Devlet memuru mu, devleti acze koyan ajan mı?

Son yıllarda yetişen, milletimizin mânevî değerleriyle mücehhez, fennin ve teknolojinin üniversal kıvamındaki payesine sahip yerli-millî kadrolar, makûs talihimizi yendiler. Tabiî mevkîlerini putlaştıranlar, irfanımızdan bîhaber hâlde ilim ehli olduğunu zanneden(!) Veysel ve benzeri tiptekileri de unutmamak lâzım. Şahsî ikbâli için hânümanlar yıkanlar, devleti de yıkarlar.

GERÇEK ilim ve tahsil, her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın adıyla okuyabilmektir…

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” (Alâk, 1)

Malûm-u âliniz, İstanbul Güngören Belediye Başkan Yardımcısı Veysel İpekçi’nin bir şoföre tuvalet önünde oturma ve kendisini gördükçe ayağa kalkma cezası verdiği, gazetelerin ve görüntülü medyanın gündemini epey işgal etti.

Başlıktaki ifade biraz ağır da olsa, yıllar yılı bürokrasinin vesayetinden ve devlet işlerini şahsî menfaatlerine hebâ edenlerin olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

Devletin memuru demek, devleti acze düşürmek midir?

İslâm Devleti’nin ana fikri, Allah rızâsının baş tâcı edildiği, kul hakkının, günümüz ifadesiyle kişinin şahs-ı mânevîsinin, can, mal ve ırz emniyetinin müesses nizam olduğu devlet tarafından korunup esirgenmesi meselesidir.

Dolayısıyla “devlet” denilen müesses nizamın mekanizmasını çalıştıran ve faâl hâlde hayatiyetine devam etmesine yardımcı olan beşerî varlığa “memur” denildiği hakikatini yıllarca terennüm ettik. Dilimizde “devlet memuru” kavramının, “liyakatli, işinin ehli” mânâsında terennüm edilegeldiği varsayılmaktadır. Ancak tarihî seyrimizde ve yıllar içinde bu kavramların iksir özelliğini kaybettiği, inanç değerlerimizin korunacağı devlet aygıtının memurun kendi lehine kullandığı bir güç sopası hâline dönüştüğü vâkidir.

Öyle bir hâl oldu ki, devletin memuru, inananların başına “Ali kıran baş kesen” oldu.

Esas olan, devlet bürokrasisinde görevli olanların, aldıkları ilmin yanında “irfan” dediğimiz cevheri de almalarıdır. Dolayısıyla ilim, sadece akıl ve zihin hamallığından ibaret kalmamalıdır. Bunun için ilmin hikmetle aydınlanmış bir gönül süzgecinden geçirilerek hazmedilmesi îcâb eder.

Ancak bu takdirde ilim, bir üst safha olan “irfan”ın neşv ü nemâ bulacağı, âdeta bereketli bir toprak hâline gelir.

İstanbul’daki Veysel İpekçi’nin ettiği edepsizlik, sadece bir örnek…

Devlet memurunun görevi, kurulu müesses nizamın icrâî faaliyetini yapan iktidarların, hükûmetlerin görevli oldukları devlet aygıtını bihakkın kusursuz işletmeleri, o ülke vatandaşları arasında adil davranmalarını vazîfe ittihaz etmesidir.

Aksi takdirde ülkedeki vatandaşlar arasında sağlanamayan adalet duygusu, nahoş vak’alara sebebiyet verir.

Konumuzla alâkası olduğu için “mütefekkir” S. Ahmet Arvasî’nin (ks) “Doğu Anadolu Gerçeği” adlı risâlesinden bir kıssa aktarmak istiyorum.

Rahmetli, o zamanki ismiyle Erzurum Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü’nü bitirip öğretmen çıkıyor. Ağrı ilinin Doğubayazıt ilçesinin bir köyüne öğretmen olarak tayin ediliyor…

“Bayazıt’ın bir Kürt köyüne öğretmen oldum, köylüler tanışmaya geldiler, içlerinde yetmiş seksen yaşında bir amca bana, ‘Hoş geldin müellim bey’ dedi. İçimden, ‘Herhâlde amca Türkçe’yi tam kavrayamadığı için ‘muallim’ diyeceğine ‘müellim’ dedi’ dedim. Neyse, bir sene boyunca tanışıp biliştikten sonra yaz tatilinde memleketime gittim. Ertesi yıl tekrar göreve başlarken, o yetmiş seksen yaşlarındaki amca bu sefer, ‘Hoş geldin muallim bey oğlum’ deyip afalladığımı hissedince, ‘Bak oğlum, daha önce gelen öğretmenler müellim idiler, sen muallimsin. Çünkü müellim, ‘acı ve elem veren, acıtan, ağrıtan, elem veren, keder veren’ demektir. Muallim ise ‘ta’lim eden, öğreten, ilim öğretendir’. Sen muallimsin’ dedi…”

Kıssadan hisse!

Hazreti Ömer’in (ra) adaletini sertâc eden bir Lider’in ve hareketinin yol arkadaşları, “müellim” değil, “muallim” olmak zorundadırlar. Daha önce değişik başlıklar altında da bürokrasideki menfiliği, iktidarların nasıl alaşağı edildiğini yazmış idik, lâkin Türkiye’de Cihan Devletimizin vârisliğini alan Cumhuriyet dönemi bürokrasisi, çok dar kadroculuk yapmayı bir ideoloji hâline getirdi. Bir dönem vatandaşa (âmiyâne tâbirle) tepeden bakan, sıkışınca riyakâr şekilde halktan yanaymış edâsıyla arz-ı endâm edenlerin olduğu, bilinen hakikatlerdendir.

Kısacası, büyük bir ekseriyeti sözde ilim sahibi oldu(!), ancak irfan sahibi olamadı! Kültür mayamızdan kopuk, daha çok Frenk-meşrep oldu, içinden çıktığı troplumun değerlerine bigâne oldu. Kalkınmamızdaki gecikmenin müsebbipleri bunlardır.

Son yıllarda yetişen, milletimizin mânevî değerleriyle mücehhez, fennin ve teknolojinin üniversal kıvamındaki payesine sahip yerli-millî kadrolar, makûs talihimizi yendiler. Tabiî mevkilerini putlaştıranlar, irfanımızdan bîhaber hâlde ilim ehli olduğunu zanneden(!) Veysel ve benzeri tiptekileri de unutmamak lâzım.

Şahsî ikbâli için hânümanlar yıkanlar, devleti de yıkarlar.

Ecdat ne güzel söylemiş, “Mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var!”.

Anadolu irfanından bir ikazdır “Burnunu havaya kaldırma, önüne bak oğlum/kızım!”.

Dost acı söyler, ama doğruyu söyler…