sık sık yapılan ve neticesi bir sonraki toplantıya terk edilen “seminer” kalabalıklara dikkat edilmelidir. Bilgisayarlarda “kes-yapıştır” çıktılardan alınan projelere itibar edilmemelidir. Her görevli, işin mahiyeti ve ağırlığı ne olura olsun, bihakkın sorumluluğunun idrakinde olmalıdır.

Gelin, Hazreti Peygamber’in (sav) sesine kulak verelim: (İbni Ömer’den rivayet edildiğine göre Peygamber şöyle buyurdu:) “Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Âmir, memurlarının çobanıdır. Erkek, ailesinin çobanıdır. Kadın da evinin ve çocuğunun çobanıdır. Netice itibariyle hepiniz çobansınız ve hepiniz idare ettiklerinizden sorumlusunuz.”

Bu ölçüye göre herkes etrafındakilere karşı sorumludur. Arkadaş arkadaşa, esnaf müşterisine, öğretmen öğrencisine, memur ise iş güç sahibi olarak karşısına çıkan kimselere karşı sorumludur. Hatta insan, kendisine birer Allah emaneti olarak verilen vücudundaki organlardan sorumludur. Gücünü, kuvvetini, gençliğini ve enerjisini nerede harcadığının hesabını verecektir.

Türkiye’de dar kadroculuk nedeniyle hem işin ehline verilmesi engellenmiş oluyor, hem de istenen işlerin zamanında ve bihakkın bitirilmesi gecikmiş oluyor. Kişi, devlet katında çalışırken o mâkâmın cazibesine kapılarak, gölgesinden kibir devşirerek devlet kuvvetini kendinden menkul addetmemeli, bilmemelidir.

Vesselâm…