
Ya tekâmül, ya tezellül
DEVLETİN bekâsı tekâmüle, sistematik yenilenmeye, manevî varlığını muhafaza etmeye ve halkın da devlet vücudundaki inkişafa birebir katılımını temin etmeye dayalı bir hayatî organizmaya bağlıdır. Bu organizma içindeki hasarlar ve kimyasal bozulmalar, anormal hücre çoğalmasıyla sonuçlanır.
Devlet maddesel bir varlıksa, ona ruh katan değerler, “süreklilik, transformasyon, kendi kendini yenileyebilirlik ve iç temizliğin, katmanlı kirlerin yüzeyi kaplamasına mahal vermeden devridaim edilebilir oluşu” şeklinde özetlenebilir. Bu yolla bütün organlar birbirine uyumlu, birbirinden beslenen, birbirini destekleyen ve defaatle yukarı ivmelere itici güç oluşturan potansiyelde var edilmeli ki yerkürenin firesiz dönüş serüvenine, insanlığın aralıksız tahavvülüne ve de teknolojinin, bilginin ve iletişimin genişleyen yelpazesine birebir kenetlenme sağlanabilsin.
Takdire ihtiyacı olan devlet değil, devleti takdir etmesi gereken hususları bilmeye muhtaç olan halkın ta kendisidir. Çünkü halk, kendine fayda vereni ve zarardan koruyanı tespit edemediğinde, yapılanların ve yapılacakların analizini yapmakta da muvaffak olamaz. İşte bu, devletin sekteye uğraması gibi görünse de halkın kendi kendini yok edişinin müsebbibidir.
Devleti yaşatan sistemler dizisi
Hiçbir varlık, organlarının birbirinden tamamen ayrık faaliyetiyle verimli bir yaşam süremez. Bu idea, kuvvetler ayrılığı ilkesine zıt gibi görünse de esasen onu yeniden tanımlamanın ve ona daha karakterli bir anlam katmanın yollarından biri olarak görülmeli ve elbette altı doldurulmalı.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi, evvelâ devlet kademelerindeki oluşumun her bir yetki mekanizmasında belli sıfatları ve kimliği taşıyan bireylerin var olması gerektiğinin altını çizmelidir. Bu ve benzer demokratik kavramların her zaman öne sürdüğüm meallere denk düşmediğini bilmekle birlikte, olması gereken ve devlet-millet güç birliğinde iyileşmeyi sürekli hâle getirebilecek olan hassasiyetin bundan başkası olamayacağı kanaatindeyim.
İlk gerek şart, irade mercilerini temsil eden bireylerin ehliyetli, belli değerlere haiz, faaliyet gösterdiği alana hâkim, bilgi ve deneyim koleksiyonu zengin, öngörüsü gelişmiş, dile ve millî kültüre yakın olmalarıdır. Fakat bu gerek şart olmakla birlikte, yeter şart olma sıfatını da yanında bulundurmaz. Çünkü devlet her ne kadar maddesel bir varlıksa da tıpkı bir insan vücudu gibi ruhsuz ve kalpsiz bir mekanizma olarak varlığını daim kılamaz, ömrü kısalır ve kısa ömrünün niteliği de düşük değerli bir veriden başkasına işaret edemez.
Öyleyse varsayılan ve iddia edilen idareci kimliğine ek olarak, idare edilen toplumun manevî varlığını da temsil edecek bir şuura sahip olunması, devlet organlarının çok daha yüksek oksijen değerine sahip oluşunu temin eder. Öyleyse hangi rütbe ve seviyede olursa olsun, bilgi ve yetkinlik gibi geçerli kimlik kazanımlarına ek, tabiata, insana, inanca, aileye ve geleneğe de kavrayıcı ve kapsayıcı bir zaviyeden bakabilecek zihinlere ihtiyaç bulunmaktadır.
Devleti yaşatan değerlerin başında yasama, yürütme ve yargıdaki hürriyet gibi görünse de sonsuz bir ayrılık ve “ben bilirimcilik” ile var edilen bu özgürlük mantalitesi, kaçışsız bir yıkımı beraberinde getirir. Ne kadar sloganik ve cari tezahüratla hareket edilirse edilsin, devlet bir vücuttur; bu vücudu meydana getiren organların görevleri birbirinden farklıdır ve her organın kendince bir kabiliyet alanı ve pek tabiî kendi kendini yürütme, hareketi karara bağlama ehliyeti vardır. Fakat kabul edilmesi ve akıldan çıkarılmaması gereken asıl gerçeklik şudur ki, bütün bu organlar hiç olmasa kılcal damarlarla, beynin almaçları vasıtasıyla birbirine bağlı olacaktır. O hâlde kuşları taklit eden uçaklar gibi, zihni taklit eden yapay zekâ gibi ve ne kadar teknolojik üretim varsa hepsinin tabiattaki bir benzerinden alınan donelerle var edilişi gibi, devlet de insanın vücuduna, ruhuna, kalbine ve aklına benzeşen değerlerde en verimli eşkal ve tasvire sahip olabilecektir.
İnsana benzeşen devlet, organların ayrık faaliyet gösterme sürecine de bağlı kalacak ama birbirine uyumu ve ahengi de en azından kılcal damarlar vasıtasıyla sürdürmeyi hedefleyecek kadar akılcı olacak.
Öyleyse bölüm başındaki iddiama geri dönebilir ve devletin yaşayabilir, rahat nefes alabilir oluşuna alt başlıklar oluştururken altını çizdiğim ehliyet ve kimlik mevzuuna birlik içinde ve ritmik, canlı, duyuları kuvvetli, geleneği ve toplumsal değerleri göz ardı etmeyen bir şuurun tesis edilmesinin son derece hayatî olduğunu da gönül rahatlığıyla ekleyebilirim.
Devletin kalıcı ve sürekli oluşundaki en kıymettar sair değerlerden bazıları da asrî yeniliklere hızla ayak uyduran bir güncelleme tekrarının sistemleştirilmesi, güncellenen bilgi ve teknolojik kazanımların halkta etkin ve güçlü bir tesir bırakması gibi bütünleyici zaruretlerdir. Ülkelerin çağdaş projelerin tamamen dışında kalması, çağın gerisinde minik adımlarla gün geçirmesi ya da kendini yenileyen devlet mekanizmasının halkla eş değer bir ivmelenme kazanmaması da pek çok faydayı zarara çevirecek kadar yıkıcıdır.
Örneğin yerli üretim, millî savunma sanayi, ulaşılabilirlik, iletişim, sosyal projeler, havalimanları, yerli gemiler, yerli uçaklar, yeri araba, tarımsal yenilenme, ihracatta artış, uluslararası diplomasi ve bunlara ek olarak spor, sanat, basit üretim, işçilik gibi kulvarlara yapılan yatırımlar ne kadar göz doldurucu bir faaliyet tablosu oluşturursa oluştursun, faaliyetlere katılan ya da katılmayan bütün bürokratların bir zarurî vazifesi daha vardır: Bütün müspet adımları halk üzerinde de yankılanacak kadar ayyuka çıkarmak!
Buna bir başka misâlle ispat yolu geliştirmek mümkün: Devlet bir baba gibi koruyucu ve güçlü olduğunda, halka gelebilecek tehditleri öngörmek ve engellemek, bazen yara alsa da muhafazası altındakilere yaranın izinin bile etki etmemesini sağlamak gibi ulvî hedefleri bulunacaktır. Fakat bir tehdidin ya da saldırının halka hiçbir zayiat vermeden pasifize edilebilmesi o devleti hakikatte iktidarlı yapsa da halkın çok az ve derinlikli bir kesimi dışında kimse için bir takdir ve memnuniyet vesilesi olmayacaktır. Burada takdire ihtiyacı olan devlet değil, devleti takdir etmesi gereken hususları bilmeye muhtaç olan halkın ta kendisidir. Çünkü halk, kendine fayda vereni ve zarardan koruyanı tespit edemediğinde, yapılanların ve yapılacakların analizini yapmakta da muvaffak olamaz. İşte bu, devletin sekteye uğraması gibi görünse de halkın kendi kendini yok edişinin müsebbibidir.
Öyle görünüyor ki, en büyük yatırımlar ve üretimler dahi halkta bir tesire, titreşime, kıpırdanmaya ve hayrete neden olmadığında yok hükmünde kabul görecek ve sistemin ilerleyişi, daha iyiye gidişi de rampalara, yolun tümseklerine takılmış olacaktır.
İş bilirlik, sadece iş gücünün var edilmesi ve süreğen bir sistemle dönen bir çark gibi işlevselleştirilmesi ne devletin, ne de milletin bekâsı için yeterli olacaktır. Zira bugün hizmetin, üretimin ve millî şuurun bu kadar yüksek ivmede seyrettiği bir dönemde oluşumuza rağmen bunun halkta birkaç ufak kıpırdanıştan öteye gidemeyişinde, idarecilerin eksik rol biçilmiş pasif siyasetlerinin etkisi oldukça yüksek. İnsan yaşamında hayır ve iyiliğin ne kadar sessiz ve ıssızda yapılması makbul ise, devlet nezdinde bütün iyicil hareketlerin halkı da dâhil eden ve tabiri caizse kulakları dibinde haykıran bir canlılıkta var edilmesi o kadar gereklidir.
Ehliyetsiz ellerce yürütülen işler ne kadar büyük aksamalara gebeyse, güvenilirlik parametresi düşük idareciler de o raddede rizikoludur.
Millî bürokrasi kapsamında lüzumlar ve çöpler
Çok metaforik gibi görünse de lüzumun zıddını “çöp” olarak nitelendirmekteki maksadım, bazı iyi niyetli varsayılan faaliyetlerin müspet bir sonuca varmada son derece pasif kalışı. Ve pek tabiî, bazen de art niyetli adımlarla lüzumların kaybına yol açan kimyasal atıklarımız da var. Bunu da siyasetteki evsel ve kimyasal atıklar olarak iki ayrı kategoride incelemek son derece yerinde olacaktır.
Siyasetteki evsel atık, bir önceki bölümde de bahsettiğim üzere, sloganlaşmış ve daha doğrusu Batıcı bir anlayışla dayatılmış çok başlılıktır. Çok başlılıktan kasıtsa yasama, yürütme ve yargının kendi iç mekanizmasında hukuka ve toplumsal güvene dayalı bir aritmetiğinin var oluşu değil elbette. Ama bu hukuksal süreçleri birbirinden tamamen koparmaya dayalı bir demokratikleşme baskısı, siyasetin tık nefes kalmasından öteye geçemeyecektir. Nasıl ki insan hayatında dünya ve ahiret, sevinç ve hüzün, iş ve dinlence gibi zıt ama bir o kadar gerekli kavramların dengede tutulması son derece mühimse, insana benzetmekten imtina etmediğim devlet organları da aynıyla vakidir. Tamamen bir ayrıklık çok başlılığı, çok başlılık da zelzeleleri meydana getirir. Devletin en üst kademesinde suç sayılan ve halkın öngöremediği bir dış tehdidi engelleme amacı güden hareket ve eylemler alt kademelerde hoş görülür bir pozisyonda kabul görürse, bu her ne kadar demokrasi çığlığını temsil ediyorsa da tehlikenin ve tehditlerin ülkeyi bölme kapasitesini artırır.
Bir başka siyâsî atıktan daha bahsetmek yerinde olacaktır. Sadece geleneksel tutumlarla devlet mercilerini yönetme temayülüyle, sıfırdan bir revizyonla modern ve Batıcı anlayışlara topyekûn geçiş yapmak, hiçbir surette müspet bir ilerleme sağlayamaz. Bu yüzden devlet kademelerindeki karar yetkisine sahip şahısların temelden dengeli bir anlayışa sahip olmaları önem arz eder. Elbette günün getirdiği tüm ilmî ve teknolojik kazanımları yönetim, üretim ve halkla ilişkiler bazında kullanıma sunmak hem küresel, hem iç dinamikler kapsamında yüksek bir enerjinin var edilmesini sağlar. Fakat bütün modern imkânlar ve yenilikçi bir anlayışla devlet organlarını yeniden şekillendiren yöneticiler, geleneğe ve toplumsal değerlere iptidaî birer unsur gözüyle bakıyorsa uzay teknolojisiyle devleti ve milleti yeniden donatmak dahi uzun vadede faydalı geri dönüşlere müsaade etmez.
Buraya kadarki denge yitimi, bir bakıma evsel atık kategorisinde değerlendirilebilir. Kimyasal atık ise yine demokrasi ve liyakat başlığı altına sıkıştırılmış eylemleri içeriyor. Çünkü dünya tarihinde her zaman için en büyük yıkımları getiren vakıa, iyi niyetli kavram ve sıfatlar altına gizlenen mayınlardır.
Liyakat elbette son derece mümtaz bir kavram ve sadece devlet kademelerinde değil, tüm iş gücü segmentlerinde ve hatta aile içine kadar tesir edecek raddede elzem bir kimlik tespiti. Fakat liyakat adı altında terör seviciliğine açılan kestirme yollar, yine liyakat adı altında devletin ve milletin faydasına olmayacak anlayışlara verilen geniş alanlar, istemsiz de olsa büyük tehlikelerin kemikleşmesine olanak tanıyor. O hâlde böyle büyük öneme sahip kavramları ekarte etmeden ama onları yeniden anlamlandırarak faydalı hâle getirmek mümkün.
Devletin en üst kademesinde suç sayılan ve halkın öngöremediği bir dış tehdidi engelleme amacı güden hareket ve eylemler alt kademelerde hoş görülür bir pozisyonda kabul görürse, bu her ne kadar demokrasi çığlığını temsil ediyorsa da tehlikenin ve tehditlerin ülkeyi bölme kapasitesini artırır.
Devlet organlarında liyakat
Herhâlde siyâsî tarihin en elverişli ve en elastik kavramlarından biri liyakat. Bilhassa muhalefet için en ergonomik saldırı silahı olduğu kesin. Çünkü bir idarecinin liyakatsiz oluşunu teyit edecek ya da onun, bulunduğu makama yakışır, ehliyetli olduğunu genel kabule sunacak veriler sürekli anlam değişikliğine uğruyor.
Beklenti ve talepler, liyakatin sınırlarını belirliyor, değişen görüş ve istekler de bu sınırların herkesçe şekillendirilebilir olduğu bir kaypak vasatı peydah ediyor. Oysa liyakat, yapılacak işe ehliyet, makamın gerektirdiği pozisyonlara uyumluluk gibi eğitim süreçleri ve deneyimlerle kazanılan bir dolu terimle açıklanabilirse de bir devlet kademesine yaraşır olmak bu kadar basit bir seviyeye indirgenemez.
Bir idareci profilinin kabiliyeti, eğitim geçmişi, deneyim tablosu ve referansları ne kadar göz doldurucu olursa elbette o kadar iyidir. Fakat bütün bu değerler en yüksek mesabede göz alıcı bir portföy oluştursa dahi söz konusu devletin bekâsı, yükselişi ve toplumsal faydaya en yüksek tesiri ise, yanında başka sıfatlara da haiz olunması kaçınılmazdır. Bunlar da es geçilemeyecek kadar mühim olan “millîlik, yerlilik, geleneğe ve tarihe zihin ve kalp organları aracılığıyla yüksek bağlılık” olarak özetlenebilir.
Devşirme siyasetçilerin liyakatte son derece göz doldurucu bir profile sahip olmaları, devlete ve millete sadakatte büyük açıklar verebileceği endişesini doğurmaktadır. Ehliyetsiz ellerce yürütülen işler ne kadar büyük aksamalara gebeyse, güvenilirlik parametresi düşük idareciler de o raddede rizikoludur. Öyleyse liyakat, kişinin ehliyetli oluşuna işaret ederken içinde bulunduğu toplumla kopuk olmayacak bir bağ ile temellendirilmiş olmasını da teğet geçilemeyecek kadar kıymetli bulmalıdır.
Hangi rütbe ve seviyede olursa olsun, bilgi ve yetkinlik gibi geçerli kimlik kazanımlarına ek, tabiata, insana, inanca, aileye ve geleneğe de kavrayıcı ve kapsayıcı bir zaviyeden bakabilecek zihinlere ihtiyaç bulunmaktadır.
Bürokrat sempatisi
Sayısal veriler, belgelerle gözler önüne serilmiş gerçeklikler, makama uyumluluk, toplumsal değerlere bağlılık, devlet ve millet geleneğine sadakat, vizyoner projelere yatkınlık ve gelişen sisteme çabuk entegre olabilirlik gibi bürokrasiyi tesis edecek sair bütün değerler, kişinin devlet organlarından herhangi birinde bulunabileceğini göstermiyor. Çünkü bütün veriler ve değerler bir yana, halkın sevgi ve saygısına mazhar olmayan hiçbir siyasetçi ve idareci, bulunduğu mevkide muvaffak olamaz, faydalı eylemleri dahi devlet-millet birliğine zarar vermekten başka bir tesire erişemez.
Akıl ve matematik, devlet işlerinde verisel değerlerin baz alınmasını makul görebilirse de halkın zaviyesinden bakmak ve ona da uygun düşecek bir manzara tasarlamak çok daha akılcı bir yol olacaktır. Elbette halkın özümsemediği şahısların devlete verdiği fayda grafiği uçlardaysa bir istisna geliştirilebilir. Ama aynı faydayı daha yüksek sempati ve muhabbetle var edebilecek başka bir idareci, muhasebenin dışında kalan değerler bakımından çok daha liyakatli olacaktır. Çünkü devlet, hiçbir surette milletten ayrı bir kalp ile vücuda kan akışını kesintisiz bir şekilde sürdüremez. Bazen halkın geneline yayılmış nefretin hedefinde çok liyakatli bir idareci bulunabilirse de burada artık liyakatin sınırları, milletle barışık olma yolunda yeniden sistemleştirilmek zorundadır.
Son söz
Hülâsa, devlet-millet vücudunda ur ve çıban hâline gelen bütün hücreler, iyicil ve kötücül karakterli olarak ayrılsa da vücuttan uzaklaştırılmak zorundadır. Çünkü vücuda sadece kötü bakteriler ya da habis urlar zarar vermemekte, vücut bazen iyi huylu ve zararsız maddeleri de tehlike olarak görüp diğer hücreleriyle saldırabilmektedir. Bu saldırı da sadece hücresel bir yok edişle sonuçlanmayacak, vücudun bütününde bağışıklığın düşüşüne ve hasarın diğer organlara sirayet edişine yol açacaktır. Bu yüzden bütün idarî kollarda süreklilik arz edecek bir yenilenme hayatîdir. Topluma zıt düşmeden, geleneği ezip geçmeden, millî şuurdan ayrılmadan ama sürekli bir tekâmülü hedefleyecek ve gelişen dünyaya da adaptasyon sağlayacak adımların atılması elzem.
Fakat tüm doğru adımlar dahi içteki çürükleri tedavi etmeksizin ve ister iyi huylu, ister habis olsun, istenmeyen hücreleri bertaraf etmeden doğru sonucu temin edemez.
Devletiyle, son yıllarda şaha kalkan millî ve yerli üretimle, sürekli artan ihracat grafiğiyle, mazlumlara el olmaya gayret eden gelenekçi anlayışla, her kesime hitap etmeye önem veren, her kapıya ulaşmaya zaman harcayan, her yarayı sarmak için elini taşın altına koyan bütünleyici, kapsayıcı, ilmî ve bilimsel gelişmeyi şiar edinen ama inancı, İslâm’ı ve aile yapısını da önceleyen Cumhurbaşkanı ile gurur duyan bir birey olarak en büyük duam ve temennim, hem devlet içinde yuvalanmış, hem de diğer tüm sosyal alanlara sızmış urların devlet-millet gücüne ve birliğine zevâl vermeden temizlenmesidir.
Âcizin son sözü şudur ki, başta Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve aynı dâvâyı, aynı millî kaygıyı kalbinde taşıyan tüm devlet büyükleri, millete halis niyetlerle hizmet etmeye ömür veren tüm idareciler ve vatana canla başla hizmet eden asker, polis, doktor, işçi ve ne kadar kıymettar yürek varsa hepsini Rabbim muhafaza eylesin! Bizi içten çökertmeye yeminli sızıntılarsa bir an önce bertaraf olsun inşallah!