BENİ bu makaleyi yazmaya
sevk eden temel saik, son yıllarda görsel medya, sosyal medya ve yazılı basının
gündeminden hemen hemen hiç düşmeyen “FETÖ” meselesinde olduğu gibi, yine aynı şekilde
“organize suç örgütü lideri” olduğu iddia edilen bir kişinin söz ve
paylaşımlarının bahsi geçen mecralarda aylardır kesintisiz olarak gündem
oluşturmasıdır.
Bu
konunun muhteviyat ve süreçlerinde rol alan, yasalara ve ahlâkî ilkelere aykırı
bir şekilde olaya müdahil olan kim varsa (mafya babaları, siyâsiler,
yöneticiler, bürokratlar, gazeteciler, iş dünyası mensupları vs.), söylenenlerden
bağımsız bir şekilde, paylaşımların ve savunmaların doğru olup olmadığına
-şimdilik- bakmaksızın ilkesel olarak ve “Şüyuu vukuundan beterdir” anlayışıyla
söyleyecek olursak bütün bu olanlar bize bir şeyi göstermekte ve ispat
etmektedir ki, biz hâlâ tüm kurum ve kurallarıyla, yönetim ve adâlet
sistemleriyle medenî ve modern anlamda tam bir devlet olamamışız demektir.
Eğer
olsaydık, zâten bu iddiaların, bu konuların ve bu olayların hemen hemen hiçbiri
gündeme gelmez, gelse bile bu kadar gündem oluşturmaz, oluştursa bile hiçbir
şey bu kadar askıda kalmaz, konunun üzerine üzerine gidilir, her şey yasal
zeminde ve hukuk çerçevesinde çoktan hâlledilir ve sonuç da kamuoyuyla şeffaf
bir şekilde paylaşılırdı. Böylece ülke de gerçek gündemine dönmüş olurdu.
Ama
görüldüğü gibi elde avuçta somut olarak hiçbir şey yok maalesef!
Devlet
kavramı ve devlet kurmak
“Devlet”
Arapça bir kavram olup, “devle(t)” (‘devle’ kök olarak dal, vav, lam
harflerinden oluşur) kökünden gelmektedir. Çoğulu da “düvel”dir. Meselâ “düvel-i
muazzama” denildiğinde büyük devletler kastedilmektedir.
Kavram,
etimolojik olarak çok anlamlı olup, “dönüp duran, el değiştiren, elden ele
geçen güç, iktidar, nüfuz, egemenlik ve zafer” anlamlarına gelmektedir.
Devlet
kavramının epistemolojisi, felsefesi, ideolojisi, yönetim şekli, sistematiği ve
devletlerin teşekkülü ile ilgili olarak Eflâtun’dan (Platon) Aristoteles’e; Machiavelli,
T. More, J. Locke, T. Hobbes ve J. J. Rousseau’dan
F. Engels ve K. Marx’a; Fârâbî, Mâverdî, İbn-i Sînâ, İbn-i Bâcce, İbn-i Rüşd,
Yusuf Has Hacip, Nizâmü’l Mülk, İbn-i Haldun’dan Ali Fuat Başgil’e varıncaya
kadar nice filozoflar, nice sosyologlar, nice düşünürler, nice âlimler, nice
yöneticiler ve devlet adamları kitaplar yazmışlar, eserler bırakmışlar, bu
eserlerinde görüş ve düşüncelerini açıkça belirtmişlerdir.
Dünya
tarihine bakıldığı zaman tarih sahnesinde nice devletler kurulmuş, nice
devletler de bu sahneden silinerek tarihin derinliklerinde ve dehlizlerinde
kaybolup gitmişlerdir.
Biz
Türkler de tarihte birçok devlet kurmuşuz. Yazılı kayıtlara göre bilinen ilk
Türk devleti Asya Hun İmparatorluğu’dur. Son Türk devleti de, Cumhurbaşkanlığı
forsunda olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Bizler
organizasyon, örgütlenme, teşkilatlanma ve devlet kurma gelenek ve yeteneklerimizle
çok övünürüz ama bununla birlikte mevcut olan bir özelliğimizle de çabucak
birbirimize düşerek kendi devletlerimizi kendi ellerimizle yıkarız.
Türk
tarihine bakıldığı zaman bunun böyle olduğu açıkça görülür. Bunun en yakın ve
en son örneği de Osmanlı Türk Devleti’dir. Allah’tan, Türkiye Türkleri olarak
biz hiç esaret hayatı yaşamadan, işgâlci ve sömürgeci “Düvel-i Muazzama”ya
karşı canımız ve kanımız pahasına verdiğimiz millî mücadeleyle yeni devletimizi
kurmuşuzdur.
Dolayısıyla
tarihte biz on altı devlet kurduk, on altısı da yıkıldı. On yedincisi ise, kurmayı
başardığımız şu anki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Allah devletimize ve
milletimize zevâl vermesin!
Devletin
kutsallığı ve İslâm Devleti
Türklerin
geleneksel kültünde devletin kutsallığı ve dokunulmazlığı vardır ama İslâmiyet’i
kabûl süreciyle birlikte bu anlayışta gevşemeler olmuş, kutsallık ve
dokunulmazlık tâbir-i caizse Allah’a geçmiştir. Çünkü Kur’ân’ın anlayışına göre
“Hüküm, ancak Allah’ındır!”.
Birçok
tarihçinin ortak kanaatine göre tarihte kurulan ilk İslâm devleti, Hicret’ten
sonra Yesrip’in medenîleştirilerek Medîne’ye dönüştürülmesinden sonra olmuştur.
Kur’ân’dan
beslenerek hazırlanan “Medîne Vesikası” ise, Medîne’de yaşayan ve değişik din,
anlayış ve etnik yapıda olan herkesi kucaklayacak ve haklarını koruyacak
şekilde tanzim edilmiş olan bir toplumsal sözleşme, tâbir-i caizse bir anayasa
hükmündedir.
Ancak,
Hazreti Osman ve Hazreti Ali döneminde cereyan eden siyâsî olaylar ve iktidar
çekişmeleri, daha sonra Emevîler ile saltanatın devreye girmesi ve Abbasîlerle
devam ederek Osmanlı’ya sirayet etmesi, “İslâm Devleti” misyonunu gittikçe
erozyona uğratmıştır.
Modern
ulus devlet
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasıyla birlikte saltanat ve hilâfet ilga edilmiş,
Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan modernleşme projesi daha da
hızlandırılarak her sahada uygulama alanına konulmuş ve modern bir ulus devlet
yaratmak için ne gerekiyorsa yapılmıştır.
Gelinen
nokta itibariyle bu meyanda çok mesafe alınmış olmasına rağmen, bütün kurum ve
kurallarıyla Batılı anlamda modern bir ulus devlet hâlâ tam anlamıyla
kurulamamıştır.
Anayasal
ve yasal zeminde reformlar yapılmasına ve bir sürü mevzuat değişikliklerine
rağmen, sistemin rayına oturamamasının birçok nedeni vardır. Bu nedenleri
ekonomik, politik, sosyal, kültürel ve zihniyet açısından ele alarak
değerlendirmek mümkündür.
Bütün
bunların müspet bir şekilde sonuçlanabilmesi için de toplumsal yapıda yeterli
düzeyde değişim ve dönüşümün gerçekleşmesi gerekmektedir.
Bu
değişim ve dönüşümün daha çok zaman alacağı ise sosyo-politik, sosyo-ekonomik
ve sosyo- kültürel açıdan inkâr edilemez bir gerçekliktir. Çünkü bir toplumda
sosyal değişmeler, kültürel değişmeler ve zihniyet değişmeleri bir anda olmaz.
Çok uzun yıllar sürer.
Bu
bakımdan bu değişmeler ve dönüşmeler şimdilik ağır aksak, kör topal bir müddet
daha devam edip gidecektir.
Hâl
böyle olunca, modernleşmesini henüz tamamlayamamış ulus devletlerde bir sürü
sorunun olması ve yaşanması kaçınılmaz bir olgudur. Sistem ilkelere ve
kurallara göre değil de şahıslara göre şekil alır ve işlerse, böyle bir işleyiş
ve yapıdan her zaman müspet sonuçlar çıkmaz.
Sistemsizlik
Böyle
bir sistem yapısında, daha doğrusu sistemsizlik yapısında ekonomik ve politik
gücü elinde bulunduranlar istediği gibi at oynatırlar. Böyle bir yapıyı da
feodal aşiretçi ve kavmiyetçi yapılar, feodal ekonomik yapılar, feodal dinsel
yapılar, hemşericilik, bölgecilik ve particilik yapıları besler.
Yasadışı
mafyatik yapılar ve organize suç örgütleri de bütün bu yapıları kullanır ve
aralarındaki ilişkiler ağından alabildiğine beslenir.
Buradaki
ilişkiler ağı çok karmaşıktır. Kimin eli kimin cebinde belli değildir. Daha
doğrusu, bellidir de sade vatandaşların bunlardan haberi olmaz. Onlar politik
ninnilerle uyutulurlar. Cerahat patlayacak da ancak o zaman bunların bir
kısmından milletin haberi olacaktır.
Ünlü
Alman sosyoloğu Max Weber, “İdeal Bürokrasi” adlı tezinde, büyük örgütsel
yapılar ve yönetimler için her şeyin yazılı kurallara bağlandığı, yapılan
işlerin belgelerle kayıt altına alındığı, yönetimde gayr-i şahsîliğin söz
konusu olduğu ve yönetimsel eylemlerde rasyonelliğin esas alınması gerektiğini vurgulamaktadır.
İşte
“Devlet olmak”, böyle bir şeydir’
Dolayısıyla
bu makaleyi yazmama sebep olan menfi konular ve ülke gündemini meşgûl eden
olaylar, taraflar nezdinde bu aziz Müslüman Türk milletini çok üzmektedir ve
biricik Devletimize de yakışmamaktadır.
Devlet
olmanın ağırlığı, ciddiyeti, adâleti ve sorumluluğuyla daha nice aydınlık
yarınlara...